Nar ağacının altında şair Kuruçay!

Nar ağacının altında şair Kuruçay!

Nar ağacının altında şair Kuruçay! Popüler jargonla her yazar diğer bir yazara link verdi. Bir de baktım ki kurtulması imkânsız bir ağa yakalanmışım;...

A+A-
Nar ağacının altında şair Kuruçay!
Popüler jargonla her yazar diğer bir yazara link verdi. Bir de baktım ki kurtulması imkânsız bir ağa yakalanmışım; ayrılması imkânsız bir bütünleşme beni sarıvermiş kitaplarla.

Şair Akif Kuruçay ile çocukluğu, yazı ile ilişkisi ve nar ağaçları dolu bir söyleşi gerçekleştirdik.

Yazmaya nasıl ve nerede başladınız?

Çocukluk hislerimle ilişki kurmam yerinde olur bu soruya yanıt vermem için. Bana güzel bir isim koymuşlar. İsmimin ne anlama geldiğini öğrendiğim andan bu yana yazıyorum diyebilirim. Ailemde daha önce bu ismi taşıyan kimse yok. Yani atadan, dededen falan tevarüs etmiş, taklit hislerle konmuş bir isim değil. Dolayısıyla bu özel, bilinçli durumu fark etmem yazma edimini bende tetikledi. Geleneğimizdeki güzel isim tavsiyesini, eskilerin kişinin isimle müsemma olmasını dilemelerini şimdi net anlıyorum. Karakterinizi ve kabiliyetlerinizi biçimleyen bir güç var isimlerde. En azından benimki, beni yönlendirme tesirine yeterince sahipmiş.

Hatta bunu müteakip kısa bir dönem yazarlıktan başka bir şey yapamayacak olmak endişesi yüzünden olacak kendimi kötü hissettiğim anlar da olmuştu. Kimse gibi değildim çünkü. Onlar gibi iyi top oynayamıyor, hiçbir mahalle oyununa katılamıyordum. Katıldığım zamanların da onlar için bir önemi yoktu. Hangi oyuna girersem gireyim, ne yaparsam yapayım skoru değiştiremiyordum. Düşünüyordum. Yani diyordum, ben kimse gibi değilim. O an için, çocuk dünyamı çepeçevre kuşatmış ortamı dikkate alarak söylüyorum bunu. İşte öyle bir dönem yine çocukça bir duyguyla yazar olmaya karar vermekle yanlış bir karar verdiğimi düşündüm. İsmimden uzaklaşma fikri bile doğmuştu bende. Okul gereçlerimdeki etiketleri karaladığımı hatırlıyorum... Beni o kadere mahkûm eden şeyden böylelikle kurtulacaktım. Galiba o günlerde yaşadığım bu şey küçük bir depresyondu ve yazmanın çevremdeki kimseye ait bir duygu olmadığına, olamadığına içerlemenin getirdiği bir karamsarlıktan kaynaklanıyordu...

Okuma yazma işini evde kendi başıma söktüğümde beni o gün Kocamustafapaşa'daki evimizin bahçesinde mezarlığın hemen yanındaki bir nar ağacının altına kucağımda defterle oturttular. Avluda oynayan çocukların orada öylece ne yapmakta olduğumun merakıyla hemen başıma üşüştüklerini hatırlıyorum. Büyülenmiş gözlerle izliyorlardı. Oysa ben o gün bana oyalanmam için verilmiş alıştırma cümlesini defterime büyük bir ciddiyetle yazmaktan başka bir şey yapmıyordum. "Baba bize kömür al" yazıyordum. O gün son oldu... Beni orda unuttular.

O mezarlığın yanındaki nar ağacının altı benim dünyayla bütünleşme arayışlarıma derman oldu adeta. Her yerden çok uzaktaydı, her yeri görebileceğim bir konumdaydı. Kimsenin beni göremediği o gölgelikte karanlık evimizi, yorgun camimizi, hareketli sokağımızı, insanları, kedileri, her bir şeyi gözlüyordum.

Kaç yaşında olduğunuzu anımsıyor musunuz?

Okul öncesi dönem ve yoğun olarak ilkokul dönemiydi az önce söylediklerim. Daha sonra, akıl çocukluğun çitlerini devirip gerçek dünyayla karşılaşınca, iletişim daha çetrefilli, daha karmaşık bir hale dönüşünce, hayat karşısında duyduğum şaşkınlık katlanınca yazmanın muhtevası bir oyun olmaktan başka bir araca evrildi. Korunma güdüsü, savunma kalkanı gibi bir şey oldu. Seni o eskiden beri katılamadığın dışarıya açan, kendi oyununu kendi kuran, kendi kuralını kendi koyan bağımsız bir şey ve bu haliyle skor fikrinden yine oldukça uzak bir şey. Dünyam değişmese de, değiştiremesem de yazma arayışı kendine benimle bir yordam bulacak, bu beyinden, bu dilden ve elden sızmaya devam edecek; ben değişeceğim böylece.

