Konya Aydınlar Ocağı, 2025 yılının “Aile Yılı” olması sebebiyle Konya’dan üç aileyi “Yılın Aileleri” olarak seçti. Bunlar, Faruk ve Hüzeyme Yeşim Koçak, Sadık ve Anuş Gökçe ile Mustafa ve Fatma Balkan çiftiydi. Mehmet Akif Ersoy’un ‘Hakkın Sesleri’nde “Biz ki her mevcûdu yıktık, gâyesiz bir fikr ile; / Yıkmadık bir şey bıraktık… Sâde bir şey: Âile.” dediği gibi bu aileler sevgi, saygı ve dayanışma ile topluma örnek teşkil ediyor. Konya Aydınlar Ocağı, popülizmden uzak bu seçimle ailenin toplumsal değerlerdeki eşsiz yerini bir kez daha vurguluyor. Bu yıl ‘Aile Yılı’ olmakla birlikte 12. Konya Kitap Günleri’nin teması da ‘Aile’ olarak belirlenmiş. “Geçmişten geleceğe kitaplarla aile olmak” sloganı da ailenin kültürel mirasın en iyi taşıyıcısı olduğunu vurguluyor. Belki de kitaplar aracılığıyla nesiller arası bağların güçlenmesi ve aile değerlerinin geleceğe taşınması hedefleniyor.
Birbirinden kıymetli tevafuklarla Konya Kitap Günleri’nin konuşmacılarından Hüzeyme Yeşim Koçak Hanım yakın zaman önce ‘Rüyada’ isimli kitaplarını ikram ettiler. Yazıyı yazarken okumaya devam ettiğim Rüyada, 2025’te Az Kitap’tan çıkan 304 sayfalık bir sır, bir kapı, bir yolculuk. Talibe’nin hikâyesi, bir rüyanın içinde ilerliyor. Yabancı bir diyar, yabancı bir beden… Olaylar, birbiri ardına dizilmiş: kovalamacalar, karşılaşmalar, iç içe geçmiş imgeler. Rüyalar, onun aynasıdır; korkularını, geçmişini, umutlarını yansıtır. Ama bu rüyalar, sadece uykuya ait değildir. Bilinçaltının derinliklerinden fısıldar, kalbin dinleneceği bir iklime çağırır. Koçak, 21. eserinde, okuyucuyu o iklime gezdirir. Meram’ın yeşilliklerine, ruhun adresine, ezelî ve ebedî bir yola. “Siz buralı mısınız?” diye sorar bir ses. Talibe cevap verir: “Evet. Meramlıyım.”
Roman, bir deneme gibi akar; talebeler, bilgeler, düşler ve aşk, kelimelerin arasında süzülür. Her satır, bir esrarın bağrında kıvrılır. Talibe’nin kâbusları, okuyucunun da kâbusu olur; ama o kovalamacada bir an durup bakarsınız. Işıklar açık kalmaz mı bazen? Uyanmak istemediğiniz lâtif rüyalar, gözlerinizi kapamaya korktuğunuz kâbuslar… Koçak, bu ikiliği dokur. Hikâye, garip bir macera, gizemli bir atmosfer. Başta bocalarsınız, ama sayfalar çağırır: Devam et. Rüyada, sadece bir roman değildir; bir aynadır. Kendi rüyalarınıza bakarsınız. Koşarken durup gölgelerinize döner misiniz? Yoksa o yol, yeşillikler içinde, sizi bekler mi? Talibe gibi, siz de bir an durur, nefes alırsınız. Ve o an, belki de uyanırsınız ya da, yeni bir rüyaya dalarsınız.
Bu aynada kendi gölgelerini arayan bir kalem, Hüzeyme Yeşim Koçak, Kütahya’nın Tunçbilek kasabasında doğdu; çocukluğu, Tavşanlı’nın zengin bir kültürel yapıya sahip koynunda geçti. Babası İsa Ruhi Bolay’ın engin hoşgörüsü, amcası felsefeci Süleyman Hayri Bolay’ın gölgesi, kuşkusuz onun ruhi incelikleri şekillendirdi. İstanbul Kandilli Kız Lisesi’nden 1977’de mezun oldu, aynı yıl Faruk Bey’le evlenerek Konya’ya yerleşti. Bu evlilik, onun edibane süzülüşlerine kanat oldu. Edebiyat dünyasında 21 eserle iz bırakan Koçak, denemeleri, hikâyeleri ve romanlarıyla, insanın içsel yolculuğunu, aşkın ve acının gölgelerini, manevi bir iklimin esintilerini dokur. Onun yazıları, bir hanın kapısı gibidir; içeri giren, kendini bir misafir değil, ev sahibi gibi hisseder.
