(Oktay Sarı)
İptida uyandı burada bahtım
Memlekete hizmet etmektir cehtim
Veysel aşk uğruna ölmektir ahdım
Yazsın tarihleri beni Sivas’ın.
1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Sivrialan Köyü’nde dünyaya gelen Âşık Veysel, saf Türkçesiyle memleketini ve buranın insanını en güzel şekilde ifade ediyor. Memleketi sevmek için görmek gerekli midir? Veysel’e kulak verelim:
Muhabbetin canda haslardan hastır
Avutur Veysel’i bir şen piyestir
Türk adı babamdan bana mirastır
Daha bundan başka adı neyleyim.
Şehirlerin genleri topraklarında saklıdır. Sağlam genetiğini ne düşman bozabilir ne de ordular. O yüzden Sivas hep Sivas olarak kalır tüm kültürel dinamikleriyle, Konya gibi, Kudüs gibi.
Sivas’a gelince Atatürk ve Kongre Müzesi’nde başlar yolculuk. İşgallere karşı Millî Mücadele ruhunun dirilişi, Kongre, dönemin komutanları ve Mücadele’nin kahraman kadınları tematik olarak sergilenirken modern dünyanın içinden sıyrılıp 57 yılını eğitim yuvası olarak liseli gençlere adayan bu binada 20. yüzyılın başlarına gidiverirsiniz. Bugünün yapılırken yıkılmaya namzet beton binalarına karşın dimdik ayakta durup mücadelenin somut bir simgesi olma özelliğini daha çok yıllar sürdürecek gibi duruyor bu 130 küsur yıllık bina. Çaprazındaki cam kaplamalı “moderin” binanın kıskançlığını bakar bakmaz anlayacak ve modernitenin insana makusen mütenasip estetik sunduğunu hemen görüvereceksiniz. Bu ihtişamlı binadan bahsetmişken öğrencileri olan Cahit Külebi ve Eflatun Cem Güney’i anmamak olmaz elbette.
Sırada sizi bekleyen yapı Şifaiye Medresesi’dir. İçerisinde I. İzzeddin Keykavus’un medfun bulunduğu Anadolu’nun bu en büyük şifahanesi görkemli kapısıyla büyüler ziyaretçilerini. Taşın üzerindeki dantel gibi işlemelerin her birinin ifade ettiği ayrı bir anlam, sembol üstüne semboller, güneş ile ayın ve insan rölyeflerinin etkisinden kendini kurtarıp medresenin içerisine girebilmek mümkün mü? Rahmet olsun burayı yaptıran mezkûr Sultan’a ki halası Gevher Nesibe ile şifa dağıtımında ne güzel yarışmış. Ana eyvanın bir tarafında ay sembolünün altına Kamer Suresi’ni, bir tarafında da güneş sembolünün altına Şems Suresi’ni yazdıran, etrafını Kelime-i Tevhid ile tezyin eden anlayıştan bize ne kadar kaldığını sorgulamak şüphesiz ümidimizi tahrip etse de vatan sevgimizi asla tahfif etmeyecek aksine birbirine kenetlenmiş tuğlaların mukavemeti gibi ziyadeleştirecektir.
Dikdörtgen şeklinde olan ve doğu-batı doğrultusunda enine uzayan Ulu Camii’yi görenlerin aklına elbette Konya’nın Ulu’su olan Alaaddin Camii gelecektir. Kubbe fikrinin gelişmesinden ince inşa edilen bu camiler ibadetin sadelikle kuvvet bulacağı fikrini uyandırır bende. Dış tezyinatı ne olursa olsun göz seviyesinin altındaki sadeliğin zihni maddeden uzaklaştırıp metafizik yoğunlaşmaya hizmet edeceğini düşünen biri olarak bu dönem camilerine hayran kalmamanın imkânsız olacağını düşünürüm hep. Bu haliyle Sivas elbette benim nazarımda Ahmet Köseoğlu’nun Kendini Arayan Şehirler kitabındaki “Gökte Yapılan Şehirler”e girmeye namzettir. Namzet değil bilakis odur. Bu şehrin Ulu Camiinden yükselen her ezan sesi Mehmed Âkif’in;
Semâya çıktı o feryâd, âh-ı ümmet olup!
Semâdan indi o feryâd, rûh-i rahmet olup!
dediği gibi sema ile zemin arasında bir bağ oluşturacak ve Sivas’ın rahmeti eksik olmayacaktır.
