AMASYA-TOKAT ÜZERİNDEN “Ve bir değirmendir zaman, insanı da, mekânı da öğüten…” ( Çetin Oranlı, Ruha Dokunan İnsan Öyküleri)

Hüzeyme Yeşim Koçak

30 Temmuz- 1 Ağustos tarihleri bizim için önemliydi. Uzun gelen bir aradan sonra, değerli bir grupla beraber olmanın ve seyahate çıkmanın zevkini yaşayacaktık. TYB Konya Şubesi’nin düzenlediği, ‘Yazılacak Çok Şeyimiz Var’ , Selçuklu ve Osmanlı şehirleri Amasya ve Tokat’ a gidiyoruz’ etkinliğinin heyecan ile sevincini taşıyacaktık.


 Amasya’da: Ferhat ile Şirin Âşıklar Müzesi, Amasya Müzesi, Sultan İkinci Bayezıd Külliyesi, Kralkaya Mezarları, Seyyid Mîr Hamza Nigâri Türbesi, Amasya Saat Kulesi, Taşhan ve Bakırcılar Çarşısı, Darüşşifa( Bimarhane) Tokat’ta: Tarihi Kent Meydanı, Sulu Sokak, Saat Kulesi, Latifoğlu Konağı Müzesi, Tokat Mevlevihane’si, Hıdırlık Köprüsü; duraklarımızdan bazılarıydı.


Seyahatten bende kalan; mekândan, dost sözlerinden, tarihî yüzlerden, yazarlardan, çağrı(şım)lardan doğan bir yekûn, bazı duygu ve  düşünceler.. geçmişten, günden geceden heceden fısıltılar, söyleşmeler, dilleşmelerdi… Şimdi, onları paylaşmak istiyorum.


Millî egemenliğe dayanan, Türkiye Cumhuriyetinin temellerini oluşturan ilk kuruluş belgesi Amasya Tamiminden, devletimizin bânisi Atatürk’ten; Osmanlı, Selçuklu, Danişmentliler, Bizans, Roma Dönemlerine, Hititlere kadar uzanan muhteşem hikâyeler…


Gezimizin ilk durağındaki Amasya’da, Ferhat ile Şirin’in ölümsüz aşkı, sadece şehrin değil bütün Türkiye’nin, Şark Dünyasının en güzel öykülerindendi. Hakikatle efsane çelişse de, yüzyıllara meydan okuyan aşk kahramanları daima varlığını sürdürecekti. Sevdiği için dağı delen, su getiren Ferhat aynı zamanda azmin, sabrın, soylu bir kalbin de temsilcisiydi. 


O an özellikle ne talihli kadınlar, adamlar mevcut olduğunu düşündük. Çoğumuz biricik varlığımız, hedeflerimiz, çeşitli tutkularımız için olağanüstü, harika karşılıklar almayı umar ve hayalleriz. 


Oysa hayat “vermek” üzerine kuruluydu ve erdemli Ferhat kadar, meziyet nitelik gerektiren Şirin olmak da zordu. Sonra acaba biz dünyaya, hangi katkılarda bulunuyorduk. Canı pahasına bedel ödeyenleri, aşk hesabına, kutlu davalar uğruna çetin savaş verenleri ne çabuk unutuyorduk.


Dönüp dolaşıp yuvaya geldiğimiz her gezide; ölüm, fâniliğin altı çiziliyor, uygarlıkların, muhtelif kavimlerin bize benzediklerini görüyor, hatta bazı üstün yanlarına şahit oluyorduk. Sanatlarına, miraslarına, güzellik bakiyelerine hayran kalıyorduk. 


Lâkin taç, taht baht kavgalarının encamına; muhteris, şaha kalkmış heybetli gövdelerin, acı çekerek öldüğü ifade edilen zavallı mumyaların hazin sonlarına hiç takılmıyorduk. Sırıtan iskeletlerin göz boşluklarındaki beyhûde altın yapraklarına, kılıç şakırtılarına, bebek ağlamalarına… 


Maziden gelen mücevherler, değerli takı ve yadigârlar ilgimizi çekiyordu. Hâlbuki nice aşk ehli Ferhat vardı muhabbetle kulağımıza küpe takacak; boyunduruk değil, hediyesi gerdanlıkla boynumuzu, kalbimizi tezyin edecek…


Avuçları, kucakları cevherle dolu olan erler, kadınlar. Fark edecek, eşsiz hazinelere dokunabilecek miydik?


