Aklım Şanlıurfa'da, Yüreğim Mardin'de...

Aklım Şanlıurfa'da, Yüreğim Mardin'de...

2008 Avrupa Futbol Şampiyonası Türkiye-Hırvatistan çeyrek final maçı, TYB Konya'nın "Yazılacak çok şeyimiz var" esprisinin halkalarından Şanlıurfa...

A+A-

2008 Avrupa Futbol Şampiyonası Türkiye-Hırvatistan çeyrek final maçı, TYB Konya'nın "Yazılacak çok şeyimiz var" esprisinin halkalarından Şanlıurfa ve Mardin gezilerinin sıra dışı geçeceğinin ilk habercisiydi sanki. Karapınar yakınlarında bir duraklama tesisine ait salaş bir lokanta, katranımsı bir çay ve o çay tadında normal süresi tamamlanan bir maç... Ertesi sabah başlayacak Şanlıurfa gezi programı hazırlanırken maçın uzatmalara kalacağı hesap edilmemişti oysa. Olsun... Maçı radyodan dinlemenin tadı da bir başkaydı ya... Önce başımızdan aşağı kaynar suların döküldüğü, hemen ardından buz gibi şok havuzuna batırılıp çıkarıldığımız o son iki dakika... Ardından koca otobüsü sevinç zelzeleleriyle sarsan Rüştü'nün Rüştü olduğu an...
Ertesi sabah. Ayaklarımız Şanlıurfa toprağıyla buluştuğunda iki gecemizi geçireceğimiz öğretmen evinin önündeyiz. Tesisin ikinci katındaki kafeteryadaki kahvaltıdan sonra ekibimizdeki tiryakilerin peşine takılıp kafeteryanın geniş balkonuna çıkıyorum. Niyetim onlarınkinden çok farklı. Meşhur türküsünün ilk mısraının doldurma mı, gerçek mi olduğunu anlayacağım. Şehrin göz alabildiğine açık güney ve batı tarafları (kuzey ve doğuyu yüksek binalar perdeliyor) fazla yüksek olmayan tepelerle nihayetleniyor. Yalnız tepeleri dumanlı değil. Yine bu manzaraya göre Urfa'nın geçmişini tıpkı Konya'mızda olduğu gibi şurada burada arayacak gibiyiz. Ah bu manzara! Ne kadar aldatıcıymış! Urfa dağlarının dumanını görmek için güneşin zirvedeki tahtına kurulmasını beklemek, Urfa'nın zengin tarihine gark olmak için de güneydeki tepelerle nihayetlenen manzaraya mezcolmak gerekiyormuş.
Atatürk Barajı
Şanlıurfa'ya gelip de GAP'ın en önemli projelerinden Atatürk Barajı'nı görmemek hiç olur mu? Kahvaltı sonrası baraj yoluna düşerken artık mihmandarlarımız var. TYB Şanlıurfa Şubesi Başkanı Necdet Karasevda ile yönetim kurulu üyeleri Eyüp Azlal ve Mehmet Kurtoğlu... Arkadaşları tarafından Mehmet Kurtoğlu öne çıkarılıyor. Zira memleketinin tarihi, kültürü üzerine ciddi çalışmalara imza atmış; bu yüzden rehberlik en çok onun hakkı. Ve bizlerle kırk yıllık dost hepsi. Sıcak, içten, sevecen Urfa insanının üç temsilcisi onlar. Çabucak kaynaşıyoruz.
Urfa ilk sürprizini Atatürk Barajı'nda yapıyor. Heyet, DSİ binasının zemin katındaki toplantı salonunda yerini alır almaz bilgilendirme toplantısı da başlıyor. Atatürk Barajı'nın inşası, ekonomiye katkısı üzerine verilen rakamları akıl havsala alacak gibi değil. Toplantı sonunda salona girdiğimiz kapının karşısına düşen başka bir kapıya buyur ediliyoruz. Bu kapı geniş bir terasa açılıyor. Terasın karşısındaki bütün ufku kaplayan rüya gibi bir sürpriz: Atatürk Barajı... "Fotoğraf çekmeyiniz lütfen!" uyarıları kimin umurunda! Birkaç karecik olsun alınmazsa nasıl kanıtlayacağız Atatürk Barajı'nı gördüğümüzü? Dünyanın altıncı büyük barajıyla vedalaşırken Türk aklına, Türk gücüne şapka çıkartıyoruz.