Edebiyat yolculuğu, 1971’de, henüz 13 yaşındayken Diyanet dergisinde yayımlanan ilk yazısıyla başladı. 1970’lerin Konya’sında, Hamle, Konya Postası gibi gazetelerde yer aldı. Toplum sorunları, kadın meseleleri, dilin incelikleri üzerine yazdı. “Kadınca” ve “Bizim Düşündüklerimiz” köşelerinde, genç bir kadının gözünden dünyayı sorguladı. 1978’de Yarın gazetesinde, “Öyle bir asırdayız ki, güzel iyi, doğru ne varsa ayaklar altında ölmüş, öldürmüşüz,” diye yazdı. 20 yaşında, çağın ruhunu eleştirebilen bir kalemdi. Konya Postası’nda, sahibi Durmuş Alagöz’ü eleştiren bir yazısının yayımlanması, o dönemin hoşgörülü basın ortamını yansıtır.
Gözyaşı gibi dergilerde yazıları yankı buldu, ama 1980’lerde yazma hevesi söndü. Bu dönemi “Kelimeler benden uzaklaşmaya başladı,” diye tanımlarken, ruhunun demlenme dönemine girdiğini henüz bilmiyordu. 2000’ler, onun için bir uyanıştı. Türk Edebiyatı dergisinin Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması’na Hayriye’nin Düğünü’nü gönderdi ve ilk ödülünü kazandı. Bu, bir kıvılcım oldu. 2000’de Yürekteki Kuş ile ikinci bir ödül geldi. 2001’de, bir anne-kız kavgasının ilhamıyla Saklı Değerler doğdu. 2002’de Sinderella’nın Pabucu, Beyan Yayınları’nın İlk Romanlar Yarışması’nda üçüncülük getirdi. Hayriye’nin Düğünü, Pakistanlı yazar Masud Akhtar Shaikh’in Türkiye’nin En Güzel Hikâyeleri antolojisinde Urduca yayımlanarak uluslararası bir yankı buldu. Taşradan yükselen bir yazar için bu, “seçilmişliğin seçilmişliği” gibi bir mucizeydi. 2009’da Hayriye’nin Düğünü, “Öyküler Sesleniyor” projesinde, tiyatro oyuncuları tarafından seslendirilen 42 CD’lik bir antolojide yer aldı. Koçak’ın hikâyeleri, sadece kâğıtta değil, sesle de hayat buldu.
Konya’nın edebiyat çınarlarıyla tanışması, yolculuğunu hızlandırdı. Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şube Başkanı Ahmet Köseoğlu, onu romancı Mustafa Miyasoğlu’na yönlendirdi. Miyasoğlu’nun, “Sizin okumama yazmama lüksünüz yoktur,” sözü, Koçak’ı disipline etti. Makaleler, okuma listeleri ve Ali Haydar Haksal, Ömer Lekesiz gibi isimlerle tanışmalar, ‘Yazarlar Ailesi’ içindeki yerini sağlamlaştırıyor ve ufkunu açıyordu. Berceste dergisine katıldı, Edebistan.com’da düzenli yazılar yazdı. 2013’te Berceste’nin “Yılın Hikâye Ödülü”nü, 2020’de Merhaba gazetesindeki köşe yazılarıyla Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Yılın Yazarı” ödülünü kazandı. Ömer Lekesiz, onun Bukalemun yazısını okuyunca, “Aman Allah’ım, kime kızdınız böyle? Top gibi, tank gibi yazı,” demişti. Koçak, kendini “kız yazar” değil, “kızgın yazar” olarak tanımlar. Bu kızgınlık, haksızlığa, yozlaşmaya karşı bir haykırış. Bukalemun’da, çağın oynaklığına ironik bir dille çatar: “Değiştiniz ya bir kere. Politikanın gelmişini geçmişini… kral sülalesini… fethedersiniz.” Ama bu kızgınlık, incitmeyen bir zarafetle sunulur. Emre Miyasoğlu’nun dediği gibi, “Sözleri, vuruculuktan, incitici keskinliklerden uzak… samimi üslûbuyla anlattığı duygularda hep bir sevecenlik, bir yumuşaklık var.”
