Payitaht’tan Çeşm-i Cihan’a Seyahat

Mustafa GÜDEN

“Kardeş, şu yalan dünyada görmen gereken ilk memleket köşelerinden biri Bartın’dır, aklında bulunsun. Hele Amasra yok mu; insanı kendine âşık eder, ayrılmak istemezsin” derdi. Bu sevda ile tutulmuştu Bartın’a Mevlüt Ataseven. Yıllarca Bartınspor’dan ayrılamayışının sebebi de bu olmalıydı. Tembih aklımızdan çıkmadı çıkmasına da, yıllardır yolumuzu bir türlü Bartın’a düşürememiştik. 1980’li yıllarda Konyaspor’un peşinden maceralı ve çileli bir Ankara-Zonguldak-Karabük yolculuğumuz olmuştu. Karadeniz’e ilk göz açtığımız şehirdi kara elmasın beldesi. Heybetli dağların arasından salına salına ilerleyen posta treniyle vardığımız Karabük o yıllarda henüz kabuğunun darlığını yaşayan, talihine mağlup bir ilçe idi. TYB Konya Şubesi’nin ‘Yazılacak Çok Şeyimiz Var’ projesi kapsamında düzenlediği Karabük, Safranbolu, Bartın, Amasra seyahati bizim açımızdan yılların özlemine çare olacak bir fırsattı. Cumartesi sabahı birbirinden kıymetli dostlarla Kılıçarslan Meydanında buluşup yola revan olduk. Otobüste TYB Konya Şubesi Başkanı Hayri Erten program hakkında bilgilendirmede bulunduktan sonra sohbet faslı açılıyor. TYB Onursal Başkanı Ahmet Köseoğlu kafilede bulunanların kişisel yeteneklerine hâkim; kim şiir okur, kim şarkı söyler biliyor. Repertuarı bir hayli zengin olan Muhammed Acıyan iyi ki yanımızda, diyoruz. Aydınlar Ocağı Başkanı Mustafa Güçlü, Zeki Oğuz ve Saffet Yurtsever’in analizleri, Nihat Abayhan, Mustafa Balkan ve Şener İşleyen’in anıları, Bedir Köseoğlu, İsmail Detseli, Hatice Hilal Seyhan, Salih Sedat Ersöz, Kazım Öztürk ve Ömer Lütfi Ersöz’ün şiirleri, Hüzeyme Yeşim Koçak’ın öyküsü, İbrahim Can’ın sosyolojik tespitleri, Melahat Ürkmez’in nağmeleri, seyahatimize eşlik ediyor. Genç doktor Şeyma Ürkmez kendini tanıtırken ‘İyi bir beyin cerrahı olmak istiyorum’  deyince birden kendimi kafilenin en şanslısı sayıyorum. İlk molada aynı masadaydık, ‘Başınıza ne olduğunu merak ediyorum’ deyince yedeğimdeki ameliyat raporlarını eline tutuşturup fikrini alıyorum. Ameliyattan sonraki gelişmelerin çok iyi olduğunu söylemesi benim için mutlu ediciydi. Konya’dan Gerede’ye kadar otoyol kalitesinde, ‘su misali’ akarcasına sorunsuz bir şekilde ilerledikten sonra Koçumlar, Kapaklı, Ortaköy, Köyceğiz Kayı derken Karadeniz coğrafyası kendini hissettirmeye başlıyor. Toprak parçasının görünmediği dağların arasında, ‘kaymak misali’ asfalttan akıp giderken Bedir Köseoğlu içindeki espriyi tebessüme sunuyor, ‘Ağaçtan dağ yapmışlar’ diyerek. Evet, Allah harikulade sanatıyla varlığı, birliği ve kudretini ikram ediyordu yeryüzüne. Soğanlı Çayı boyunca Cemaller’i geçerken Türkiye’nin sembol fabrikalarından Kardemir’in kuleleri selamladı bizi. Şehir kadar, belki şehirden de büyük fabrika sahalarından sonra, Karabük’ün yeni yüzüyle karşı karşıya geldik. Oysa Cemil Paslı kaç sene önce burada askerlik yapmış, gözleri eski Karabük’ü arıyordu. Otuz yıl öncesinin ‘varoş’ diye tabir edilen mahalleleri yerini çok katlı sitelere bırakmıştı. Öğretmenevi’nde odalarımıza yerleşip yemek masasında toplanıyoruz.