Baraj dönüşü, Konya Selçuk İlahiyat mezunu genç bir eğitimci olan Bozova İlçe Milli Eğitim Müdürünün misafiriyiz. SBS'yi henüz tamamlamışlar. İkram edilen meyveleri ve ardından çayı oburvari tüketiyoruz. Zaten bu gezinin sonradan şikâyetini yapacağımız iki hususu, koşuşturarak gezmek ve öğünü gelmesine rağmen acıkmadan sofraya oturmak. Ama elimiz mahkûm. Urfa ve Mardin tekmil müze, zaman kısa; yemekler bol ve baştan çıkarıcı. Üstad'ın ifadesiyle: "Bu yemek değil, şehvet!" Ancak normal karşılamak da gerek hani. Ne de olsa Halil İbrahim'in yurdundayız.
Eski Urfa
Şanlıurfa ve Mardin, kendini korumuş iki şehir. Bu şehirler kabuğuna sığmaz olunca Konya'mız gibi eskisi talan edilip yenisi tarihin üstüne inşa edilmemiş. Eski şehir yerinde bırakılıp yenisini ötelerde inşa edilmiş. Birbirine omuz verecek, birbirini kucaklayacak kadar samimi evlerin arasındaki eğri büğrü sokaklara dalıyoruz. Geçtiğimiz kargacık burgacık sokakların her biri farklı sürprize gebe. Sokak üzerine inşa edilen kemerli yapıların verdiği tünel havası (kabaltılar) sokaklara farklı bir eda veriyor. Üstü açık sokaklarda hissetmediğiniz kuranderin buralarda oluşturduğu serinlikle bunaltıcı sıcaktan bir nebze olsun uzaklaşıyorsunuz. Ata yadigârı bir minareyi hedefleyen yürüyüşler bazen bir tetirbede (çıkmaz sokak) sonlanıveriyor.
Bazen üzerinde "Allah" ve "Muhammed" lafızlarıyla Fatiha Suresi gibi Kur'an'dan ibarelerin bulunduğu kapıların önünden geçiyoruz. Bu kapılar, hacı olmuş bahtiyarlara aitmiş. Zihnim, "Güzel." Ve "Yok canım!" ifadeleriyle karşılık bulan birbirine farklı iki fikrin münazarasıyla epeyce meşgul oluyor.
Zaman zaman birkaç sokak çoğu daracık bir meydanda birbirine kavuşuveriyor. Bu meydanlardan birinde eski bir Süryani kilisesi ile bir türbe tam bir hoşgörü manzarası oluşturuyor.
Urfa yazı sıcak ve kavurucu. Ama birbirine komşu Gümrük Hanı, Bedesten ve Sipahi Pazarı gibi serin melceler de yok değil. Gümrük Hanı Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman zamanında 1562 yılında Behram Paşa tarafından yaptırılmış. Avlusun dan Halilü'r-Rahman suyu geçen bu iki katlı bu hanın avlusu cıvıl cıvıl; tam bir şenlik alanı. Çoğu alçak masaların etrafında özel yapılı taburelere kurulmuş insanlar... Kimi oyunla, kimi sohbetle vakit öldürüyor. Keman sesine karışmış türkü söyleyen çocukların yanık sesleri hanı dolduranların uğultularına çeşni oluyor.
Bedesten, Gümrük Hanı'na bitişik bir kapalı çarşı. Bu çarşıda yerel kadın ve erkek giysileri, yaşmak poşu gibi başörtüleri; bedestenin batısına bitişik kapalı bir çarşı olan Sipahi Pazarı'nda da halı, kilim, keçe gibi yaygılarla kürk ve heybe gibi el sanatı ürünleri satılmakta.
Balıklı Göl
Gezimizin ilk gününde eski Urfa'daki son menzilimiz Balıklı Göl'dü. Böylelikle peygamberler şehrindeki ilk peygamber ziyaretimizi de gerçekleştiriyorduk. Etrafı kısmen, zarif sütunların üzerinde yükselen yuvarlak kemerlerle çevrili büyük havuzu ile bu mekân, Yaradan'a aşk ve teslimiyetin tanığıydı. "Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu" mısraıyla başlayan ünlü naati ile Urfalı Nâbî hatırıma düşüyor ister istemez.
Balıklı Göl ile Ayn-ı Zeliha'nın kucağına yaslandığı tepedeki halkın "mancınık" dediği antik sütunlarıyla burcunda dalgalanan şanlı al bayrağımızla Urfa kalesi, yine eteklerinde ulu ağaçlar arasından bir şahadet parmağı gibi göğe yükselen çifte minare tarihî dekoru tamamlıyor. Hele bu dekorun özel ışıklandırma ile akşamki görüntüsü... Konya ve Urfa TYB'nin birlikte düzenlediği Balıklı Göl Şiir Akşamı, şiir gibi bu tarihî dekorun önünde gerçekleştirildi.
