TASAVVUFUN KALBİ, İRFAN ŞEHRİ : BUHARA
Ahmet Köseoğlu
Hîve’den Buhara’ya da uçakla gidiyoruz, yine çöllerin üzerinden geçiyoruz. Ufkumuzun dışına taşmış biteviye uzanan çöl altımıza serilmiş ucu gelmeyen desensiz tek renk halı gibi uzayıp giderken zihnimde yıllar öncesinden bir hatıra canlandı: On bir yaşında, İmam Hatip’in ilk sınıfında bir talebeyken, Konya Kapu Camii’nde, cuma namazı öncesi Hacı Tahir Büyükkörükçü’nün tok ve sıcak sesinden ilk kez duyduğum iki isim… Buhara ve Sahih-i Buhari… Çocuk yüreğime işleyen o heyecan, yıllar sonra vuslata dönüşüyordu; beni kadim bir medeniyetin kalbine çekiyor, geçmişin ilim ve hikmetiyle buluşturuyordu.
Buhara, yüzyıllardır medeniyetin kalbi, ilmin ve tasavvufun ışığı olmuş; geçmişin bilgeliğiyle yol göstermeye devam ediyor. Buhari ve Müslim’in hadislerin sahih kaynaklarını derlediği, medreselerin âlimlerle dolup taştığı, hikmetin çerağgibi asırlardır parladığı mübarek bir belde. Çöldeki kum taneleri, rüzgârla savrulurken sanki gençliğimin dualarını taşıyor, içimdeki merakı yeniden uyandırıyor ve beni tarihin derinliklerine götürüyordu. Büyük Selçuklular devrinde “Kubbetü’l-İslâm” ve “Doğu’nun Medinesi” diye anılan Buhara, bu sıfatları asırlık ilim, irfan ve maneviyat birikimiyle hak etmişti. Ahlat ve Belh ile birlikte ilmin feneri, tasavvufun menbaı, sanatın sığınağı olmuştu. Mekke, Medine ve Kudüs nasıl mübarek şehirler olarak gönüllerde taht kurmuşsa, Buhara da “Buhara-yı Şerif” adıyla aynı ihtiramla anılmıştı.
Özbekistan’ın gözbebeği, Türkistan’ın zümrüdü Buhara, tarih boyunca medeniyetlere başkentlik yaptı; Numickes, Vihara ve Fahira adlarıyla anıldı. Göktürkler ona “ilmin merkezi” derken, Budistler ve Zerdüştler umutlarını Vihara’ya bağladı. Persler’de Fahira, “övülmüş yer” anlamıyla şehri yüceltti. Zamanla “Tanrı’nın yüzü, Allah’ın cemâli” diye anılan Buhara, dokuzuncu yüzyılda “Kubbetü’l-İslam” sıfatıyla ilmin ve irfanın merkezi oldu. Kale, şehristan ve rabazın kadim şehir düzeniyle şekillenen Buhara’da, Alp Er Tunga’ya atfedilen kale hâlâ kadim birikimi bugüne taşırken, biz de şehre selamımızı verip gezimize buradan başladık. Buhara’nın dünyaya açılan yüzü, bilimi zirveye taşıyan Avicenna ile parladı. Henüz on yedi yaşındayken bir sultana şifa bulan İbn-i Sina, ödül olarak kalenin kütüphanesine girmeyi tercih etmişti. Binlerce kitabın kapısı onun sayesinde ardına kadar açılmış, bilimsel hayat bu kütüphanelerde şekillenmişti.
İşte bu çini süslemeli, taç kapılı Horasan harçlı tuğladan medreseler, tarihin mirasını adeta bir şehadetname gibi bugünün gezginlerine sunuyordu.
