SURİYE GEZİ YAZILARI

SURİYE GEZİ YAZILARI

Sınırın öte yanı Syriana Hilal SEYHAN Sahabeler diyarı Suriye. Ülkemize sınırı en uzun olan komşumuz.Osmanlı'nın "Bilâdu'ş Şam Diyarı" dedikleri...

A+A-

Sınırın öte yanı Syriana
Hilal SEYHAN

Sahabeler diyarı Suriye. Ülkemize sınırı en uzun olan komşumuz.Osmanlı'nın "Bilâdu'ş Şam Diyarı" dedikleri coğrafyanın öte tarafı.(bu coğrafya Adana'dan itibaren başlıyor)ortak coğrafyanın bütün özelikleri sınırdan girer girmez başlıyor zaten.Evler ,yollar, şehir yerleşimi hemen hemen aynı sadece bizdeki binalar rengarenk buralarda ise genelde gri ya da kirli sarı renkleri mevcut.İlk durak yerimiz Humus şehri. Günün ilk ışıkları yüzümüze bu şehirde vuruyor.Halid bin Velid Haz.nin kabri ve camisi.İlk namaz ve ilk dualar."Allah'ın kılıcı" ve "ne güzel kul "diye peygamberimiz tarafından övülen Halid bin Velid Hz.'nin huzurunda olmak cismaniyetini görememiş olsak ta ruhaniyetini hissedebilmeye çalışmak...Hediye olarak bıraktığımız fatihalarla ayrılmak.Tek üzüntüm caminin ve kabrinin etrafının oldukça pis olması, içlendiriyor insanı.

Resullullahın "Şam'a ne mutlu" dediği, nedeni sorulduğunda "Rahmanın melekleri onun üzerine kanatlarını geriyorlar "diye buyurduğu Şam...
İçimin titrediğini hissediyorum; sahabeler diyarı olduğundan mı diye düşünüyorum adım başı bir sahabenin kabri veya makamı sizi selamlıyor...
Seyide Zeynep Türbesi. Ehlibeytten biriyle ilk karşılaşmam ve dizlerimin bağının çözüldüğü ilk an.Türbenin bakımı ve yapımını İran hükümeti üstlenmiş.Buraya verdikleri önemi türbenin kubbesinde kullandıkları 4 ton altından anlamak zor değil. Şiilerin mahallesi sanki ,her yer onların "mahalli" ile dolu. Ağıtlar, sürekli mavi çinilerle bezenmiş duvarlara sirayet edercesine yükseliyor. Duanın, ağıtın ve bidattın her çeşidinin ve alâsını burada görmek mümkün. Hz. Ali'nin kızı Hz. Zeynep iki çocuğunu da Kerbela'da şehit verir. Hz. Hüseyin'in mübarek başının Şam'a kadar kardeşi Hz. Zeynep'in taşıdığı rivayet edilir. Kabrinin içi sadelikten uzak gelin odası ama en alâsı her yeri ayna ve kristal avizelerle süslü mavi çiniden bir saray sanki etkilenmemek mümkün değil. Beden ayrılsa da ruhum orada kalmak istiyor.

Ehlibeyt mezarlığı olarak bilinen Babü'Sağirden Hz. Bilal-i Habeşi ve Caferi Tayyar Hazretleri'nin türbelerini ziyaret etmek bir kadar heyecanlı... Medine'de okuduğu son ezanın sedasını duymuşçasına etkileyici... Kabri o kadar sade ki şaşmamak elde değil garip geldi garip gideceklerden olmak bu olsa gerek
Ve yine aynı mezarlıktaki Kerbela şehitlerinden ehlibeytten 16 kişinin metfun bulunduğu kabir ve diğer sahabelerin makamları.