Harran
Gezimizin ikinci günü sabahı Harran'dayız. Beş bin yıllık tarihi belgelenmiş bu şehir, Emevilerle en parlak dönemini yaşamış. Emevi halifesi II. Mervan'ın başkent yaptığı bu şehirde inşa ettirdiği saray, şehre hâkim alçak bir tepede oldukça büyük ve görkemli bir yapı. Hakeza Ulu (Firdevs) Camii... Günümüzde kapalı bir alanı kalmamış -, antik harabeleri andıran bu yapının dört köşeli uzun minaresi yer yer tahrip olsa da olanca görkemiyle "Allah bir" ihtarını sürdürüyor. İslâm'ın bu ilk minaresi aynı zamanda gökyüzünün gözlemlenmesinde de kullanılmış.
Sahip olduğu onca görkemli tarihî eserine rağmen Harran ismi kendine has evleriyle özdeşleşmiştir. Sayıları çok fazla kalmasa da geleneksel Harran evleri, bindirme tekniğinde yapılmış, külah biçimindeki konik kubbeli evler. Halil (Özyavuz) Ağaya ait olanı yeniden düzenlenerek "Harran Kültür Evi" olarak turizme kazandırılmış. Küçük bir kervansarayı andıran bu evde kubbeli birimler bir avlu etrafında sıralanmış. Öğlenin yakıcı güneşinde tamamladığımız Harran gezimizin hararetini bu konik kubbeli evlerin serinliğinde çay eşliğinde soğutuyoruz. Ardından yine yemek... Kara çadırla kapatılmış avluda otantik sofralarda salatayla hafifletilen, ayranla geçiştirilen bademli, fıstıklı, kuş üzümlü ve bol etli yöresel pilav...
Urfa'ya hazin bir veda...
Gezimizin üçüncü ve son günü. Sabah erkenden otobüsümüzdeyiz. Urfa'da bir gün önce sabır imtihanından geçtiği mağarasını ziyaret ettiğimiz Hz. Eyyub'un bu kez kabrinin bulunduğu Eyyub Nebi Kasabasında kahvaltımızı yapıp Mardin'e devam edeceğiz. Urfa-Mardin Karayolu'nun 85. km.sinde bu kasabaya gitmek için yeni yapı anıtsal taş bir kapıdan geçerek kuzeye sapıyoruz. Yol da yol hani. Asfaltın üstüne serilmiş mucurun sarsıntısı, yanı sıra gözü genzi dolduran tozu on altı km.lik yolu çekilmez kılıyor. Sabır nişanesi ulu peygamberin kabrinin bulunduğu kasabaya giderken belki bir sabır sınavından geçiyoruz. Ancak kazananımız galiba yok.
Kasabaya vasıl olur olmaz yine koşuyla Eyyub Peygamber, Eyyub Peygamber'in hanımı Rahime Hatun ve Elyesa Peygamber'in mezarlarını ziyaret edip ruhlarına Fatihalar gönderiyoruz.
Viranşehir Kaymakamı tarafından bu kasabaya ısrarla davetimizin sebebini kahvaltı esnasında Belediye Başkanı Mustafa Çiftçi'yle tanıştığımızda anlıyoruz. Belediyesinin pek çok eksiğini İstanbul belediyelerine varana kadar pek çok belediyeden kopartan bu iş bitirici başkan, sıra kasabasının yoluna gelince çaresiz kalmış. Çareyi bir otobüs dolusu yazara bu derdini anlatmakta buluyor. Böylelikle biz de üzerimize düşeni yapmış oluyoruz. Her şeye rağmen böyle dinî öneme haiz bir beldenin yolsuz bırakılışı... Akıl alacak gibi değil.
Urfalı dostların sıcaklığı, samimiyeti olmasa, Urfa'daki bu son menzilimizin ulaşım rezaleti, son akşamında oldukça zengin programlı bir sıra gecesiyle nihayetlenen görkemli Urfa izlenimlerine, peygamber ziyaretlerine, hatta peynire, yoğurda, zeytine, karpuza, domates ve salatalığa kaşık salladığımız ilginç kahvaltıya gölge düşürüyor. Böylelikle Eyyub Nebi yolculuğu Şanlıurfa'ya hazin bir veda oluyor.
Ve Mardin...
Öğleye yaklaşırken yeni Mardin'e ulaşıyoruz. Polis Evinde Mardinli mihmandarlarımızı bizi bekler buluyoruz. Bir çay içimi moladan sonra hemen otobüsümüzde yerimizi alıp yeni Mardin'den eskisine kıvrıla kıvrıla huruç ediyoruz.
Bir arabayla çıkılabilecek en son zirveye ulaştığımızda kâh inişli çıkışlı, kâh merdivenli sokaklarda -sık sık da kabaltılarından geçerek- zamana karşı yarışımız başlıyor. Taş işçiliğinin en güzel örnekleri olan binaları resimleme isteğimiz rehberimizin uyarılarıyla kırılıyor. Biz de bu arzumuzu Mardin Müzesi ve PTT binasında bol bol karşılıyoruz.
