ATAYURDUN EŞİĞİNDE BİR TAŞKENT !
Ahmet Köseoğlu
Flaubert’in bulunduğu dönemin Fransa’sından kaçışı gibi değildi, bir öze yolculuktu. Türkistan seyahati; gitmeden, görmeden yaşadığımız, hissettiğimiz anıları vicahiye dönüştürmek, rüyalarını gördüğümüz şehirleri, mekânları ve insanlığın huzura, barışa, selamete erişmesi için ömür tüketen Harezm ve Horasan erenlerine sıla-i rahîmdi bizimkisi. Zira bu topraklar, ismini andığımız Harezm ve Horasan erenlerinin yurduydu. Cebir ilminin kurucusu El-Harezmî’nin, tıp dünyasının rehberi İbn-i Sina’nın, dünyanın çapını neredeyse hatasız hesaplayan El-Bîrûnî’nin ilimle yoğrulduğu topraklardı. Burası, Peygamber Efendimiz’den sonra en sahih kaynak kabul edilen Sahih-i Buhari’yi İslam dünyasına armağan eden İmam Buhari’nin ve Tirmizî gibi nice hadis âliminin nefes aldığı mukaddes bir havzaydı.
Bu yüzden bizim yolculuğumuz, o büyük ustaların bıraktığı manevi mirasa bir şükran ziyaretiydi. Bu mirasın en müşahhas örneklerinden biri, hükümdarlık ile âlimliği şahsında birleştiren Emir Timur’un torunu emir-i kebir Mirza Uluğ Bey’in bıraktıklarıdır. O, sadece bir devlet adamı değil, aynı zamanda aklını gökyüzüne ve ruhunu yıldızlara adamış büyük bir âlimdi. Kurduğu dillere destan Semerkant Rasathanesi’nde çağının çok ötesinde çalışmalarla gök kubbenin sırlarını aralarken, bu ilmin yeryüzüne de kök salması için mücadele verdi. Bilginin aydınlığını yaymak amacıyla Semerkant, Buhara ve Gucduvan’da inşa ettirdiği üç abidevi medrese, onun bu vizyonunun tuğladan ve çiniden mürekkep şahideleridir. İşte bu medreseler ve temsil ettikleri mana, bizim gibi manevi mirasının izini süren seyyahlara asırlardır inanç aşılamaya devam etmektedir.
Ankara-Taşkent istikametli uçağımız doğuya doğru giderken, bugün Anadolu irfanını ve dahi kısmen Balkanları dipdiri ayakta tutan ışığa doğru uçtuğumuzu biliyorduk. Batılı seyyahların (hüsnüniyetli olanları) doğuyu egzotik bulduklarını, sıra dışı ve alışılmışın dışında yerleri gezmeye gittiklerini yazdıklarından biliyoruz. Bizim doğuya, Türkistan’a gidişimiz ise heyecanımızı artıran, imanımızı tazeleyen bir husus olup başta Maveraünnehir diye ünlediğimiz Amuderya ve Siriderya ırmaklarının etrafında kümelenmiş ve pusulasını ışığına, kıble yönüne çevirmiş dünün güzel insanlarına ve onların yurtlarına özlem gidermek için bir varış ve kucaklaşma arzumuzun icrası idi.
Mutluluk deyince Gustave Flaubert’in aklına Şark geliyordu, Şark deyince de mutluluk. Kuzey Afrika, Suudi Arabistan, Mısır, Suriye sahilleri veya Filistin’de yaşayanlar, genç bir Fransız’ın çıkıp da ülkelerindeki her şeyi güzellikle ve iyilikle bağdaştırdığını duysalar şaşırırlardı herhalde. “Yaşasın güneş, yaşasın portakal ağaçları, palmiye ağaçları, lotus çiçekleri ve mermer süslü evler, yaşasın ahşap panolarla çevrili aşk kokulu yatak odaları!” diye haykırıyordu genç adam... “O mezarları ne zaman göreceğim? Akşam vakti develerin uğrayıp üzerlerindeki kuyulardan su içtiği, altta kral mumyalarının yanında uluyan sırtlanların sesinin yankılandığı mezarları ne zaman göreceğim ben?”