Yavuz Sultan Selim'in 1516'da Şam'ı fetih ettikten sonra yani 276 yıl sonra Muhyiddin-i Arabi Hz.nin yerini bulup temizletip türbe ve camisini yaptırması ilk Osmanlı eserleri sayılıyor.
Dini ihya eden anlamında "Muhyiddin" ismini alan ve Konya'ya gelen bu büyük alimin "Sin Şın'a girdiğinde benim yerim ortaya çıkar" sözü İstanbul'da Yavuz Sultan Selim'in türbesinde yazar ,Sin Selim'i Şın'da Şam'ı simgeler.Şimdi bu sözün merkezinde olmak okunan satırların gölgesinde olmak gibi.Fatihalardan bezenmiş duam sunabileceğim tek hediyem.Diğer türbelerde olduğu Muhyiddin-i Arabi Hz.'nin türbesi de hınca hınç dolu ve içi çiçeklerle bezeli.Erkeklerle bayanların giriş yeri ayrı. Bizim giriş yerine ulaşmak için geçtiğimiz yol bir pazardan geçiyor.

Şam'da yabancı gibi kalmak imkansız nereye dönerseniz dönün ecdadın yadigarları adeta mühür.Bir de Beşşar Esad'ın resimleri...Şam'ın en önemli meydanlarından olan Hicaz Meydanı'nda karşınıza abide gibi çıkan; Hicaz Demiryolu Projesi'nin önemli ayaklarından biri olan Şam Tren İstasyonu'nda bunlardan biri.Asli görevini yapmamış olsa da heyecanla geziyorum.İçi kitap ve dergi satılan ve binanın tarihinden bahseden panolarla dolu.Önünde çektirdiğimiz hatıra fotoğrafı ve geçmişe dalınan anlar.Derin bir iç çektiriyor insana.

Hemen meydanın karşısında Şam Mevlevihanesi'ni ziyaret edişimiz ve aklıma gelen Konya... Ruhum sanki sema içinde...
Kabil'in Habil'i öldürdüğü yer olarak bilinen ve Şam'ın eşsiz manzarasını seyretmek elbette Kasyun Dağın'da olacaktı. Şam'ı göz alabildiğinize seyir edebileceğimiz bu dağ Hz. Habil'inde mezarını içine barındırmaktaymış,tıpkı diğer sahabeleri de olduğu gibi...
Düşünüyorum da sanki peygamberlerin ve sahabelerin çoğu burada ecel şerbetini içmek için sözleşmişler.

Sabahın erken saatlerinde Busra yollarında olmak farklı.Çünkü Nurullah Genç'in "Yağmur" adlı şiirinde "Bahira'nın gözlerinden süzülen iki damla yaşta ben olsaydım" dizesinin aktığı yere gidiyoruz.Şam'a 130 km uzaklığında.Ürdün sınırına yakın bir bölgede. Peygamberimizin 12 ve 25 yaşlarında konakladığı yer Busra.Rahip Bahira'nın manastırının olduğu yere gelince gözler, onun gözlerinin değdiği yerleri, ruhum onun gölgelediği serinliği arıyor.Manastır harabe halinde kapısı kapalı etrafındaki mescit olarak kullanılmış yerde ise peygamberimizin devesinin ayak izleri, gölgelendiği ağacın yerinde ise mihrap var.O'nun cismaniyetinin ve ruhaniyetinin dokunduğu yerlere senin de dokunuyor olman.Bu heyecandan nefesim ara ara kesiliyor sanki..(gezidekilerin çoğu etraf sakinleştikten sonra buradaki misk kokudan bahsetti)Manastır ve çevresi bir günde de gezilebilecek yerlerden. Roma kalıntıları ve Selçuklu'lardan kalma mescit ve Hz. Ömer'inde namaz kıldığı camiyi görmek mümkün.Amma velâkin aklım hala o iki damla gözyaşında kalıyor...

Veee Süleymaniye Cami'si ve yanı başındaki Selimiye Medresesi Mimar Sinan'ın "kalfalık eserim" dediği Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan bu cami Şam'da Osmanlı'nın en önemli eserlerinden.Yıllardır kapalıymış restorasyon nedeniyle.Yanında hemen Şam Askeri Müzesi bulunuyor.Kanuni'nin oğlu II. Selim'in yaptırdığı Selimiye Medresesi, cami vazifesinde ancak o da restorasyon nedeniyle kapalı.Selimiye Medresesi'nin öğrenci odaları günümüzde otantik eşyaların satıldığı mağazalar olarak kullanılıyor.