Ne yazdığım değil, nasıl yazdığım önemli oldu hep benim için. Ne yazdığım ortada. Ruhsuz bulan da çıkacak, makbul sayan da... Nasıl yazdığımı kimse bilemeyecek ama... Ben bütün gerçek yazarların ürettikleri anların sonrasında gelen hazzı anlatmalarına mani bir halin doğduğuna, o anı tariflendirmede yazarların mahrem bir yan bulacaklarına hep inanmışımdır. Neyse, o zaman yaşım küçük hislerim olgundu müstakbel mesleğime karşı.

Sizi yazmaya veya okumaya teşvik edenler oldu mu?

İsmimle kurduğum özdeşimi saymazsak, beni kimse yazmaya teşvik etmedi. Zaten bağımsız davranmayı seven biri oldum genelde. Ama okumam için bana yön veren, hayatımda koyaklar açan kimseler olsun isterdim. Okumayı etrafıma bakarak öğrendim, öykünerek, taklit ederek... Okumak oyunlara katılamayan biri için harika bir makyaj...

Bir konuda şanslıydım. Büyük bir kütüphanemiz vardı. Orada bütün büyük yazarları, hayatımı değiştirmişlercesine sevdiğim, bağlandığım eserleri o kütüphane sayesinde öğrendim. Sıkı yazarlar diğerlerini refere eder ya... Kitabın birini bitirdim, o kitap diğer kitaba, o diğer kitap da bir başka kitaba bağlandı. Popüler jargonla her yazar diğer bir yazara link verdi. Bir de baktım ki kurtulması imkânsız bir ağa yakalanmışım; ayrılması imkânsız bir bütünleşme beni sarıvermiş kitaplarla. Bu arada samimi olayım, eğer internet ilk gençlik günlerimde bu kadar yaygın olsaydı, kitaplarla bu kadar haşır neşir olmam çok güç olabilirdi. Şanslıymışım. Mürekkep ve kâğıt kokusuna meftun, dokunmanın lezzetine vakıf kimseler için bu bir şans olmalı. Tabii haksızlık etmek de istemem. Edebiyatla, yazarlarla ve kitaplarla ilgili gelişmeler şu an en rahat internet vasıtasıyla izlenebiliyor.

İlk okuduğunuz kitap, şiir, hikâye veya yazı, dergi, gazete?

Kemalettin Tuğcu ve Mark Twain ilk okuduğum yazarlar. Tuğcu'nun çocukları kadar hisli, Tom Sawyer kadar hayata karşı yürekli olmak isterdim. Charles Dickens'i, Agatha Christie'yi, Isaac Asımov'u, Cengiz Aytmatov'u, Ömer Seyfettin'i severek okudum çocukluğumda. Bankaların çıkardığı çocuk dergileri çok iyiydi. Dergilere ilgim onlar sayesinde başladı. Benim çocuk olduğum seksenlerde çocuk dergiciliği günümüze oranla daha aktifti sanki. Galiba dergilerle büyüten son kuşağız. Bazen birkaç arkadaş bir araya geldiğimizde o dergilerden söz açıyor eğleniyoruz.

Türkiye'de okul müfredatı yüzünden edebiyattan nefret eden bir kitle hep olmuştur, bilirsiniz. Edebiyat kitapları o zamanlar şimdiki gibi güncellenmiyor muydu ne?. Mesela İkinci Yeni'yi edebiyat derslerinde okuyabilseydik şimdiki soruya verebilecek birkaç güzel isim verebilirdim. İlk okuduğum şiirler şu an hatırlamayı bile gereksiz bulduğum cumhuriyetin ideolojik şairlerine ait olanlardı. Arkasından romantik bir dönem... Ergenlikle örtüşen şiirler.

Sonra Modern Türk Edebiyatı'nın en büyük adı Zarifoğlu'yla tanıştım. Öncesinde şair sanıp okuduğum kim varsa bir çırpıda silip Zarifoğlu'nu ilk şairim yaptım. İlk zamanlar onu anlaşılmaz buluyordum. Kendimi anlamak için de yormadım. Zamanla idrakim ona karşı açıldı ve benim için büyük şölen başladı. Bu sefer sadece benim anladığımı düşündüğüm, sadece bana ait olduğunu sandığım bir şiire dönüşmüştü artık onun şiirleri. Onun dışında, çok bilindik isimlerden söz etmeme gerek yok. Ortalama her edebiyatseverin sevdiği şairleri ben de okudum. Bu arada şairlerin bazılarını hala okuyor olmamın nedenini onlarla tanışmamış olmama bağlı düşünüyorum. Çünkü sanatçıları, yazarları kişiliklerinden ayıramayan bir huyum var. Büyüyü bozmaktan korkuyor olabilirim. Şairi uzaktan sevmek aşkların en güzeli diye bir latife yapalım yeri gelmişken. Latifelerin fonunu oluşturan ciddiyete zeval vermeden yapalım elbette ki bunu.

İlk yazdığınız şiir yayınlandığında ne hissettiniz?