*****

SARFANPOLİ’DEN SAFRANBOLU’YA Günün her anını en verimli şekilde değerlendirip dağarcığımızı coğrafya kültürüyle doldurma zamanı gelmişti. Şehir turuyla birlikte rotamızı Karabük’le kapı komşu Safranbolu’ya çevirdik. İlk olarak, 17 yıl Konya’da görev yaptıktan sonra memleketine dönen ve rehberlik etmek üzere bizi bekleyen emekli öğretmen Ramazan Uzuntarla ile buluştuk. Öğrenmeye, dünyanın ‘evleriyle bildiği’ Safranbolu’nun ismiyle başladık. Tabiatın nazlı bitkisi safranın ender yetiştiği bu coğrafya, Romalılardan da ‘şehir’ anlamındaki ‘poli’yi almış, Safranpoli zamanla Safranbolu olup çıkmış. Tevekkeli değil Bolu, Tirebolu, Gelibolu, Hayrabolu gibi isimlerin yaygın oluşu. Kendine has karakteristik özellikleri olan ve UNESCO’nun da listesinde bulunan Safranbolu’da önce Tokatlı Kanyonu’na gidiyoruz. Gözümüze ilk takılan, son zamanlarda sosyal platformlarda sıkça karşılaştığımız Ters Ev oluyor. Etrafı ulu kayalarla ve sık ağaçlarla örülü, ortasından Tokatlı Deresi akan kanyon ürpertiyle beraber bambaşka duyguları da beraberinde getiriyor, dünyamıza yeni hülyalar kazandırıyordu. Yerden 80 metre yükseklikte yapılan kristal terasın üzerine geldiğinizde, bastığınız yeri ilk anda fark etmediğiniz takdirde, boşlukta yürüyormuş yahut düşecekmiş gibi bir hisse kapılmak mümkün. Rüzgârın da etkisiyle arada bir oluşan hafif sarsıntı coşkuyla korkuyu harmanlamaya yetiyor. Biz kanyonu yukarıdan izlemekle yetindik ancak aşağıdaki yürüyüş parkurunun heyecan verici olduğunu kestirmek hiç de zor değil. Sıkı durun; Sadrazam İzzet Mehmet Paşa daha o yıllarda İncekaya Su Kemerini kanyona adeta nakşettirmiş. İlginç fikirlere sahip bir girişimcinin inşa ettirdiği ters evde bütün ev gereçleri de yukarıdan sarkıyor. Sizi verandanın zemininde asılı bir araba ve eşiği yukarıda bir kapı karşılıyor! Mutfak masasından yatak odasına, koltuk takımından ütü masasına kadar her şey havada ve siz bu ters evin içinde arada bir oluşan sarsıntıyla düşme, devrilme korku ve heyecanına kapılıyorsunuz. Kanyonla birbirini tamamlayan bir çalışma olarak değerlendirilebilir. Artık şehir vakti… Bir noktaya kadar otobüsle vardıktan sonra yürüyerek Hıdırlık Tepesine çıkıyoruz. Şehre hâkim, bütün görseli sunan bir yer. Sizi Şeyh-ül Etıbba’nın Türbesi karşılıyor, bir Fatiha ikram ediyorsunuz. Bembeyaz duvarların ortasında nakış gibi işlenmiş kahverengi pencereler, birbiriyle uyumlu çatılar… Mimari dokuda göze batan bir çarpıklık yok. Necmettin Erbakan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Ahmet Çaycı, “İyi bari burayı koruyabilmişiz” diyor hayıflanarak. Yazma Eserler Bölge Müdürü Bekir Şahin, bin yıllık eser zarafetinde izliyor şehri. Kazasker Hüseyin Efendi’nin 1645’de yaptırdığı Cinci Han Kervansarayı ve Kale Tepesindeki Kent Tarihi Müzesi şehrin geçmişten geleceğe yolculuğuna ışık tutuyor.  Esnaf Ve Zanaatkârlar Çarşısı’nda Eczanecilik ve Lokumculuk Müzeleri görülmeye değer. Yok olmakla karşı karşıya olan yemenicilik, demircilik, kunduracılık, semercilik, kalaycılık, bakırcılık zanaatları da burada sergileniyor. Baharatçılar da çarşıya renk kazandırıyor. İzzet Mehmet Paşa’nın 1796’da inşa ettirdiği Camide huzura duracak, avlusunda asırlık çınarların arasında gölgelenirken güneş saatinin detaylarına dalacaksınız. Avlu kapısından dışarı çıkınca el sanatları çarşısının büyüsüne kapılıp gözünüzü dükkânlardan alamıyorsunuz. Tam da bu sırada İbrahim Günay çekiştiriyor, ‘Askıcıyı takip edelim, çay var’ diyerek. Dar sokaklardan yukarı doğru tırmanıp sola sapınca tanıdık bir lezzetin kokusuyla doluyor ciğerlerimiz. Köşesinde genç bir hanımefendinin çeşit çeşit lokum ikram ettiği sokakta taze çaylar, yokuşların yüklediği yorgunluğu silip atıyor adeta. Ramazan öğretmen ‘Resim atölyesine gitmek ister misiniz?’ deyince daha başka heyecanlara yürüdüğümüzün farkında değildik. Daracık sokağı ‘sanat musikimizin tatlı nağmeleri süslüyordu. O da ne! Azizim Mustafa Balkan kendini kaptırmış, soliste eşlik ediyordu. Kafilenin yürek neşesi Muhammet Acıyan’da ekibe katılınca sokak sakinlerinden uzak doğulu turistlere kadar herkesin ilgisi müzisyenlerle birlikte Konya ekibinin üzerinde odaklanıyor. Hüzzam, Nevâ derken iş Konya türkülerine gelince bizimkilerin kıvraklığıyla birlikte sokağın coşkusu zirve yapsa da, fırsatını bulup Azizimin kulağına ‘Hareket saatine beş dakika kaldı’ diye fısıldayınca müzik faslı final yapıyor. Sokağın köşesinde tombul orta yaş üzeri bir hanımefendi oturduğu ocağın başında yaptığı sac böreklerini sunabilmenin ‘sade telaşı’ içindeydi. Önlüğündeki ‘Konya unu’ yazısını gösterip, Un da Konya’nın börek de’ diyecek oluyorum. ‘Un sizin de börek benim’ diyor sevimlice, ‘Yerseniz yapıverem bi dene’ diye de eklemeden edemiyor. -Ben en çok yoğurtlu böreği severim, siz de yapar mısınız, diye sorunca daha bir mutlu oluyor, ‘Yoğurtlu sac böreği de pek güzel olur’ diyor. Bakınmayın öyle, yemedim! Otobüs duraklarından şadırvan, hatta umumi tuvaletlere kadar mimari uygulanabilecek her yere Safranbolu Evi görüntüsü kazandırıldığını gözlemleyerek ağır adımlarla geçiyoruz inişli çıkışlı yollardan, gitmek istemez gibi. Sıcağın altında çok gezdik ama yoğunluk üzerimizden uçup gidiyor sanki. Sırılsıklam terlemeye inat kimsenin şikâyeti yok. Akşam yemeği için Karabük Belediye Başkanı Rafet Vergili’nin davetlisiyiz. Fakat Başkan İstanbul’da olduğu için bizi Karabük Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Metin Kaya ile İkinci Başkan Nuray Alpboğa karşılıyor. Yediğimiz içtiğimiz bize kalsın; hoş sohbetin ardından TYB Konya Şubesi Başkanı Hayri Erten ziyaret anısına hazırlanan plâket ve Konya kitaplarını Belediye Başkanı Vergili’ye iletilmek üzere Cemiyet Başkanı Kaya ile yardımcısı Alpboğa’ya takdim edip teşekkürlerimizi emanet etti. Kaya bizde de olduğu gibi, ‘Bunu saymayız’ kabilinden bir girizgâhtan sonra “Sizi tanımaktan, misafir etmekten onur duyduk, ama bu olmadı. Daha geniş zamanlı olarak mutlaka yine gelmenizi bekliyoruz” diyerek samimiyetini gösterirken TYB Başkanı Erten’de ev sahibi dostlarımızı Mevlâna yurduna davet ederek mukabelede bulunuyordu. İstirahat vakti gelmekteydi. Öğretmen Evinin yolunu tutarken, gecenin kalan zamanı yorgunluğumuzu silmeye yetecek miydi acaba? Namaz faslından sonra herkes odalarına çekilirken biz Sadık Gökçe ile lobinin yolunu tutuyoruz. Çay bahane, gönlün muradı sohbetti. “Geç oldu, biraz da bir uyuyalım” dediğimizde saat 2.30’a varmadaydı. Telefonu peş peşe alârma endeksleyip yastığa baş koyarken geç kalma kuşkusuna rağmen uykuya varıyoruz. Fakat o da ne; saatten önce açılıyor gözlerimiz, müezzinin “Allahüekber” nidalarıyla. Güya yorgunluğa yenik düşüp saat bizi uyandıramayacak, kahvaltıya gecikip heyet bizi bekleyecekti!  -Haydi Ziya bey davran, imam bizi çağırıyor diyorum, ok gibi fırlıyor.  Kalan zamanda bana uyku yok, gözlerim çelik gibi. Kahvaltıdan sonra camii kümbetindeki yuvadaki leylekleri hayranlıkla izleyerek yola koyuluyor ve çevre yolundaki meşhur köprüyü bilmem kaçıncı defa tavaf edercesine turlayıp Amasra’ya doğru yola çıkıyoruz. Sohbet faslı açılınca Mustafa Güçlü’nün Safranbolu’da dair övgüleri zirveye varıyor; “Bir yol bulunmalı ve Safranbolu mutlaka il yapılmalı” diyor.