Hayalindeki bu diyarları elbette görebilecekti Flaubert. Varlıklı olan babası genç yaşta ölünce doğuya tutkusu yine depreşti ve 1849 yılında Paris’ten ayrılıp Marsilya üzerinden deniz yolculuğu ile Mısır’a hareket etti. Yirmi güne yakın bir deniz yolculuğundan sonra İskenderiye’ye ulaştı. “Mısır’a varmamıza iki saat kala baş serdümenle birlikte pruvaya çıktım ve Akdeniz’in sularında bir kubbe gibi yükselen Abbas Paşa Sarayı’nı gördüm, sarayın üzerine güneş vuruyordu. Şarka dair ilk izlenim bu ışık oldu. Denizin üzerinde gümüş eritmişlerdi sanki…” diye Flaubert’in intibalarını aktarıyordu ‘Seyahat Sanatı’ adıyla Türkçeye çevrilmiş kitabında Alain de Botton.
Kitabı elime aldığımda Türkistan’ın özünü temsil ettiğini düşündüğüm Özbekistan’dan yeni dönmüştüm. Bu satırları okurken ve bir anda “Baudelaire, Türkistan’a gitse nasıl şiirler yazardı, neler söylerdi” diye içimden geçirirken Cemil Meriç üstadın ‘Işık Doğudan Gelir’i de eş zamanlı zihnime düştü. Bu coğrafya, sadece kervanların değil, aynı zamanda fikirlerin, ilmin ve hikmetin de binlerce yıl boyunca aktığı bir ana damardı. İpek Yolu’nun önemli kavşak noktasında yer alan Maveraünnehir, Batı’nın karanlık çağlarını yaşarken matematiğin, astronominin, tıbbın ve felsefenin zirvelerini aydınlatan bir medeniyet meşalesiydi. Bu topraklara yolculuk, aslında sadece bir mekân değiştirmek değil, insanlık tarihinin en parlak dönemlerinden birine, aklın ve imanın ahenkle birleştiği o altın çağ ve altın silsile zamanına yolculuk demekti. Yola koyulduğumuzda, bu yolculuğa bizim yüklediğimiz anlam tam olarak buydu.
Özbekistan’a seyahatimiz; Türk-İslam medeniyetinin en parlak, en ihtişamlı ve verimli dönemlerinin yaşandığı şehirlere, Taşkent, Hive, Buhara ve Semerkant’ta yitiğimizi aramaya, unuttuklarımızı hatırlamaya, hasret gidermeye, gecikmelerin özrünü iletmeye, anayurttan atayurda yeni yollar, yeni köprüler yapmaya yönelikti. Bu mübarek seyahatimiz, dünü olup bugünü de olan şehirlere olduğu kadar, belki de dünü olup bugünü olmayan şehirlere idi. Taşkent, Özbekistan’ın diğer şehirlerine göre dünü dünde kalıp bugünü olan şehirler kategorisine girebilir. Özbekistan’ın başkenti Taşkent, yirminci yüzyılın başında yeni bir şehir kurma hedefiyle hızla büyümüş, bölgede ve coğrafyada önemli bir şehir haline gelmiş desek yeridir. Elbette ki dününe dair söyleyeceklerimiz var, yani bin yıl öncesinde Taşkent vardı ama küçük bir yerleşim yeriydi. Dolayısıyla Taşkent, bugün 3,5 milyon nüfusuyla Türkistan coğrafyasının en büyük nüfuslu şehirlerinden biridir. Başkenti değerli kılan ise bu günüdür.
Başkent’te ziyaret ettiğimiz Cesaret Anıtı, 26 Nisan 1966’da meydana gelen 8 büyüklüğündeki depremi simgeliyor. Zelzele, 36 binden fazla binanın yıkılmasına ve 300 bin kişinin evsiz kalmasına neden olmuş ve müteakiben şehir büyük ölçüde yeniden inşa edilmiş. Geniş yolları, yeşil alanları, park ve bahçeleri, ahenkli yerleşimi, düzenli ve sağlam altyapısı ile eski Sovyet şehir planlamacılığının en önemli örneklerinden biri olarak “bugün de buradayım” diyor.