Oldukça olgun karşıladım o an hayatımdaki bu yeni gelişmeyi. Önemsenmek, değer bulmak herkeste ortak duyguları canlandırır. Sizin ya da bir başka şairin hislerinden farksızdır eminim duygularım. O nüshayı defalarca okumuştum. Şiirimin yayımlandığını çevremden kimseye de söylemedim ki herkes bir şekilde fark etsin... Ne var ki fark edilmek hayli zaman alıyormuş. Ailem dergilerde yazdığımı 4-5 yıl sonra öğrendi mesela! Gerçi öğrenmeleri bana bakışlarını değiştirmiş sayılmaz. İlk zamanlar onları birkaç defa bir araya gelmiş ne yazdığımı anlamaya çalışırken yakalamıştım. "İyi bir şeyler" yazdığımdan emin olmak istiyorlardı. Hâlâ ikna olmadıklarını söylesem yanılmış olmam.

Yaşadığım şehirde yeniydim, kimseyi tanımıyordum. Yazanlar, çizenler bir araya gelmeler falan derken, bir takım mekânlar oluşturduk. O mekânlarda bolca edebiyat konuştuk, dergileri takip ettik. Bununla da kalmadı, takip ettiğimiz ve yazdığımız dergiler uzak şehirlerdeki farklı insanları bir araya getirdi. Yazdıklarınızı en yakınlarınızdakilerin fark etmesini beklediğiniz zamanlardan sizi sadece yazdıklarınızdan tanıyan insanlarla ahbaplığa intikal taş devrinden orta çağa atlamak gibi konforlu bir duygu. Üretimin vesile olduğu iletişim kopmaz, parazitsiz bir hatta sahip. O hattan gelen bir takım samimi mesajların sayesinde şiir üretmeye bir süre daha devam ettim. İlk şiir tek şiir olarak kalabilirdi de. Nasip işte.

Tutkuyla yazıyorsunuz, nasıl bir şey bu yazma tutkusu?

Öncelikle yazmanın bende bir tutku olmadığını belirteyim. Olmasını da istemem. Yazmak gerekliliği doğrultusunda beliren arız bir durum. Bu gereklilik hayatın gerçekliğiyle de paralel olmayabilir, içinde bulunduğumuz durumla çakışabilir. Bu çakışmadan zarar da görebilir. Ben cevherin sükûnet olduğunu düşünüyorum... İçimde sükûnet tesis etmek, asayişi sağlamak için yazıyorum ben. Onu korumanın yolu çoğu zaman etrafını sesle, kelimelerle kapatmaktan geçiyor anladığım kadarıyla. Taciz altında hissediyorum kendimi. Nefsimin tasallutuysa en beteri... Yalnızlığın vesvesesi, kalabalığın şerri... Bitmek bilmez bir kuşatma ömrün her günü bir didişme öğünü olarak çıkıyor önüme. Yazmak kendi kendini var edebilen bir eylem olduğu için ben neyi gerçekleştirmem gerektiğiyle ilgili bir kaygı hissetmiyorum. Sürekli değişen ben olduğuma göre, benim dışımda neyi değiştirebildiğimi merak etmeme zaman kalmıyor; bende olanı anlamak derdine çare bulamadım henüz.

Düzenli olarak yazma serüvenim mektuplarla başladı. O günleri özledikçe baktığım o eski yazılar bana o gün için çok yeni şeyler denediğimizi göstermeye yetiyor. Şimdi internet dünyasında "blog" dedikleri bağımsız yazı portalları içinde üslubu ve özgün ruhuyla ilgimi çeken bir takım yazarların sitelerine denk geliyorum. On on beş yıl yıl önce dostlarımla mektup vasıtasıyla yaptıklarımdan farksız oraların bir kısmında üretilen şeyler. Biz ne yazık ki birbirimize değer verme noktasında cimrilik yapan bir toplumuz. Özellikle muhafazakâr zihniyetlerle kuşatılmış çevrelerde tam bir kıtlık yaşanıyor. O sebeple doktor, uçak mühendisi, belediye başkanı ve hatta yazar-şair üretebiliyoruz ama insan çıkmıyor! O gün o mektupları dostumla birbirimize değer atfetme ihtiyacı doğrultusunda yazmıştık. Bir insanın dünyasında küçük bir değer olarak yaşamayı büyük bir yazar olmaya tercih ederim. Hep böyle düşündüm. İnşallah bunu başarırım.

Söylediklerimin hepsi bir tarafta kalsın... Ben yazmayı içine uzandığım bir mezar olarak hayal ediyorum. Öyle bir mezar ki başucunda dev bir nar ağacı... Ve ilkbahar, yaz, sonbahar kış ağacın devingenliğini izliyorum yattığım yerden. Sonsuza kadar varolmayı onun meyveleri ve yapraklarıyla kavrıyorum ve ancak o mezarda anlıyorum hayatı. Kimsenin beni göremediği yerde... Mezarımın içinde, nar ağacımın altında...

dunyabizim.com 05 Kasım 2009 Perşembe

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.