Buhara’nın tarihî serüveni, ilim ve hikmet iklimiyle iç içe geçti. Milattan önce III. binyıla uzanan mazisi, 674’te İslam fetihleriyle Müslümanların eline geçti; sonra bir ara elden çıksa da 706-709 yıllarında Kuteybe b. Müslim tarafından yeniden fethedildi. IX. yüzyıl sonlarında Sâmânîler’inbaşkenti olan şehir, XI. yüzyılda Karahanlılar döneminde siyasî önemini yitirse de ilim ve kültür merkezi olarak varlığını sürdürdü. Moğol istilasının yıkımı sonrası Timurlu döneminde yeniden imar edildi; Nakşibendîliğin doğuşu ve Uluğ Bey’in faaliyetleri, kadim kimliğin devamını sağladı. XVI. yüzyılda Şeybânîler’in hanlığıyla güçlenen Buhara, XVII. yüzyıldan itibaren Rus ve Safevî baskılarıyla zayıfladı. XIX. yüzyılda Rus hâkimiyeti arttı; XX. yüzyıl başında yoğun baskı ve yerleşimlerle şehir yeniden şekillendi. 1920’de tamamen işgal edilen Buhara, Sovyet döneminde Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin sınırları içinde varlığını sürdürdü. 1991’de bağımsız Özbekistan ile kendi kimliğine kavuştu. Bu uzun tarihî süreç, şehri yormuş olsa da, kültürel dayanıklılığın ve istikrarın en güzel örneği oldu.
Bugün Buhara’da tarih yeniden canlanıyor; asırlık yapılar, çarşılar ve medreseler, aslına uygun yenile(n)melerle mazinin izlerini günümüze taşırken şehre hayat katıyor. Köhne Çarşı’da gezerken tarih ve sanatın sürprizleriyle karşılaştık: Lebi Havuz kenarında, bir Buharalı sanatçı, küçük bir yapıyı renkli emaye mutfak eşyalarıyla süsleyerek günlük nesneleri sanata dönüştürmüştü. Karşısında, geniş avlulu bir kervansarayda açılan sergide, Türkistan medeniyetinin eşsiz örneklerini yansıtan tarihî objelerin replikaları göz kamaştırıyordu. Burada geçmiş ve bugün, tarih ve günlük hayat, şehir dokusunda adeta el ele veriyordu.
Bir başka durak, meşhur minyatür ve hat ustası Devlet Bey(Davlat Toshev)’in atölyesiydi. Kendisi orada değildi ama talebeleri büyük bir nezaketle bizi karşıladı. İki katlı binanın alt katı sanatsal eserlerle iç içe girmiş bir lokanta, üst katı sergi salonu ve atölye olarak kullanılıyor; sanatçı çizdiği minyatürleri, yazdığı hat eserlerini, yaptığı resimleri sanatseverlere sunmaya devam ediyor, Özbek sanatının hâlâ diri ve yüksek seviyede olduğunu gösteriyordu. Buhara’daki akşam yemeklerimizden birinde, bir lokantada yerel müzik grubu sahne aldı. Fransız bir grup bizden önce büyükçe olan salonun bir köşesine oturmuştu; müzisyenler onların hatırına Fransızca şarkılar, ardından Özbek ezgileri seslendiriyorlardı. Bizim ricamız üzerine Türkçe şarkı ve türküler de söylendi. ‘Dünyada ölümden başkası yalan’ şarkısı icra edilirken, hem sanatçının kırık Türkçesi hem de kafilemizin parçaya eşlik etmesi bir yana, şarkının bitiminde günün yorgunluğunu unutup yaşamın girift zıtlıklarına işaret eden, hayat - memat kavramlarının oluşturduğu derin tefekküre dalıp bir anda oluşan sessizlik de hatıralar arasında yerini aldı.
Buhara’nın manevi huzuru kadar toplumsal düzeni ve gelenekleri de dikkat çekiyor. Yerel halk, aile bağlarını ve köklü âdetleri bağlılıkla sürdürüyor. Örneğin, en küçük erkek çocuk, yaşlanan anne-babasının yanında kalır; onların vefatından sonra aile evi miras paylaşımından ayrı tutulur ve bu evlada kalır. Gelin olacak kızlar, temizliğin sembolü olarak gelinlikleriyle bir ateşin etrafında dolaştırılır; bu, Zerdüşt kökenli ancak İslam’la uyumlu bir gelenektir. Gelenek ile modern yaşamın bu uyumu, kadim derlerin hâlâ canlı olduğunu gösteriyor.
Buhara, Altın Silsile’den yedi büyük mutasavvıfın izleriyle İslam medeniyetinin bereketli topraklarından Mâverâünnehir’in gözbebeği olmuştur. Medreseler, camiler, külliyeler, tekkeler, türbeler ve tarihi kamu binaları, bu mirasın tapu-senedi gibi ayakta durur. Buhara’nın manevi kimliğini keşfederken, bir günümüzü kırsalda, “Yedi Pir”in türbelerinde dua ve tefekkürle geçirdik. Hoca Abdülhalık Gucdevânî, Hoca Arif er-Rîvegerî, Hoca Mahmud Encîr Fağnevî, Hoca Ali Râmetanî, Hoca Baba Semmasî, Seyyid Emir Külâl ve Bahaeddin Nakşibend’in huzurunda tilavet, dua ve tefekkürle dolu anlar yaşadık. Her türbe, bir makbereden öte, gönül yolunu aydınlatan bir kandil; şehrin kimliğini oluşturan bu silsilenin nefesi hâlâ canlı.
