TYB Konya Şubesi’nin düzenlediği Sivas Divriği gezisinde hoş bir tevafuk yaşadım. Gezilerde genellikle yanıma bir kitap alır ve okumaya çalışırım. Misafir yazarlarım sanatçılarım bulunur. Bu defa Şule Gürbüz Hanımefendi’nin Coşkuyla Ölmek kitabı yanımdaydı.
Safalı geçen yolculukta, dimaği lezzetler kadar damak tatları, arkadaşların cömert ikramları da vardı.
Bunları memnuniyetle afiyetle yedik; teşekkür ettik. Fakat yeterli miydi bilemiyorum, mesela büyük bir minnet duygusuyla ‘ölmüşlerinin canına değsin” dedik mi, yoksa geçiştirdik mi, yani ikramın hemen ardından umumiyetle söylenir sanki… İkramlar, iyilikler, karşılıklar ve dualar.
Bu keyifli alış verişten, neşeli düşüncelerden sonra, kitabıma döndüm. Coşkuyla Ölmek’in kahramanı beyefendi de, bir pideci dükkânında tıka basa karnını doyurmuştu. Hatta tamamen görünürdeki, şekli bir takım hareketlerinden dolayı, Pideci onun kâmil bir mümin olduğu zehabıyla fazladan ikramlarda bulunmuş, “Dünya siz gibi bir avuç Müslüman için dönüyor, yoksa bize kalsa ne güneş doğar ne ayçiçekleri başını kaldırır ne balıklar kuytudan çıkıp yol alır. Rızkımızı size borçluyuz… Huu diyelim erenler” diyerek eğilerek hürmetle selamlamış, paketini envaı çeşit pideyle doldurmuştu.
Kahramanımızın akşam yemeği de böylelikle çıkmıştı. Lâkin evinde boya badana işleri vardır ve işçiler oldukça ağır çalışmaktadır.
Hanesine varmış, ayakkabılarıyla uğraşırken, onu gören güler yüzlü bir tanesi “Yardım edeyim mi” diyerek yanına yaklaşır, elindeki paketi almaya davranır. Kendileri için getirildiğini düşünmüşlerdir, neticede çalışan diğer arkadaşlarını da çağırır ve hemen yemeğe başlarlar.
Ev sahibi, aslında öyle bir niyeti olmamasına rağmen müdahale etmez. Çünkü “Birden kendini yavrularının önüne avladığı yiyeceği getirmiş bir aslan gibi” hissetmiştir.
“Mırıldaşarak, guruldayarak benim gibi bir anaları olmasının tadını çıkarıyorlardı. Görüntü pek gurumu okşadı. Ne iyi ettim diye geçirdim içimden. Sonra bu nasıl oldu diye geçirdim içimden. Boş ver, nasıl olduysa oldu diye geçirdim içimden(…)
‘Kaç gün oldu, her gün aklımda size bir ikramda bulunmak, kaçanı kovalamaktan elim değmedi, ama aklımdan da çıkmadı, bir de şöyle içime sinecek bir şey olsun istedim, yasak savmak değil’ der.
Fakat içine bir kurt düşmüştür. Boyacılar “Allah razı olsun” falan demişlerdir, o da “Âmin! Âmin” diye karşılık verir ama “Ama bu verilenlerden kimseye bir pay yok mu, ölmüşlerinin canına değsin diye bir lâf yok mu, beni yetiştiren anama bir pay yok mu” diye kendi kendine söylenir, içerlemiştir. Tabii, olmazsa olmaz, bazı eksikler telafi edilecektir.
Romandan devam edelim. İroni yüklü, nefis bir üslup karşımızda:
“Şu doyan nasipli insanlar için, ‘Yarabbim, şu hayırdan anamın babamın ruhunu da haberdar et, ruhlarına gönderdim,’ dedim. Sonra rahmetli dedem aklıma geldi, onun da ruhuna gönderdim, nenemi de atlamayım şimdi, o da orda dedeme atlamasın diye ona da gönderdim. Ana tarafım mahzun olmuş gibi geldi, onlarında ruhuna gönderdim. Erkenden vefat eden amcamı da kattım, kız kardeşimin rahmetli kocasını da haberdar ettim. Ruhlarına bir Fatiha okudum. Okuyuşumda fazladan bir Arap aksanı sezdim. İçeriden hâlâ sesleri hışırtıları geliyordu, getirdiklerim amma da çoktu. Bunca pideye takılacak ruh daha yok muydu sanki, olmaz mı? Çocukken daha on bir yaşında araba çarpması ile ölen arkadaşım İsmail geldi aklıma onun da ruhuna gönderdim. Sonra bazı mevlitlerde, özellikle Ankara Kocatepe Camii’nden yayın yapılan mevlitlerde son duada bazı devlet büyüklerinin, rahmetli Gazi’nin, vatan uğruna can verenlerin ruhlarına okunduğu hatıra geldi. Hemen ben de bunları ilave ettim. Göğsümde bir genişleme, kalbimde bir vakar duydum. Pideleri alışım, dükkânda başıma gelenler, eve taşıyışım aklıma gelince bu zorluk ve kederle elde ettiğim şeyleri bu kolaylıkla paylaşmamı pek yüksek değerde buldum. Geçmiş âlimlerin ruhlarına da ilave ettim, rahmetli dedem, ‘Edison büyük adam, insanlığa faydalı buluş yapan Müslüman sayılır,’ derdi, onu da ilave ettim. Büyük mutasavvıfları, çok sevdiğim bestekâr Küçük Mehmet Ağayı bunca pide, bunca eza kaldırır diyerek unutup ihmal etmedim. Salondan artık rahat ve gevşek konuşmalar geliyordu, bu huzuru, tatmini onlara Allah’ın izni ile ben sağlamıştım. Çok şükür dedim, peygamber efendimize, diğer peygamberlere, Hz. İbrahim’in ruhuna yolladım. Hz. Âdem geldi aklıma, binlerce yıldır, kim bilir ne halde idi, ona da yolladım. Gözlerim, başım hafiften dönüyordu. Yavaşça içeri girdim. Adamlar hâlâ yedikleri sehpanın etrafında, hafiften yayılmış oturuyorlardı. Beni görünce toplandılar. Bir şey kalmamıştı, sehpa boştu. Sehpanın üzerindeki, pidelerin sarılı olduğu gazete kâğıtlarında dalga dalga yağ lekeleri vardı. Eğildim, gazeteleri dertop edip atmaya davrandım. Güleç yüzlü, ‘Sen zahmet etme abi,’ dedi.
Geniş göğsüm biraz ileri çıktı, ‘Estağfurullah!’ dedim.” (Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek)
Edebiyatçı ikramı, vakti (ders) saati de başka olur.
Yazdıklarınız, hediyeniz pek lezzetliydi. Ölmüşlerinizin canına değsin Kıymetli Yazar, mekanik saat ustası Şule Hanım.
Biz de fevkalade severiz, Etliekmek yemeye bekleriz.
Hz. Mevlâna diyarından selamlar sevgiler…