İlim ve Siyaset Birlikte Yürümez

Yusuf Alpaslan Özdemir

D. Mehmet Doğan yeni kitabında; ‘bir hafıza silme oyunu, köklü kültürümüze ve şahsiyetlerimize saygısızlık çalımı’ olarak nitelendirdiği 1. Türk Dil Kurultayı’nı gündeme taşıyor

Hepimiz günlük hayatımızda az kelimeyle iletişim kurmaktan, kendimizi tam anlamıyla ifade edememekten yakınırız. Daha da ileri gidersek, yakın zamanda canlı bir şekilde kullandığımız kelimeleri anlayamamaktan, ahengiyle coşamamaktan sitem ederiz. Buna bir de dünyada kendi içinde çevrilen (yani Türkçeden Türkçeye) tek dil olduğumuz gerçeğini eklersek acımızın, hüznümüzün derecesi anlaşılmış olur. Dilimizin serüveni dram yüklüdür.

Güzel türkçemizin hal-i pür melalini ve serüvenini yüreğinde yaşayan, dert edinen D. Mehmet Doğan, yapılan yanlışları ve neler yapılması gerektiğini öztürkçe aşkıyla yanıp tutuşulan, herkesin susup korktuğu zamanlardan beri haykırıyor, dilimizin yılmaz savunuculuğunu aynı aşk, inanç ve heyecanla sürdürüyor. Bu mümtaz şahsiyetimizin dilimizi mesele edinen yeni eseri ‘Türkçenin Cenaze Töreni: 1. Türk Dil Kurultayı’ bu yazının konusu olacak.

Kitabın en başında okur uyarılıyor: ‘Bu kitapta TDK imla kuralları dikkate alınmamıştır.’ Doğrusunu ve olması gerekeni yapıyor Doğan. ‘ tıraş mı yazsak, traş mı; önsöz mü ön söz mü’ gibi eften püften detaylarla uğraşan,  sık ve çelişkili değişikliklerle imlayı doğru öğrenmeye ve kullanmaya çalışanların başını döndüren, dilimize karşı sorumluluklarının farkında olmayan, güzel türkçemizin ardı ardına darbeler alarak yıpranmasına göz yuman bir kuruma ne derece güvenebiliriz ki(!) Bu uyarı yanında kitabı dikkatli bir şekilde okuyanlar, yazarın büyük ve küçük harf kullanımı, sert sessizlere yer verme gibi konularda aldığı insiyatifin nedenlerini anlayacak ve Doğan’a hak vereceklerdir. Özellikle kelime sonlarındaki –din ekine dahi tahammül edemeyip bunları –tin(ruh) ile değiştiren zihniyetin kirli emellerine alet olmamak, -sel,-sal eklerini kullanarak ve tezlerdeki latince kullandığını sanarak bilgiçlik gösterisi sahneye koyanların seyircisi olmamak için ilham uyandırması, okura dil konusunda bilinçli ve dikkatli olmasını salık vermesi bu eserin en baştan vurgulamamız gereken temel vasıflarından biri.

&&&

Kurucusu olduğu, şimdilerde şeref başkanlığını yaptığı Türkiye Yazarlar Birliğine gelir getirmesi amacıyla kurulmasına öncülük ettiği Yazar yayınlarından çıkardığı ‘Türkçenin Cenaze Töreni’ni başlangıçta sistematik bir eser olarak düşündüğünü, fakat yazma safhasında sistemli bir kitap yerine parça parça yazılardan meydana gelen ve böylece iç sistematiğini yapan dipnota boğulmamış, deneme tadında bir eser ortaya çıktığını belirten D. Mehmet Doğan, tansiyonun yükseldiği, dilimize karşı hokkabazlıkların ve şarlatanlıkların havada uçuştuğu durumlarda dahi ağırlığını koruyarak, tepkisini harikulade ironiyle ve iyi seçilmiş kelimeleri tüm ahengi ve zerafetiyle ortaya koyuyor.