*****

AMASRA HALÂ ÇEŞM-İ CİHAN Aslında önce Bartın’a varacağız. Fakat protokol ziyaretleri böyle isabet etmiş, önce Amasra. İnsan hiçbir kareyi kaçırmak istemiyor adeta. Heybetli dağların üzerine görkemle kurulmuş bin bir çeşit ağaçtan oluşan sanat eserini temaşa etmekten kendinizi alamıyorsunuz.  Kırıklar, Nebioğlu, Abdipaşa… Bitmeyen rampadan ihtiyatla inerken, bu yolun çıkışı düşüyor insanın aklına; her araba tırmanamaz bu yokuşu diyorsunuz. Filmlere sahne olmuş, ağaçların tünel oluşturduğu ‘hıyaban’ denilen yoldan geçerken bir sessizlik çöküyor otobüsün içine; sanki herkes bir tablonun içinde yaşar gibi! Sessizliği delen Ahmet Köseoğlu oluyor, “Ülkemiz böylesine devasa bir platoya sahipken meşhur film yapımcılarının, yönetmenlerin bu coğrafyayı görmezden gelmelerini anlamak mümkün değil” diyerek. Muratbey’den sonra Bartın ilişiyor gözlere, duraksamadan geçiyoruz. Kıvrım kıvrım inen 17 kilometrelik yolda Bostanlar köyü tünelinden çıkınca aşağıda Amasra arz-ı endam ediyor. İnsanın Fatih Sultan Mehmet Hân’a hak vermemesi elde değil; rüya gibi bir güzellik. Yeri gelmişken kaydedelim; çağ açıp çağ kapatan Koca Sultan fetih için geldiği Amasra’yı görünce, “Lala çeşm-i cihan bu mu ola?” diye söylenir. Büyüleyici güzelliği karşısında, harbin şehre vereceği zararı da hesap ettikten sonra Ceneviz kalesine haber yollar; “Cenk edip bu güzel yere zarar vermek istemem. Kalenin anahtarını bana getiriniz.” Getirirler. Plajın hemen üst tarafındaki parkta, Bartın Belediyesinin bizim için görevlendirdiği sempatik rehberimiz Melih Saylan’la buluşuyoruz. Zamanı en iyi şekilde değerlendirmek ve kafileyi bir arada tutmayı başarmak için ödül-ceza yöntemini anlatıyor. Sonda kalan üç kişi çay paralarını ödeyecek. Parktan çıkarken ekmek büfesinin önünde durup Bartın’a has Çöven Ekmeğini anlatıyor överek. Yalan değil, Karadeniz’in her köşesinde aldığınız her ekmeğin lezzeti bir başkadır. Topluca sipariş verip yola devam ediyoruz.  Şehrin bir yerinde havuz içinde bir heykelin başında toplandık. Rehberimiz heykelin Persli bir prenses olan Amastris'e ait olduğunu, geçmişte Sesamos olan kentin isminin de prensesin ismiyle anılarak zamanla Amasra şeklini aldığını anlattı. Hikayenin hazin yanı; Büyük İskender’in Pers işgaline son verdiği yıllarda Sesamos’un hakimi olan ve giderek güçlenen Amastris’in oğulları tarafından kıskançlık duygularıyla öldürülmesi, bunu duyan eski eşi Makedon General Lysimachus’un da intikam