Tasavvufun yüksek rağbet gördüğü bu topraklarda Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî, “şeriat, tarikat, marifet, hakikat” yolunu açmış ve Karahanlılar döneminde şeyhi Yusuf Hemedânî’nin teveccühüyle halifeliğe oturmuştu. Bu dört kapı Anadolu’da Mevlânâ tarafından talebelerine gösterildi ki, bu hikâyeyi ilerleyen paragraflarda okuyacaksınız. Böylece Ahmed Yesevî’nin Türkistan’da yaktığı kandil, Mevlânâ’nın hikmetinde ve Yunus’un diliyle yeniden doğmuş; üçü aynı menzilin izinden yürüyen bir bilgelik yolunun temsilcisi olmuştur.
Buhara’nın tarihî eserleri ve medreseleri, bu dört kavramı anlamak için birer mektep gibidir. Geçmişin medeniyet mirası eşliğinde bu mekânların izini sürmek, yalnızca bir gezi değil, derin bir manevi deneyimdir. Buhara ve Konya arasındaki bağ, yalnızca tarihî bir anı değil, bugün de canlı bir köprüdür. Horasan’dan ve Buhara’dan gelen irfan yolcuları, Konya’ya medeniyetin tohumlarını ekerken bu bağı kurmuştu. Bahâeddin Veled ve Mevlânâ’nın izleri hâlâ bu yolda yankılanır; Konya’daki Buhara Mahallesi ve bu isimle anılan eğitim kurumları, kütüphaneler ve tesisler, Buhara’nın Konya’da el’an yaşadığını gösterir.
Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi üyeleri olarak bizler de bu köprüyü takip edip Buhara Yazarlar Birliği’nde kardeşlerimizle buluştuk. Bu bağ, tarihin yaşayan damarını hissettirdi. Ayrıca şehir Türkiye ile yalnızca manevî değil, millî düzeyde de ilişki kurmuştu. Kurtuluş Savaşı’nda Buhara Hanlığı, Anadolu’nun istiklâl mücadelesine yüz milyon altın ruble göndermeyi kararlaştırmıştı; Moskova üzerinden ulaştırılan yardımın bir kısmı yolda kesilmiş olsa da kalan miktar Millî Mücadele’nin kaderinde önemli rol oynamıştı. Böylece şehir, sessiz ama büyük bir kahraman olarak Türkiye’nin bağımsızlık destanında yerini almıştı. Böylece, yüzyıllar önce Horasan erenlerinin Anadolu’yu mayaladığı derin irfan, bugün karşılıklı bir aksülamel ilişkisine dönüşür; mazinin kılavuzluğu ve bugünün canlılığı, Anadolu’dan Türkistan ve Özbekistan’a ilim, kültür ve ticaret yollarını yeniden açar. Zamanın derinliklerinden süzülen bu ışık, ruhun ufkunda sessiz bir rehber gibi parlar; Buhara’nın mirası Konya’da ve Anadolu’da, aynı şekilde Anadolu’nun katkıları da bugün Türkistan’da ve Özbekistan’da el’an hayat bulur, yol gösterir ve kalplerde yankılanır. Her adımda hissedilen bu bağ, geçmişle bugünü, Doğu ile Batı’yı, insanın iç dünyasıyla coğrafyayı birbirine örer. Bu yolculuk zamanın ve bilgelik mirasının derinliklerinde dolaşmak, insanın ruhuna dokunmak ve evrensel bir irfan ışığında bütünleşmek için de önem arz ediyordu. Buhara’nın kadim ışığı, Konya’da, Anadolu’da ve ötesinde hâlâ yanmakta, sessizce rehberlik etmekte ve kalplerde ölümsüzleşmektedir.
Buhara’nın maneviyat şehri kimliği, tasavvufun derin izleriyle şekillenmiştir. Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî’nin açtığı “şeriat, tarikat, hakikat, marifet” yolu ve Nakşibendîlik gibi ekoller, şehri manevi bir merkez haline getirdi. Yesevî, Kübrevî ve Nakşibendî gelenekleri, Türkistan’da hâlâ canlılığını koruyor.