‘Türkçenin Cenaze Töreni’nin Osmanlı Türkçesi’ne dair başlangıcını dil kurultayı ile ilgili bölüm takip ediyor. Kitabın son bölümü ise dil devrimi sonrası ve bugünün ağırlaşan dil meselelerine ayrılmış. Kurultay tutanakları ile o günlerin bazı gazete küpürlerini ihtiva eden 60 sayfalık bir bölüm de son kısma eklenmiş. ‘Sunuş’ ve ‘önsöz’ yazıları kurultayın ana gayesinin kavranması adına özlü ve temel bilgiler içeriyor. ‘Türk edebiyatı demek 20. Yüzyıla kadar Osmanlı edebiyatı demekti. Osmanlı hükümdarlarının Türkçeyi teşvik ettiğine dair bilgilere sahibiz.’ diyen Doğan’ın; ‘1932’de ilk defa yapılan Türk Dil Kurultayı, Osmanlı düşmanlığı, Türk ve Türkçe hamaseti yanında, Türkçenin batı dilleri ile aynı kökten olmasına dayanan ‘tez’lerin okunması, konuşmaların yapılması şeklinde 10 gün sürmüştür. (…) Görülecektir ki bu kurultayda ilim konuşmamıştır, hakikat gözetilmemiştir, hak teslim edilmemiştir, gerçek anlamda bir dil ıslahı programı ortaya konulmamıştır. 2.ve 3. Kurultaylar da farklı değildir.(…) Türkçenin 20. Yüzyılda başına gelenler hiçbir dilin başına gelmedi.(…) dil devrimi plansız, esassız, olumlu anlamda neticesiz bir harekettir. Bu devrimin öncüsü Mustafa Kemal olmakla beraber, asıl sahada olanlar konunun gerçek uzmanları değildir, bunu bir tarafa bıraksak bile ilim adamı haysiyeti ile hokkabazlıklar, şarlatanlıklar yapmışlardır. Türkçe onların elinde oyuncak olmuş, istedikleri gibi kesip biçmişlerdir. Bu yürütücü ekibin dilimizle bu kadar vahşice oynayabilmelerini, bu dile borçlu olmalarına, hissen bağlılık duymamalarıyla irtibatlandırmak bana hüzün veriyor, fakat hakikat budur. Kitap okunduğunda dikkatli ve hakikatlı okuyucuların bu kanaatimi paylaşacaklarını umuyorum.’ şeklindeki sözleri yaşananların vahametini vurgulamaktadır.