Selçuklu Sultanı III. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde yapılan Buruciye Medresesi ile de Sivas’ta taç kapılar yarışmaya devam eder. Bir okulun zirvedeki bir sanatla mezc olması insanı hayret içinde hayrete düşürürken ardından hemen “peki bugün neden?” ile başlayan soruyu zihinlere düşürüveriyor. Hameden tarafından gelen Muzaffer Burucerdî’nin yaptırdığı bu eser o dönemde nice fizik, kimya ve astroloji araştırmalarına mekân oluşturmuştur kim bilir?
Sivas ile Konya’yı bağlayan bir eser çıkar karşımıza: Gök Medrese. Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından yaptırılan çifte minareli taç kapılı bu eserin mimarı Konya’lı Kalûyan’dır. Sanatsal özelliklerini konunun uzmanlarına bırakarak bu medreseden Kızıl Medrese diye bahseden Evliya Çelebi’yi dinleyelim: “Kızıl Medrese derler ibret verici bir medresedir ki İslam ülkelerinde öyle bir ilim yuvası ne yapılmıştır ve de yapılabilir. Timur gördüğünde parmaklarını ısırıp yapısına hayran kalmıştır. Gören adamın aklı perişan olur. Üstad mermerci bu kapının sağında, solunda, üst tarafında ve Havernak kemerlerindeki mermerlere öyle keser vurmuş, Cenab-ı Barî’nin kudret eliyle yarattığı bütün çiçeklerin resimlerini aynısı yapıp çiçeklerin şekillerini bu kapıya işleyip öyle ince kalem vurmuş ….”
Ecdat eserlerinin tamamını bir çırpıda dolaşma imkânı yok elbette. 1500’lerde Sivas Valisi Sinan Paşa tarafından yaptırılan ve bugün çoğunluğunu baharatçıların oluşturduğu Subaşı Hanı ile 18. yüzyıl dönemine ait, valiz satıcıları ile kafelerin biraz görüntü kirliliğine yol açtığı Taşhan görülmesi gereken mekanlardan. Tarihin derinliklerinde bir yolculuk yapmayı sevenler için Arkeoloji Müzesi, büyüklüğü ve sergi atmosferi ile büyüleyici bir ortam. 1914’te Vali Muammer Bey tarafından Mekteb-i Sanayi İmalathanesi olarak inşa edilen müze, bahçesi ve çevresiyle görülmesi gereken tarihi mekanlardan biri.
Sivas Ulu Camii’den çıkıp Dünya’nın harikalarından olan Divriği Ulu Camii’ye gitmek isterseniz bilin ki doğuya doğru yaklaşık olarak 2 saat süren 150 km’lik bir yol var. Demir yüklü dağlarından demiryolu geçen Divriği’den nasıl bahsetsek acaba? Bir parantez açıp önemli bilgilerden alıntılarla yola devam edelim:
Sivas-Erzurum hattı ile Malatya’dan başlayarak Divriği civarında bu hatla birleşecek 548 km uzunluğundaki demiryolunun ihalesini Mühürdarzade Nuri Bey alır. Demiryolu yapımına Sivas Kongresi’nin 14. yıldönümü olan 4 Eylül 1933’te başlanır, 20 Ekim 1939’da işletmeye açılır. Kimdir bu Mühürdarzade Nuri Bey? 1886’da Divriği’de doğan, 17 yaşında sınavı kazanarak Kangal’da Ziraat Bankası’nda göreve başlayan, 1911’de İstanbul’da görevlendirilen, istifa ettiği 1920’ye kadar İstanbul’da üst düzey memuriyet görevlerinde bulunan Nuri Bey gayrimüslimlerin elinde olan bir sektöre girerek sigara kâğıdı üretmeye başlar: Türk Zaferi Sigara Kâğıdı. İşyerine astığı yazı da pek anlamlıdır: Satış peşin, fiyat maktu, pazarlık yok.
İlk demiryolu ihalesini alan Nuri Bey’in yaptığı toplam demiryolu uzunluğu 1012,5 km’dir. Bundan dolayı Atatürk Nuri Bey’e Demirağ soy ismini verir. Yaptığı demiryollarına ilaveten Bursa Merinos Fabrikası ve İzmir Selüloz Fabrikası gibi tanınmış pek çok fabrikanın inşasında da Nuri Demirağ’ın emekleri vardır.