için anne katili oğulları öldürmesiymiş. Yarımadayı Boztepe’ye yani posterlerdeki göz alıcı adaya bağlayan Karanlıkkapı’ya doğru kalabalık bir kafile halinde yürürken arkamızdan gelen otomobiller bize ‘sabretmeyi öğretircesine’ ne kornaya basıyor, ne de egzoz bağırtıyor. Camları açık içi dolu taksiye eğilip kısık müziği işaret ediyorum, ‘ses verin sizi duysunlar.’ Şoförün çehresinde sinir değil, tebessüm hâkim. 

******

Ceneviz Kalesi, Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı Fatih Camii ve tarihi Şapeli ziyaret ettikten sonra klasik Amasra evlerinin arasında gâh turistik figür satıcıları, gâh yerel lezzet satıcılarıyla selamlaşarak Boztepe’ye, ağlayan ağacın yanına varıyoruz. Yaz aylarında denizin ürettiği nemi bünyesinde toplayan ihtiyar selvi ilkbahar ve sonbahar döneminde yağmur misali, gözyaşı dökermiş, böyle anlatıldı. Boztepe dut ağaçlarının altında güzel bir dinlenme mekânıdır. Tam karşımızda bomboş duran ada meğerse nesli korumaya alınmış iki yüz kadar tavşana tahsisliymiş. Bu sırada Amasra’nın yeni Belediye Başkanı Recai Çakır geliyor yanımıza. Çaylar sohbeti koyulaştırıyor. Biz ilçeye duyduğumuz hayranlığı, Başkan misafirperverliklerini, 7 bin olan yerleşik nüfusun yaz aylarında 100 bine vardığını anlatıyor. Not etmekte fayda var; Çakır, “Genel bütçeden 7 binlik nüfusa göre pay alıp, 100 bin nüfusa hizmet üretmenin zorluğunu aşmaya çalışıyoruz” derken genel bir sorunu da dile getirmiş oluyordu.  ‘Yazılacak çok şeyimiz var’ programı kapsamında yapılan ziyaretten duyduğu memnuniyeti ifade ederken Başkan; “Bu kısa ve bizim bilgimiz dışında sürpriz bir ziyaret oldu. Bu programı ikiye çıkarın ve her yıl mutlaka Amasra’ya gelin” diyerek gönül kapılarının bize açık olduğunu ifade etti. O da söz verdi, inşallah Konya’da misafir edeceğiz. Şehrin neredeyse her evi çiçeklerle donatılmış, bütün pencerelerde rengârenk çiçekler endam ediyor. Saksılardan başka eski çizme, bot, terlik, otomobil lastiği, kot pantolon, elektrikli süpürge, hatta otomobile çiçek ekildiğini görebilirsiniz. Bartın’da olma zamanımız yaklaşıyor, demir almayacaksak da yola koyulma zamanındayız. Boztepe’ye ne kadar ağır adımlarla çıkmışsak şimdi o kadar hızlı adımlarla iniyoruz; acele ettiğimizden değil, yokuş çok dik. Yoksa kimsenin gönlünde ayrılmak yok! Ahmet Aka, Saffet Yurtsever, Zeki Oğuz, Bedri Köseoğlu gibi sanatçı dostlar kim bilir hangi şaheser fotoğraflar için dokundu burada deklanşöre?