Taşkent’te “köhne şehir” diye adlandırılan büyükçe bir alanda, ‘eski şehir’e ait değerlerin, varlıkların, yapıların korunduğu, restore edildiği, yenice eklenenlerinde eskiye öykünerek dönemin mimarisi ve malzemelerinin hoş bir ahenkle uygulamasının gerçekleştirildiği bölgedeki Barak Han Medresesi ve makberesini, Muy-ı Mübarek Camisini ziyaretimizi takiben Hz. İmam Cami ve Külliyesi’nin önünde bulduk kendimizi.
Girişinde yapım tarihi olarak 2007 tarihli levha bulunsada külliyenin eşiğinden adımınızı atar atmaz sizi bin yıllık bir maziye aitmiş gibi hissiyat uyandıran camide derin bir huzurla karşılıyorsunuz . Bu yeni ama geçmişiyle bütünleşmiş muhteşem yapının içinde zaman mefhumunu yitiriyorsunuz. İç tezyinatının zarafeti bir yana, özellikle geçmişin mimari dehasına öykünerek tasarlanmış detay işlemeli ahşap sütunlar ve tavanlarının kalem işi tezyinatı, mekâna asırlar öncesinin ruhunu katıyor. Külliye, “dünü bugünde yaşatma” felsefesinin en somut ve başarılı örneklerinden biri. Sanki yüzyıllardır oradaymışçasına bölgenin tarihi dokusuna öylesine ustalıkla işlenmiş ki, insan bu sükûnet ve sürur içinde onun yeni inşa edildiğine inanmakta güçlük çekiyor. Bu külliyenin yanı başında ise sadece Özbekistan için değil, tüm İslâm âlemi için paha biçilmez bir hazine bizi bekliyordu: Hz. Osman Mushafı… Üçüncü Halife Hz. Osman tarafından istinsah edilen ilk Kur’an-ı Kerim nüshalarından biri olduğuna ve üzerinde Halife’nin şehit edildiği esnada akan kanının izlerini taşıdığına inanılan bu Mushaf, yıllarca süren hasretliğin ardından yeniden yuvasına, Taşkent’e dönmüştü. Cam bir fanus içinde korunan bu kutsal emanete bakarken, İslam tarihinin saf ve aynı zamanda çalkantılı dönemlerini hatırlıyoruz.
Daha sonra Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in mübarek saçının bulunduğu cami ile Kukeldaş Medreselerini de ziyaret ediyoruz . Kukeldaş Medresesi’ndeki ilk mektep öğrencilerinin derslerine iştirak edip, kapı önüne iliştirilmiş tahtadaki müfredatlarını detaylıca inceledik. Taşkent’in en canlı pazarı olan otantik çarşısında (Çarşu) teberrüken alışveriş ettik. Çarşı esnafı ve alışveriş yapan vatandaşla doğrudan ve yürekten selamlaştık, konuştuk, görüştük, gülüştük ve kucaklaştık. Taşkent’teki bu kucaklaşma, aslında büyük bir vuslatın sadece ilk adımıydı. Atayurdun kapısından girmiş, bin yıllık hasretin selamını vermiştik.
Manevi yolculuğumuzun bir sonraki durak yerleri, zamanın donup kaldığı, adeta rüyadan gerçeğe süzülmüş gibi duran, kum fırtınalarının bile şehri eskitmeyi başaramadığı Hive idi. Duvarları toprak ve kerpiçten örülmüş, minareleri şehadet timsali , her tuğla ve çinisinin Binbir Gece Masalları’ndan fırlamışçasına canlı bu kadim şehir, Türkistan coğrafyasının en otantik ve bütüncül mimarisine sahipti. Hive, diğer büyük şehirler gibi dünü bugünde yaşatan değil; dün olanı bugünde aynen muhafaza eden bir
müze-şehirdi.
Ancak bizi yürekten çağıran bir mübarek yer ise , İslam’ın Kubbesi (Kubbet-ül İslam) olarak zikredilen ve her sokağında bir eren ve evliyanın izini bulacağımız kokusunu alacağımız kandil şehir Buhara ile Emir Timur hükümdarlığının göz kamaştıran başşehri, âlimlerin ve sanatkârların buluşma noktası, “Yeryüzünün süsü ve cilası” Semerkant’tı. Yitik hazinemizin en değerli parçaları mana yıldızları bizi o şehirlerde bekliyordu…