Mimari tarzı ve yapılış yılı İstanbul'daki Süleymaniye ile hemen hemen aynı.Caminin içini restorasyon nedeniyle gezemiyoruz ama son cemaat yerinde kılınan namazla ecdadımızı yâd ediyoruz.Önündeki havuzu, asırlık çınarları ile Mimar Sinan yine orada.Hemen yanı başında bulunan "Son Osmanlılar Haziresi" işte en buruk anlardan biri daha...
Saraybosna'da İlahiyat Fakültesi'ne gittiğimizde, ziyaret ettiğimiz fakülte dekanı bize "Hoş geldiniz Osmanlı'nın torunları" diye hitap etmişti. Evlad-ı Fatihan topraklarında aldığımız bu selam şekli Bilâdû'ş Şam'da Son Osmanlı padişahı Sultan Vahdetin'in türbesi ve Osmanlı hanedan mensuplarının türbelerini görünce, içimden "işte biz geldik senin torunların selam ve dualarla" diyorum hüzünle karışık.Sultan Vahdetin'in türbesi öyle sade ki insana neleri hatırlatmıyor ki... Ama onun Şam esnafının topladıkları parayla naşının hacizden kaldırılıp buraya dedelerinin yaptırdığı asırlık eserlerin yanına defin edilmesi bir o kadar manidar. Son halifelerini yalnız bırakmamışlar. onun burada sessiz ve kimsesiz gibi duran kabri yine de insana dokunuyor
Ama Şam'a gelen Türk'lerin hiçbiri ziyaret etmeden gitmiyormuş.Türbedarı o kadar güzel anlatıyor ki. Teselliyi ona emanet etmiş gibi ayrılıyoruz.
Yaklaşık 1 km. bulan Sultan Abdulhamid'in yaptırdığı tarihi Hamidiye Çarşısı İstanbul'daki kapalı çarşıyı andırıyor.Osmanlı sanki İstanbul'daki eserlerin kopyalarını buraya nakşetmiş.Çarşının içine girdiğinizde kayboluyorsunuz zaman 100 yıl önce sizi geriye almış. O kadar kalabalık ve akışkan ki insan seli içinde bir damlayı andırırcasına sizde zamanın geriye ket vurduğu insan selinin içinde hemhal olmak istiyorsunuz.

Hamidiye Çarşısı'nın bitiminde, önce Jüpiter tapınağından kalan birkaç sütünü geçtikten sonra karşınızda görkemden uzak kapılarıyla Emevi Camisi çıkıyor.Kapısından adımımı attığımda nefesimi kesen o anı unutamıyorum.Meğer tüm görkemi içinde saklıymış.Beyza taşlardan döşeli devasa büyüklükte bir avlu... İşte ben buradayım diyor Emevi sanatı. Avlunun ortasına geldiğimde aklıma Neyzen Tevfik'in ağabeysinin Koyunoğlu Müzesi'ni gezdikten sonra müze defterine yazdığı söz geliyor "mucize görmüş münafığa döndüm" diye yazmış.Mucize sanki...