******

GÜL KOKULU BARTIN Tünele giden yamaçta dönüp dönüp ardımıza bakıyoruz, sanki herkes gönlünde Amasra türküsü terennüm ediyor. Dedik ya; yollar çetin olsa da mesafe kısa; 15-20 dakikada Bartın’dayız. Belediye Başkanı Cemal Akın bizi Bartın Çayı’nın kenarında düzenledikleri parkta karşılıyor. Sıcaktan mı yoksa nemden mi desek, bir bunaltı var. Fakat bir o kadar ferahlatan koku yayılıyor. Etrafa bakınıyorum; hayır ortancalar burada değil. Çaylarımıza börek ve ak baklava eşlik ediyor.  Üç dönemdir Belediye Başkanı olan Akın bir ara, Üçpınar eski Belediye Başkanı Ziya Kuz ile sıkı bir hatıra yâdında bulunuyor. “İyi ki geldiniz, sizi tanımak güzeldi” dedi Akın. TYB Başkanı Erten’de hazırladığı plâket ve yayınları Başkana takdim ederek jestte bulunuyor.  Eşi gibi kendisi de gazeteci olan Nihal Çınçın hanımefendi gezimizin devamında bize mihmandarlık ediyor. Park içerisindeki Açık Hava Müzesi, türünün ender örneklerinden biri olsa gerek. Kent mimarisinin camekânlar içinde sergilendiği müzeyi bir solukta gezdikten sonra şehir turuna çıkıyoruz. Asfalt yerine taş döşenmiş yollar dikkatimizden kaçmıyor; taşlar o kadar nizami ki, her biri askeri duruşta sanki. Ne bir santim aşağı, ne bir santim yukarı, üstelik rengârenk motiflerle bezenmiş. Bunca yağış alan yerde bu taşlar yerinden kımıldamaz mı; Allah nazardan saklasın.  Trafiğe kapalı caddenin belli noktalarında kent hayatını anlatan küçük heykeller dikkat çekiyor; bir yerde simitçi çocuk, bir yerde bakır ustası, bir diğerinde elinde terazi ile ağdacı… Bir de nizami çiçeklikler dikkat çekiyor; yol boyu bir sandık saksı, yanında ona uyumlu çöp sepeti. Hanım yazarlar Anuş Gökçe ve diğer arkadaşlar ev sahibeleriyle beraberler. Kent Müzesi bizi; Bartın kültürünü aydınlatan şahsiyetlerden, milli parklardaki kuş türlerine kadar genel şehir bilgisi vererek karşılıyor. Üst kata çıkıyoruz; itfaiyecilerin meşhur tulumbaları, yangına müdahale maketleri, meşhur sel felaketinin görselleri derken zanaat ve ticaret hayatını anlatan bölüme varıyoruz. Pazarda sebze satan kadınlar, nalıncılar, keçeciler, demir ustaları… 1970’li yılların siyah önlüklü çocukları okul sıralarına oturtulmuş, önlerinde de kumdan yazı tahtaları var. Oh ne âlâ; tebeşir tozu yok, boyalı kalem yok. Yaz yaz, sil!