İlk uçak fabrikası, Tayyare Cemiyeti, ilk uçuş okulu, ilk paraşüt üretimi başlıklarının altını doldurmak makalemizin konusu değil elbette. Ama adeta üretmek için doğmuş yüksek idrakli bir beynin o günün şartları içerisinde yaptıklarını bizler bugün bile düşünmekte zorlanırken kaynağını bilemediğimiz bir gücün bu emekleri zayi etmek için çabalaması ve başarılı olması ise hayli üzüntü verici. Her şeyi bir kenara bıraksak bile bir kişinin çabası ile o günün şartları içerisinde 1000 km’lik demiryolu yapılmasını anlayabilmek hiç de kolay değil.
Biraz da demirden bahsetsek nasıl olur? 1935–1936 yıllarında Divriği, Vazıldan Bucağı çevresinde Maden Tetkik Arama Enstitüsü jeologlarının yaptığı araştırmalar sırasında demir cevheri yataklarının görülmesi ile bu bölgede demirin varlığı anlaşılır. Bir yıl sonra Sivas-Erzurum demiryolu güzergâhının tespit etütleri yapılırken kuvvetli manyetik alana girilir ve ana üretim sahaları bulunur. Demir cevheri yataklarının ortaya çıkmasından sonra 19 Mayıs 1938 tarihinde bu işletme Etibank Genel Müdürlüğüne bağlanır. Sözün özü; demir ve demiryolu birbirini besler, birbirine sebep olur.
Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’nı anlatmaya kalemler, kağıtlar yetmez. Hiçbir kitap, hatta hiçbir fotoğraf bu eserin değerini layıkıyla anlatmaya güç yetiremez. Şöyle iddialı bir laf edebilirim ki, Kâbe-i Muazzama ve Ravza-i Mutahhara’yı gördükten sonra hiçbir şehrin beni şaşırtmayacağını, hiçbir şehrin Mekke ve Medine kadar beni etkilemeyeceğini söylemiştim. Bugünkü tabiriyle büyülü atmosfer denilen o aşkın hissiyatın başka bir coğrafyada yaşanamayacağından o kadar emindim ki, nitekim öyle de oldu. Divriği Ulu Camii’yi gördükten sonra da şu kanaate vardım: Bundan sonra göreceğim hiçbir sanat eseri eminim ki beni bu kadar etkilemeyecektir. Şimdi elbette birileri çıkıp Michelangelo’nun meşhur heykellerinden bahis açabilir. Konu buraya varmışken şunu söylemem gerekir: Biz hiçbir zaman sanatımızın büyüklüğünü Dünya’ya ve Dünya’lılara anlatamadık. Komplekslerimize cehalet eklenince başkalarına hayranlık duymak zorunda kaldık. Tarihimize değil bize sunulan tarihe boyun eğdik.
Bir sanat tarihçi Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’nı kitaplar dolusu anlatabilir. Ancak bu sanatı idrak edip anlatmaya cesaret etmek benim haddimi aşar. Görmek anlamaya yetmez. Görmemek ve bilmemek ise hayatta karşılaşılabilecek büyük kayıplardan. Dedim ya Gökte Yapılan Şehir diye. Çünkü yerdekilerin buna gücü ve iz’anı yetmez.
Sözü gene Evliya Çelebi’ye bırakıp geri çekilmekte fayda var: “Mermer ustası bu camiye öyle emek sarf edip duvar yüzlerini öyle bukalemun nakşı etmiştir ki ne Ayasulug'da Sultan Yakub Camii, ne Bursa'da Yıldırım Han'ın Ulu Camii, ne Sinop şehrindeki minber nakşı, ne Rum ülkesinde Atina'da Ebülfeth (Fatih) Camii ve ne Budin serhaddinde Estergon Kalesi Camii bu Divriği Camii'nin işçiliğindeki ustalığa denk olamazlar. Kısacası övgüsünü yapmakta diller kısa kalır. Duaların kabul olduğu yer olduğundan gece ve gündüz kalabalık cemaatten hali değildir.”
Sözün özü; Sivas nazar değer diye kendini asırlardır gizli tutan bir Türk yurdu. Cumhuriyete giden yolda rehberlik yapan şehir. Divriği izini Sivas’tan bile gizleyen, sanki gök kubbeden numune olsun diye yere indirilen bir belde. Demir yüklü dağların manyetizması içerisinde kendini yüz yıllardır korumayı başaran bir Divriği Ulu Camii. Kim bilir yarın yolumuz hangi Türk iline rast gelir, bilemeyiz ama biliriz ki Divriği’yi de asla unutamayız.
Türkiye'm! Hasretim! Kınalı türküm! ..
İçiçe güzellik, uç uca kahır
Yüreğimi bin parçaya bölseler
Her parçası yine seni çağrışır.
(Yavuz Bülent Bakiler)