Ömrüm yetse de tekrar görsem diyebileceğim bu cami 705 yılında Velid bin Abdulmelik tarafından kiliseden camiye çevrilmiş ve zamanla bu halini almış.Enine genişleyen bir cami 7000 metrekareyi kapsıyor.İkindi ezanını bu avluda dinlemek anlatılamaz sadece yaşanır. Emevi Camisi "camiliğin cemini" yapmış yani toplamış.
İçinde Hz. Yahya'nın kabri.Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edildikten sonra getirilen mübarek başının defin edildiği ve ziyaret edilen kısım, Hz. Hud makamı, Hz. Hızır makamı, Zeynel Abidin Hz.'rinin makamı, İmam Gazali'nin "İhya " adlı eserini yazdığı oda....ve Hz. İsa'yı bekleyen Ak Minare...
Her kabirde her makamda maneviyatın haleleri de sizi selamlıyor. Zamanın yetersizliği insafsızca bağırıyor ve ne ben ne de ruhum bu camiye bakmaya doyamıyor...
Emevi Camisi'nin hemen yanı başında Selahaddin Eyyubi türbesi, avlusunda ise 1914 yılında Filistin'de uçakları düşen ilk hava şehitlerimiz Fethi Bey, Sadık Bey ve Nuri Bey, Nureddin Zengi , Ebu'd Derda Hz., Sultan Baybars türbeleri hepsi birbirine yakın mesafelerde Sultan Baybars'ın kabri ise Baybars Kütüphanesinin içinde. Kitaplarla dolu rafların arasında olan kabri kitap kurtlarının vasiyetini hatırlatıyor insana.
Mevlana Halid-i Bağdad-i Hz. türbesi ise Kasyun Dağı'nın eteklerinde.
Hama'da ki tarihi su değirmelerinden dünyada sadece 17 tane kalmış. Biz ise iki tanesini görebildik.Geriye kalan on beş tanesi için ise ya nasip diyorum. Asi nehri'nin üzerinde olan bu su değirmenleri halen çalışıyor zamana inat.Yunus Emre'nin "dertli dolapları" kim bilir hangi dertleri bağrından, feleğin çemberinden geçirir misali içinden su misali geçirerek Asi'ye bırakıyor...
Halep ...Şam'dan farklı ve bakımlı evleriyle sıcak sarıyla selamlıyor.Yöreye mahsus sarı Halep taşından yapılan bu evler Şam gibi gri renk yerine daha alımlı geldi bize.
En önemli yeri Halep Kalesi
Onbin kişiyi barındırabilen bu kale aynı zamanda Halep'in panaromik manzarasını da hediye ediyor bize.Kale içindeki sarayın tavanını görünce "ne ihtişammış "dedirtiyor.Kimler geldi kimler geçti diyerek Halep Kapalı Çarşısı'na çıkıyor yolumuz.

Zaman elini burada cimri kulanmış. Kum saati bu çarşıda kırılmış sanki Ortadoğu'nun en uzun çarşısının sokaklarının toplamı 10 km geçiyormuş.Genelde baharat kokan bu sokaklarda zaman sizi içine alıp götürüyor. Konya'da bu şekilde bir kapalı çarşının var olması nasıl olurdu demeden edemiyorum. Çarşı içindeki Kermiye Mescidi'ndeki Şazeli şeyhinin selamı ve duası bizi gruptan koparıyor.Aklımız yedi karış havada Zekeriya Peygamberin camisini arıyoruz. Sorarak Bağdad'tı değil ama camiyi buluyoruz ve makamında ettiğimiz dualarla ayrılıyoruz...
Saat gece 12'yi gösterdiğinde Suriye topraklarını bırakmış oluyorum yani rüyadan uyanmış oluyorum. Külkedisi sindirella misali...
Aslında Suriye el değmemiş sokakları ve Türkiye'yi en az onbeş yıl geriden takip eden havasıyla cezbediyor. Her yerde rastladığımız Beşar Esad'ın resimleri,genelde bakımsız sokakları, üstelik ucuz olması ile çok farklı bir ülke.Ama kim ne derse desin Şam bambaşka.Hiç sıkılmadan gezebileceğiniz bizden şehirleri ve insanları olan bu ülkeyi bizden ayıran tek şey sınırı galiba.İnsanları da sıcak.Yemeklerine gelince güneydoğu ve Adana yöresinin yemeklerinden farklı değil.Sanki bir mozaiktik ve sınır bizi onlardan farklı kıldı.Sınırı herkesin geçip görmesini içten tavsiye ettiğim bu ülke hafızamda sıcak ve coşkun bir tebessüm bıraktı.
Yazılacak çok şeyimiz var diyerek Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi'nin 26 - 29 Ekim tarihleri arasında düzenlediği "Suriye Gezisi " için emeği geçen herkese teşekkür ederim.
Gerçekten yazılacak da gezilecekte daha çok şey vardı...

***************************************************************
'Suriye'den Konya'ya selam getirdik'

Suriye'den Konya'ya selam getirdiklerini belirten TYB Konya Şube Başkanı Ahmet Köseoğlu "Suriye halkı Osmanlı'yı çok seviyor ve ecdat yadigarlarını neredeyse bizden daha iyi korumuşlar" dedi.