******

Bir başka bölüme geçtiğimizde çığlık attığımı hatırlıyorum. Nasıl tutabilirdim kendimi; Bartın Gazetesinin tarihi baskı makinasının üzerine kurşunla dizilmiş sayfa galesi yüklenmiş öylece duruyordu. Hurufat kasası, katratlar, kumpaslar, klişeler 35 yıl önce başladığımız mesleğimizin ne aşamalardan geçtiğini anlatıyordu. Üstelik Konya’da kurabilmek için attığımız bütün adımların boşa gitmişliği de cabası! Şehre gizemli süs katan kuleli su sarnıcından içmek nasip olmadı ama en azından fotoğrafını çektik. Yanlış anlaşılmasın, halen çalışıyor da, biz geçerek muslukta bidon vardı! Her binası sanat şaheseri olan, her sokağı tarih kokan, ılgıt ılgıt esen her yelin ciğerleri gül kokusuyla yıkadığı Bartın’ı birkaç saatte gezemeyecektik. Tesellimiz, nasılsa ikinci defa gelmemiz için ısrarlı davetler vardı. Gemiye koşulmuş inek heykelini de resmedip rehberimiz Çınçın hanımla vedalaştıktan sonra 22. Dönem Bartın Milletvekili Hacı İbrahim Kabarık’ın Bartın Çayına nazır Parthenıos adlı restoranına geçiyoruz. Dedik ya, habersiz çıktığımız gezide ev sahibisiz davetlere katılmak durumunda kalıyoruz. Kentte olduğumuzu haber alan Kabarık, telefonla arayıp ‘Bartın’da olmadığıma üzüldüm’ diyerek akşam yemeğine davet etmişti. Neredeyse tamamen doğal bir mekân, kıyısında ağaçların arasından sessiz sedasız Bartın çayı akıyor. Ahmet Çaycı hocayla birbirimizi çaya nazır fotoğrafladıktan sonra birkaç görüntü yakalamaya çabalıyorum. Nehre başını saygıyla uzatmış pembe güller fark ediyoruz. Manzarayı gülle süsleyen kareleri fotoğraflarken Serpil Yalçınkaya beliriyor yanımızda; “Öğrenmek için bazen bir bileni takip etmek gerek. Kopya çekmeye geldim” diyerek. ** YÜREKLERDE HASRET ATEŞİ GETİRDİK Son çaylarla birlikte veda zamanı da gelmişti. Son bakışlarla otobüsteki yerimizi alırken herkes sanki canından bir parçayı geride bırakıp gidiyormuş gibiydi. Gecen, Tuzcular, İhsanoğlu, Karakoç üzerinden Yenice Irmağının kıyısına kurulu Çaycuma’ya vardık. Belki de Karadeniz coğrafyasının en düzlük arazisinden geçiyorduk. Devrek Mengen, Yeniçağa derken baktık ki kaçış yok; mecburi istikamet Konya. Bir ateş alımlık kadar vardık geldik. Hakikaten de ateş getirdik; hatırladıkça özleyeceğimiz, gitmedikçe çabalayacağımız yerlerin sevdasını, hasret ateşini getirdik. Seyahatimizde bizimle olup gerekli planlama ve hizmetleri üstlenen Yusuf Özdemir ve Süleyman Gençtürk kardeşlerimize de teşekkür etmezsek olmaz.

Kaynak: https://www.oncevatan.com.tr/payitahttan-cesm-i-cihana-seyahat-makale,45866.html --- Önce Vatan Gazetesi