Kökenindeki ‘Osmanlı ve islam kültürünün izlerini tamamen silmedikçe batı bizi kabul etmez’ şeklindeki asli niyet gerek İsmet İnönü, gerekse dönemin ileri gelenlerince açık açık dillendirilmiş, kurultayın yapıldığı Dolmabahçe sarayı ile ilgili gazete haberi, hakim zihniyetin kodlarını açıkça ortaya koymuştur; ‘Bu salonda vaktile sırmalı ve sarıklı kul oğulları birikirler, mütereddi bir hanedanın tahtından uzanmış solgun perde saçaklarını öpmek için sıra bekleşirlerdi. Şimdi onların yerini alimler, mütefekkirler, şairler, edipler(…) almışlardır. Bu inkılabı yaratan Büyük Adam, yirminci asrın en kıymetli çocuğu da aralarında bulunuyordu.’ Gerçekten iddia edildiği gibi miydi acaba, kitapta izini sürelim gerçeğin; ‘Dil devrimi gerçek anlamda 1934 yılı ağustosunda toplanan 2. Türk Dil Kurultayı’ndan sonra uygulanmaya başlanmıştır. Yıkım ekibinde yer alan başlıca silahşörleri hatırlayalım: Ahmet Cevat Emre, Agop Dilaçar, İbrahim Necmi Dilmen, Mehmet Ali Ağakay gibi parsa toplayıcıları hatırlarız ilk planda. Ülke zor durumda, ekonomik olarak da büyük sıkıntılar var ortada, ama buna rağmen nerelerde neler aranıyor, nasıl bir algı oluşturuluyor. Babasının malıymış gibi ömür boyu vekillik dağıtmalar, şahsi ikbalinin peşinde haysiyetini kaybeden ilim adamları, hokkabaz ve şarlatanların borusu ötmektedir kurultayda, öncesi ve sonrasıda: Daha evvel ‘iki şeyde devrim olmaz; dil ve musiki’ deyip yan çizen Ahmet Cevat Emre, Emre gibi köklü bir dil tahsili olmayan, her emrine uyduğu Atatürk’ün güneş dil teorisini anlatmakla görevlendirilen, bu dersi DTCF’de okutan, Atatürk’ün ölümüyle bu dersleri kesmesinin sebebini ‘güneş öldükten sonra teorisi mi kalır’ şeklinde açıklayan İbrahim Necmi Dilmen, asıl mesleği hekimlik olduğu halde hekim kıtlığında mesleğini terk ederek dilciliğe soyunan, cumhuriyetin ilk resmi sözlüğünün(!) müellifi Mehmet Ali Ağakay, dünya edebiyatına tek bir eser dahi kazandıramamış ermeniceyi hatasız bir dilmiş gibi gösteren, bu dilin hiçbir ‘ses’inden vazgeçilmezken Türkçeyi kurtarmaya soyunan ermeni Agop Martayan, nam- ı diğer Agop Dilaçar(A.Dilaçar), morg müdürlüğünden sıkılıp dil işlerine giren, Türkçenin doğudan batıya yayılan bir kuşak üzerinde ticaret dili olarak geliştiğini, Türk kelimesinin tüccar anlamına geldiğini, dilimizin Hind-Turan grubu içinde yer aldığı gibi müthiş fikirleri(!) olan Saim Ali Dilemre, Yahya Kemal’in azılı düşmanı ve yalakalıkta sınır tanımayan İsmail Müştak Mayakon, nihayet bir Anadoolulu, hem de Konyalı ve üstelik medreseli bir dilci, Atatürk soyadının müjdecisi şiirin sahibi Naim Hazım gibi isimlerden oluşur yıkım ekibi. Sadece bunlar mı, biraz daha hatırlayalım, ezber bozalım kitabın rehberliğinde… Başlangıçta harf inkılabına karşı çıkma cesaretini gösteren, sonra ikna edilen, karşılığında ordinaryüslük verilen, milletvekili yapılan, bundan sonra da ilmi hiçbir çalışması bulunmayan Fuat Köprülü’yü de anmadan geçmeyelim. Örnekleri ve sözü daha fazla uzatmadan Doğan hocamızın sözüyle bağlayalım; ‘1932’nin 28 Eylülünde toplanan dil kurultayının ilmi seviyesi için sıfır kelimesi yüksek bir rakam sayılabilir! Aman Allahım ne içi boş iddialar ne ipe sapa gelmez laflar ne kuru övünmeler. Ve tabi ‘Gazi’ye yağcılık seviyesinde medhiyeler düzmeler. Sadece Hüseyin Cahid Yalçın vardır üst üste dizilmiş küpleri deviren bu sıralarda.’

‘Bugün yeryüzünde kültür taşıyan bütün lisanlar, hep ana Türk dilinin birer lehçesi olarak görünüyorlar’ gibi uçuk kaçık düşüncelerin de arz-ı endam ettiği kurultay tezleri ilim aleminde rağbet görmediği gibi, hayli tenkit edilir. Sadece dil tezlerinin değil, tarih tezlerinin de kalıcı ve tahripkar olduğu vurgulanır kitapta; ‘Halen okutulan lise tarih kitaplarında Sümerlerin orta Asya’dan geldiği, Türkçeye benzer bir dile sahip olduğu tekrarlanıyor. Ana yurt ve göçler konusundaki ısrar da sürüyor. Etilerden hiç bahsedilmiyor. Hititlerin Türklüğü ve dillerinin Türkçeye benzediği konusunda ise hiçbir bilgi yok.’ Ama dil tezleri daha zarar vericidir, çünkü hiçbir ilmi değeri olmayan tezler üzerine dil, gramer ve sözlük inşa edilmeye kalkışılmıştır.’