Türkiye Yazarlar Birliği 'Yazılacak Çok Şeyimiz Var' başlığıyla il ve ilçelere yaptığı gezilerden sonra hafta sonu düzenlediği Suriye turunu tamamlayarak yurda döndü.
Pozantı-İskenderun-Cilvegözü üzerinden 26 Ekim'de Suriye'ye giriş yapan TYB üyeleri, Şam'a giderken Humus'ta Halid b. Velid Cami'nde büyük komutan Halid b. Velid'in kabrini ziyaret ettikten sonra 2 gün boyunca Şam'da Hz. Hüseyin'in kızı Seyyide Zeynep Türbesi, Hz. Bilal Habeşi, çevresine Hz. Hüseyin'in Kerbela'dan getirilen başının defnedildiği ve içinde Hz.Yahya'nın kabrinin bulunduğu Emevi Camii, Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi, Nurettin Zengi, Halid-i Bağdadi, Sahabeden Ebu'd-Derda, Süleymaniye Camii ve Külliyesi içinde Osmanlı Halifesi Sultan Vahidüddin Han ve Türk şehitlerinin kabirleriyle bir çok ziyaret mahalline geziler yapıldı. Şam'ın ortasında bulunan ve bir çok önemli ismin medfun bulunduğu Kasyûn dağına çıkılarak şehir, panoramik olarak izlendi. Ürdün sınırı yakınında bulunan Busra'da Rahip Bahira kilisesi ve Hz. Peygamber'in konakladığı yere yapılan mescid de ziyaret edildi. Burada Bizans dönemine ait bir çok tarihi mekan, fotoğraf meraklılarının ilgisini çekti.
Şam'ın otantik çarşılarında alışveriş yapma imkanı bulan ziyaretçiler, dost ve yakınlarına Suriye'nin meşhur ipek ve dokumalarından hediyeler aldılar. Bazı ziyaretçilerin de Suriye'yi tanıtan kitap albüm gibi yayınlardan aldıkları görüldü.
'HAMA ŞEHİTLERİNE FATİHA'
2 günlük Şam gezisinden sonra Hama'ya geçen ve bir gece de burada konaklayan ziyaretçiler, ertesi sabah Su Değirmenleri'nde hatıra fotoğrafları çektirdiler. Daha sonra otobüsle Halep'e doğru hareket eden TYB üyeleri, Hafız Esed rejimi tarafından 2 Şubat 1982'de Hama Katliamı'nda şehid edilen 50 binden fazla müslüman için fatihalar gönderdiler.
Gezinin son gününde Halep Kalesi'nin ardından Hz. Zekeriyya Cami ve Türbesi ile akıl hastalarının su ile tedavi edildiği tarihi Bimarhane'yi gezen ziyaretçiler akşama kadar Halep çarşılarında alışveriş imkanı buldular. Humus, Şam, Busra, Hama ve Halep ziyaretlerinden sonra Salı sabahı Konya'ya inen TYB üyeleri, tarihi ve kültürel bir çok benzerliğin bulunduğu Suriye'den unutamayacakları anılarla döndüler.
'SURİYE HALKI OSMANLI'YI ÇOK SEVİYOR'
TYB Konya Şube Başkanı Ahmet Köseoğlu, il ve ilçe gezilerinden sonra şimdi de değişik coğrafyalara geziler düzenlemeye başladıklarını belirterek "Halkının yüzde doksanı Sünni Müslüman olan Suriye'de Osmanlı dönemine ait yüzlerce eser ve iz bulmak mümkün. Bu yüzden Suriye halkı Osmanlı'yı çok seviyor ve ecdat yadigarlarını neredeyse bizden daha iyi korumuşlar. Ayrıca Suriye, ucuz bir ülke ve çok fazla masraf yapmadan gezip konaklayabiliyorsunuz" dedi. Köseoğlu, pek çok tarihi ve kültürel bağların bulunduğu Suriye'de TYB üyelerinin çok güzel vakit geçirdiklerini, tarih ve kültür birikimlerini artırdıklarını da sözlerine ekledi. Memleket
*********************************************************************

BU SINIRLAR KALKMALI

Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi'nin organizasyonu ile gerçekleşen Suriye Seyahati, ümmetin kucaklaşmaya ne kadar hasret olduğunu bir defa daha gösterdi.