Yeseviye’den mülhem Anadolu’yu da sarıp sarmalayan hikmeti pek geniş dört kavramı; Konya’da Muhammed Celaleddin-i Belh-i Konevi’nin talebelerine anlatışına kulak verelim. Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat arasındaki farkı soran talebesine şöyle anlatır; “Karşı medresede rahlelerine eğilmiş ders çalışan dört kişi var. Sen git, bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel, sana anlatayım.” Öğrenci gider, birincinin ensesine tokat atar. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkar ve arkasını dönüp daha kuvvetli bir tokatla öğrenciyi yere serer. İkincisine tokat atar; o da ayağa kalkar, tam iade edecekken durur ve yerine oturur. Üçüncü tokatı yiyince başını çevirir, bakar ve çalışmasına devam eder. Dördüncü ise tokadı yemesine rağmen hiç oralı olmaz. Mevlânâ Hazretlerinin bu durumu izahı ise: “Birinci, şeriat kapısını geçememiştir. Şeriatta kısasa kısas olduğu için tokadı yiyince aynısını sana iade etti. İkincisi, tarikat kapısındadır. Tokadı yiyince dönecekti, ama tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi: ‘Sana kötülük yapana bile iyilik yap.’ Onun için oturdu. Üçüncü, marifet kapısına gelmiştir. İyinin ve kötünün tek Yaradan’dan geldiğini bildiği için dönüp baktı. Dördüncü, hakikat kapısını geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu bilip dönüp bakmadı bile.” ‘Mevlâna Hüdavendigârbize nazar kılalı Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır’ diyen Yunus Emre’nin dizeleri de bize bu yolu özetler: “Şeriat, tarikat yoldur varana, Hakîkat, marifet andan içeru.”
İşte bizim için Buhara’nın bütün tarihi eserleri ve medreselerdeki güzellikler, bu dört kavramın anlaşılabilmesi ve kâmil insan yolculuğuna çıkabilmek için takip edilecek reçetedir. Geçmişin bilgeliği ve medeniyet mirası eşliğinde güzel insanların ve mübârek yerlerin izini sürmek, Buhara’yı gezmekten öte manevi bir lezzet hâline getirir. Buhara’nın bölgesindeki en büyük dikkat çeken hususu sakinliği olsa gerek. Burada hayat yavaş akıyor; dünyanın telaşı, kapitalizmin aceleciliği, modern dünyanın karmaşası uzakta kalıyor. İnsanlar birbirine bağırmadan, incitmeden yaşıyor. Çarşılarda tevekkül ehli, çığırtkanlıktan uzak satıcılar, sokaklarda mutlu gençler ve oyunlar oynayan neşeli çocuklar…
Buhara bir “sakin şehir”, bir “yavaş şehir”; insana acele etmeden, huzurla yaşamanın mümkün olduğunu fısıldıyor. Buhara, yalnızca bir tarihi-turistik durak değil; her ziyaret ettiğinizde İslam’ın merkezinde bulunan bilgiye açılan yeni kapılar, ilim ve maneviyat keşfine götüren yeni yapılar sunan, tekrar tekrar gidilmesi gereken şehir. Her dönüş, geçmişle bugün arasında sessiz bir bağ kurmak demektir. Buhara’ya bir kez adım attığınızda, o şehrin daveti sizi hep geri çağırır. Her köşe, her yapı, her türbe, her minare insana yalnızca taş, tuğla ve tarih değil, kadim birikim ve geçmişin tecrübesini sunar. Buhara, gezilmekten öte yaşanır; hissedilir, içe çekilir, gönle siner. Sokaklarında aheste yürürken kalbinizdeki sevgi ve muhabbet yavaşça derinleşir; camilerin gölgesinde kendinizi, türbelerinin huzurunda geçmişinizi, medreselerinin sessizliğinde geleceğinizi bulursunuz. Buhara, size acele etmeden yaşamanın, her nefeste şükretmenin, tevekkül ile insan olmanın inceliğini öğretir. Kim bir kez Buhara’ya gitmişse, gönlünde oraya dair silinmez bir özlem taşır. Yine ‘gel’ çağrısını hep hisseder. Buhara, yaşanan, yaşanılan heyecanı ve imanı tazeleyen, her defasında sizi biraz daha insan yapan bir şehirdir…