Koçak’ın yazılarında maneviyat, bir nehir gibi akar. 1980’lerde yazmayı bıraktığında, ruhuna tatlı esintiler getiren bir arayışa yöneldi. Bu, bir demlenme dönemiydi. Saklı Değerler, Muhabbet Buyursun Gelsin, Sarılmak gibi eserlerinde bu birikim çiçek açtı. Sarılmak, İLESAM-Akçağ Roman Yarışması’nda birincilik kazandı. Prof. Dr. Nurullah Çetin, bu romanı “Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndan sonra en güçlü hastalık romanı” olarak niteledi. Roman, hastalığın mihenk taşıyla insan ruhunu tahlil eder, İslamî dünya görüşünü ete kemiğe büründürür. Koçak, Osmanlı Türkçesi ile Cumhuriyet Türkçesinin ideal sentezini yaparak zarif bir dil kurar. Denemelerinde de bu derinlik yankılanır. Ey Ruhum Geldinse Masaya Vur’da, ruhun maddeci dünyada kayboluşunu sorgular: “Bilim masalarında, beden yarıldı içine bakıldı. Ruhun olmadığına karar kılındı.”
Mehmet Nuri Yardım, onun denemelerini “metafizik âlemin engin dünyasında bir yolculuk” olarak tanımlar. Ötede, Edibane Süzülüşler, Şapkamın Altı gibi deneme kitapları, Türk-İslamî duyarlılıkla çağın yozlaşmalarına eleştirel bir bakış sunar. Koçak, “dışa değil içe dönük bir göz”dür; kabukta takılmaz, manaya nüfuz eder. Yazılarında iki ses yankılanır: Hüzeyme ve “Yedi Bela Hüsniye”. Hüsniye, muzip, ironik alter egosu. Hüsniye Terapiye Gidiyor, Hüsniye Çöllerde gibi maceralarla, hayatın absürtlüklerine neşeli bir ayna tutar. Bilgisayar kursunda yazdığı dilekçede, “Kocam olacak Şevket bana reverans vermedi. Fakat ben kendi kendimin reveransıyım,” derken, hem güldürür hem düşündürür.
Hüzeyme Yeşim ise hüzünlü, derin; bir annenin şefkati, bir âşığın hasreti gibi. Havva Hanım’ın Gamzesi’nde, “Sen bizim şarkıcımız ol,” der; “Güneş hep ısıtsın, ışıtsın. Basamaklar kaydırmasın.” Bu iki ses, Koçak’ın hem zarif hem cesur kalemini yansıtır. Nefha’da Sadreddin Konevi’nin esintileriyle taşları konuşturur, Kırgın Mağara Şarkıları’nda genç yazar Murat Mahya Gürses’le nesiller arası bir köprü kurar. Şeyda’nın Örgü Keyfi’nde, hayatın ipliklerini örer. Kültürümüzün çınarları Mehmet Ali Uz, Seyit Küçükbezirci, Nurullah Çetin gibi isimler, onun kalemini övse de o, hep mütevazı kalır. “Ailenin yazıcısı” olmayı, ilahi bir yazgıya bağlar. Annesi Nebahat Parlak’ın “Cennette Buluşalım” hayali, onun kaleminde Sarılmak olur. Koçak’ın edebiyatı, aileye açılan bir bahçedir; her dalında bir hikâye, her yaprağında bir mana. Taşradan yükselen bir ses, ama evrensel bir kalem: Kız değil, belki biraz kırgın ama bezgin değil kızgın yazar!
Kaynak: https://www.posttruthdergi.com/aile-edebiyat-ve-huzeyme-yesim-kocak/