Herkesin aşması gereken bir dağı, ulaşması gereken nazlı bir gayesi (Şirin’i) vardı. Gönül köprüleri kurmak, kanallar açmak, serin duru sular akıtmak için; belki de aşk buseleriyle içimizdeki Ferhat’ı, Şirin’i uyandırmak gerekti.



Geziyi duyunca, Alain de Botton’un “Seyahat Sanatı” isimli kitabına bir göz attım. 


Botton’un rehberlerinden biri Şair Yazar John Ruskin’di. Seyahatlerimizde güzellik de arar, yenilerini keşfetmeyi dileriz. Beğeniler, güzellik hissini kamçılar; kimimizse daha derinlere kaçar.


Ruskin’e göre, “güzelliğe karşılık vermek ve ona sahip olmak tutkusu kimi zaman çok kaba bir şekilde ifade edilebiliyordu: gidilen yerden hediyelik eşyalar ve halılar almak, ismini sütunlara kazımak ya da fotoğraf çekmek vb.(….) Güzelliğe sahip olmanın aslında tek bir yolu vardı, o da güzelliği anlamaktan ve ona neden olan psikolojik ve görsel etkenlerin bilincine varmaktan geçiyordu. Son olarak, bu bilinçli anlama sürecini gerçekleştirmek için en etkili yöntem güzel yerleri sanat yoluyla tasvir etmekti. Bunun için gördüklerimizi, yeteneğimiz olup olmadığını düşünmeksizin resme ya da yazıya aktarmamız gerekiyordu” ( Alan de Botton, Seyahat Sanatı, Sel Yayıncılık, 2002, sf. 230)
TYB’nin de yapmaya çalıştığı bir anlamda buydu. Mekânı kazmak, devşirmek, incelemek, perde gerisini görmek. 


Lâkin güzellik kapılarını açıp, içeri girebiliyor,  anlayabiliyor muyduk? Ya da ne kadarından haberdardık. 


“Manevî bir nehir” olarak da tanımlayabileceğimiz bilgelerden ne kadar yararlanıyorduk.


Söz gelişi, büyük Türk mutasavvıflarından Seyyid Mîr Hamza Nigârî’nin, onun şöhret ve nüfuzunun yayılmasından rahatsız olan bazı çevreler tarafından ‘devlet ve millet aleyhine isyan çıkaracağına’ dair söylentiler sebebiyle, sürgüne gönderilmesi, nasıl bir güzellik anlayışının eseriydi. Yahut Tokat’ta bir hankah kuran, Sadreddin Konevî Hazretlerinin talebelerinden Fahreddîn’i Irâkî’nin, hakkındaki yanlış bilgiler yüzünden, yöneticilerce tutuklama kararı çıkarılması ve onun kargaşa merkezi haline gelen Tokat’ı terk etmesine ne demeliydi.” (Fahreddîn’i Irâkî, Aşk Metafiziği, Hayykitap, sh. 49) 


Başkanımız Ahmet Köseoğlu, Amasya’da müzeleri gezerken mühim, etkileyici bir noktaya temas etti. Validesi; yemek pişirdiği, ikram ettiği, aileyi misafiri doyurduğu kap kacakla tabakla konuşur, süslemelerini okşar, âdeta sevişirmiş. Eşyanın ardını, asıl Sahibi gören, kıymet veren, kendiyle dünyayla barışık, arifâne bir bakış. Günümüzde bu tahassüse, inceliğe sahip miyiz?


Bir açıdan her birimiz, gönül mutfağında aşlar pişiriyorduk. Belki de tencerede nohut vardı ve Aşçıbaşı, Şef iyi pişsin diye  “nohut kafamızın” üstüne, kepçeyle vurup duruyordu.


Yine Gülşah Hanım, sohbetimiz esnasında, bir hatırasını naklederek; annesinin, henüz 11 yaşındayken onu yapmaya mecbur tuttuğu dantel örgüsünden bahsetti. (Büyük) annelerimizin bize öğrettiği işlemelerin, bazen hor gördüğümüz el işlerinin ve herhalde tüm (güzel) yaşama sanatının arka planındaki köklere; tahammül, ceht, olgunlaşmak, hayatı ilmek ilmek dokumak eylemine dikkat çekti.