Mardin Müzesi, sergilenen eser sayısı bakımından çok zengin sayılmaz. Fakat binanın kendi güzelliği yanında bir dantel gibi işlenmiş Artuklu mezar taşları dahi müzeyi değerli kılmağa yeter.
PTT binası yaygın TV kanallarının iddialı dizilerinden birine de mekân olduğundan insana tanış çıkıyor. Yine taş işçiliğinin görkemli bir örneği olan binanın yapılış efsanesi de oldukça ilginç. Ömerlili Şahtana ailesinden bir genç Mardinli bir dilbere gönlünü kaptırır. Gencin ardı arkası kesilmeyen evlilik teklifine genç kız bir şartla evet, demeyi kabul eder. Bu genç, sevdiği için Mardin'in en büyük evini inşa edecektir. Sonuçta da bir aşkın meyvesi olarak bu görkemli bina boy verir Mardin yamaçlarında.
Ulu Cami, Kasımiye Medresesi, Peygamberimize ait olduğu söylenen ayak izinin sergilendiği Sıtti Radviyye (Hatuniyye Medresesi), Deyrüzzafaran Manastırı... Soluk soluğa selâm verip, bir resim çekimi soluklandığımız tarihî güzellikler. Zira Kaburgacı Selim Amca'nın yemek ikramının zamanı gelip çatmış. Hem sonra sırada Dara (Oğuz) köyüne yolculuk var.
Büyük İskender'le Dara'nın savaşına da sahne olan Dara kenti, Eski Mezopotamya Bölgesinin en ünlü kenti iken bugün harabeleri üzerinde küçük bir köy bulunmakta. İran Hükümdarı ünlü Darayuvaşi tarafından kurulan kent çeşitli dönemlerde İranlılarla Romalılar arasında el değiştirdikten sonra VII. yy. sonlarına doğru Emevilerin daha sonra Abbasilerin XV. yy.da Türklerin eline geçmiş. Dara kalıntıları, kayalar içinde oyulmuş çevresi 8-10 kilometreyi bulan geniş bir alana yayılmış. Köyün kuzeyinde, güneye doğru inen kayalar oyularak, görkemli bir su bendi yapılmış. Köydeki en ilginç yapı ise üzerinde hâlen ikamet edilen bir evin altına gizlenmiş. Işıklandırılmasının yetersiz kaldığı, yanı sıra rutubetin kayganlaştırdığı merdivenleri inip yerin belki 15-20 metre altında zeminle buluştuğumuzda yığma taşlardan kalın ve belki beş altı adam boyundaki sütunlarının üzeri tonoz örtülü, insanı kendine hayran bırakan bir yapıda buluyoruz kendimizi. Bu yapının bir zindan ya da bir depo olması ihtimali üzerinde duruluyor. Her ne için yapılmışsa yapılsın, yapıldığı döneme göre yapının yer altına gizlenmiş heybeti insanın soluğunu kesiyor. Gariptir, binanın verdiği ürpertiyle Şahmeran ve efsanesi yâdıma düşüyor. Daha bir ürperiyorum.
Gözlerim henüz güneş ışığıyla buluşmuştu ki; köy semasını bir ağıt kaplıyor. Acı düşen yüzümüzü gören köydeki mihmandarlarımız karakol komutanı ile köy muhtarı bizi daha fazla merakta bırakmıyorlar. Meğerse bu ağıta benzeyen feryatlar köyün gülü Mervan'a aitmiş. Bütün coğrafyayı inleten ezgilerin dilinin Kürtçe olup olmadığını muhtara soruyorum. Birkaç kelimesinin Kürtçe, diğerlerinin ise kendi yuvarlaması olduğunu söylüyor. Evli ve normal iki çocuğa sahip Mervan, Şahmeran'ı bir kez daha hatırlatıyor. Mervan ve Tahmasb... Yok, daha neler... İnsan aklı işte... İşleyişine akıl sır ermez ki...
Teşekkürler...
TYB Konya Şubesi'nin Şanlıurfa-Mardin gezisinin, Başkan Ahmet Köseoğlu'nun deyimiyle "VIP" sınıfına dâhil olmasına katkılarından dolayı Şanlıurfa Vali Yardımcıları Yıldıray Malğaç ile Salih Gelgeç'in ve Mardin Vali Yardımcısı Osman Nuri Canatan'ın şahsında Şanlıurfa ve Mardin Valiliklerine; mihmandarlıklarını Mardin'e de taşıyan TYB Urfa'nın yöneticileri Necdet Karasevda, Mehmet Kurtoğlu ve Eyüp Azlal'a şükranlarımızı arz etmek boynumuzun borcudur. Lütfen kabul edile...

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.