&&&

‘Dil inkılabının ilk işaretini kim verdi? İlk öztürkçe konuşmayı kim yaptıysa o! İlk öztürkçe nutuk İsmet Paşa tarafından 18 Şubat 1929’da verilmişti. Şimdi bu öztürkçe konuşmayı anlamaya davet ediyor bizi D. Mehmet Doğan; ‘Önlü efendiler! Türkçemizin söz kitabı bizim çok yüzlükten beri sezdiğimiz bir eksiktir. En nihayet bu eksik te tamamlanmak için cumhuriyet yaşayışına kavuşmağı bilmiştir, beklenmiştir. Acı ile anmalıyız ki, şimdiye kadar dilimiz sınırları açık bir yurt kalmıştır’

Gülelim mi, ağlayalım mı bilemedim. İlim adamı, katılımcı, konuşmacı daha doğrusu yağlama faaliyetinin ardından oluşturulan 8 bin civarında bir kelimeden müteşekkil sözde bir lügat ve komik, anlaşılmaz kelime hazinesi. Kitabın ilerleyen bölümlerinde bahsedilen günümüz akademisindeki tez başlıkları, tıp dili ile alakalı misaller acıma ve hüzün duygularımız yanında kızgınlığımızı da ziyadesiyle artırıyor.

&&&

‘Türkçenin Cenaze Töreni’; doğru sandığımız, fakat bize yutturulmaya çalışılan pek çok hatalı bilgiyi de düzelterek ve doğrusunu aktararak okurun genel kültürüne katkı sağlıyor. Bunlardan sadece birini aktarmamız kafi gelecektir; ‘Karamanoğlu Mehmed Bey, 1960 darbesinden sonra keşfedilen bir sahte kahraman. Meşhur Cimri vak’asının ‘kahraman’ı. Selçuklu tahtına, bir rivayete göre düzmece şehzade Siyavuş’u, yani cimriyi geçirmesi, bunun Konya halkı ve Selçuklu bürokrasisi tarafından hoş görülmemesi üzerine bir güvenlik tedbiri mahiyetindeki ferman olduğu iddia edilen yasak metni. Neden Türkçeden başka dil kullanılmayacak, çünkü Selçuklu bürokrasisinin dilini bilmiyorum, farsça konuşup bana kumpas kurarlar! Ne dediklerini anlayayım ki, tedbirini alayım!’ derdinde Mehmed Bey.

‘Dilimiz Türksel’ başlıklı son bölüm buna benzer pek çok mesel ve kişinin aslı astarını, nedenini sonucunu faş eden, en sinir bozucu durumların müsebbibini ironiyle tatlı tatlı alt eden yazılardan mürekkep. Cemil Meriç’in örnek öğrencisiyken sonrasında savrulup taraf değiştiren Berke Vardar, Yusuf Kaplan’ın isyanı gibi anekdotlar okuyucuyu bekliyor bu bölümde.

&&&

Aynı çağda yaşamaktan, tanışmış olmaktan ve tedrisatından geçmekten bahtiyar olduğum D. Mehmet Doğan hocamızın bu eşsiz eserini tek bir yazıyla anlatabilmek, onun kelimeler üzerindeki hünerini yansıtabilmek elbette imkan dahilinde değil benim için. Konu hakkında okunabilecek güvenilir başka kitaplara da kapı aralayan ve bu konuda okuyucuya rehberlik eden ‘Türkçenin Cenaze Töreni’nin neden okunması gerektiğini ve neler kazandıracağını naçizane ortaya koyabildiysem ne mutlu bana…