Eşi Gazeteci Şair M. Ali Köseoğlu, fakirin anladığı manayla, geri dönüşlere, yolculuk sonundaki dönüşümlere işaret etti. Yürüyüşü, görüşü, hülyayı, bilgi ile tecrübeyi, gelgeç havai aklı terbiye edip, güzelliğe, faydalıya, hikmete tahvil etme fiiline…


Eğer “Kıyametin kopacağını bilseniz bile bir fidan dikiniz” hadisi şerifini, sadece yeşillendirme değil; tohum atma, hayat süresince güzelleştirme çabası, ameli olarak ele alırsak; koruluğ(umuz)a bir fidan daha dikmekti, A gezisi, B gezisi dönüşü…


Yollar ve İzler; takip ettiğimiz alâmetler, hanlar, temizlik mekânı hamamlar, konaklar... 


Düşünüyorum, arınmak ne kadar müşküldür. Denizler beni alsa, silip süpürüp, yunsa… 


İçsel ırmağıma, şehrime habire çöp alıyorum. Neye evirileceğim; yüzümü nereye döneceğim.  


Hayat bir film şeridiydi. İçinde “Benim Sinemalarım, tiyatrolarım, sayısız maskelerim, izleyicilerim” bulunuyordu. Mânâlı güzellik neredeydi? Güzellik elçileri, imgeleri, kılavuzlarım kimdi?



Gezimizin ikinci durağı, ünlü gezginimiz Evliya Çelebi’nin “Âlimler ve Şairler Şehri” dediği; yazmacılık, dokumacılık gibi çeşitli el sanatlarıyla; Şeyhülislam İbn-i Kemal, Gazi Osman Paşa, Hayrettin Tokadî gibi abide şahsiyetleriyle öne çıkan, nice güzelliklerine tanık olduğumuz Tokat’tı.


Fakat Türkiye’nin genel zafiyeti, burada da gözüküyordu. Güzellik anlayışımız artık cihanşümul değildi, herhalde sağlam, müşterek bir paydanın sağlandığı sanat ve fikriyatımız da yoktu. Meselâ, Tokat’ın önemine temas eden Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in şu satırlarına rağmen, “şehrin dokusunun bozulması” devam ediyordu. 


 “Bir bir, yer yer dolaşarak gördüğüm eski eserler hakkındaki intibalarımı size söyleyeyim. İstanbul’da, Konya’da, Bursa ve Edirne’de bulunmayan en güzel eserler inanın Tokat’ta.(…) Anadolu’da en çok abidesi olan şehir. Hani Selçuklularla Osmanlılar yarışa girmişler.

Birinden birisi bir tane fazla amma hangisi doğrusu sayamadım.” (Nurcan Durmaz, İpek Yolunda Bir Şehir TOKAT, Tokat Belediyesi Kültür Yayınları, sf. 54)


Seyahatimizin en hoş hediyeleri arasında, Değerli Yazar Çetin Oranlı’nın Ruha Dokunan İnsan Öyküleri isimli kitabı vardı. Gönlümde ışıdı durdu.


Teşekkür faslım uzundur. Bu zarif gezinin mimarı Ahmet Köseoğlu’na, vekilimiz Ahmet Sorgun’a, Karatay Belediyesine, yolculuğu bir şölene çeviren aydınlık dost ve  arkadaşlara, tüm katkıda bulunanlara teşekkür ediyorum. 


Uyarıda bulunan kavimlere, ululara, sultanlar geçidine, isimsiz sessiz gülçiçek kadınlara,  dâsitânî kahramanlara, cesur yürekli Amazonlara…
 Asıl müteşekkir, minnettar kaldığım; kendimi borçlu hissettiğim ise.. onca kusura cehalete rağmen, bizi donatmaya çalışan, ebelik yapan, gizli aşikâr sevgililerdir. Ellerinden hasretle.. hürmetle.. muhabbetle öpüyorum.


Yolculuk, seyir devam ediyor, bir ömür ve sonrasında…