Şam, Halep, Hama, Humus sokaklarında Konya-Karaman Caddeleri'nde gezmenin rahatlığı ile dolaşan heyet, İslam Dünyası'nın acıları ve sevinçlerini de yaşama imkanı buldu.

Ehl-i Beyt'in mezarlarında gözyaşı döken Konyalı yazarlar, Sultan Vahdettin'in kabri başında vefasızlığın iç yakan ama bileyen gerçekliğini yüreklerinde hissetti.

Vücut için yorucu, gönüller için ferahlatıcı yolculuğun büyük bölümü otobüste geçti. Suriye yolları Türkiye vasatının gerisinde, Konya şehirler arası yollarının ilerisinde idi.

"Sultan Abdülhamit kızıl değil Cihan Sultanı"dır yargısı aynel yakin yaşanmak sureti ile görüldü.

Sultan Alaaddinler, Kılıçarslanlar'ın azim ve kararlılıklarının Haçlı güruhu ve zihniyetini eritenlerin, o topraklardaki temsilcilerinin mezarları gezildi.

Ve Suriye'nin ırak olmadığı, Irak'ın ırak olmaması gerektiği, sınırların yapaylığı doyasıya yaşandı. Ve evet Şam bir başkaydı
*********************************************************************

ZAMAN ŞEHİR ŞAM
Ahmet KÖSEOĞLU

Bitti m'ola Şam ilinin hurması
Gitti m'ola ala gözün sürmesi
Bağdat'ın Basra'nın telli turnası
Turna yardan selam geldi eylenme
Karacaoğlan

"Biz pencerelerimizi hem Batı'ya açmalıyız, hem Doğu'ya. Ama önce kendimizi tanımalıyız. Kendini tanımak, irfanın ilk merhalesidir" diyen mütefekkir Cemil Meriç'in vefatının 14. yılı anma toplantısını Antakya'da gerçekleştirip Suriye'ye doğru yola revan olduk.
Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis fikir işçisi Cemil Meriç'in doğduğu Reyhanlı'da, arızalanan otobüsümüzün probleminin giderilmesini beklerken, Yazarlar Birliği üyelerinden bazıları anlamlı; ama zorunlu molanın getirisine kürek çekercesine, toplantıda dile getir(e)mediklerini ayaküstü otobüsün gölgesinde birbirlerine anlatmanın gayretinde idiler.
Hatay'da Fransız kültürü / eğitimi alan Meriç'in, Bu Ülke ve Işık Doğudan Gelir adlı eserlerine övgüler düzerek Doğu'ya açılan pencerelerden birine, Cilvegözü kapısına dayandık.
Cemil Meriç İstanbul, Ankara, Konya, Bursa, Şam, umran, uygarlık, Doğu, Batı derken 40-45 dakika geçmişti ki Halep'teyiz. Halep merkezinde büyükçe bir lokantaya girince bir de ne görelim? Müsiad Konya Şubesi üyeleri mekânın yarısını doldurmuş! Meğer Halep ne kadar yakınmış bize, herkes burada. Konyalı sanayicilerin karşısında Halepli, Şamlı işadamları; Türkçe, Arapça, İngilizce karışımıyla anlaşabiliyorlar birbirleriyle. "Coğrafya, medeniyet, tarih hep aynı, İslâm ortak payda. Aynı geminin insanlarıyız, niye anlaşamayalım ki" diyor sanayici bir dostum. "Türklerle Araplar etlen tırnak gibidir" diyorum ben de. Suriye başbakanının da, "İki ülkede yaşayan tek bir halkız" mealinde bir sözünü televizyonda bir mülakatında dinlemiştim diye ekliyorum.
Halep Kapalı Çarşısı'nın bitiminde bahçesi Kale'ye bakan kafede Ahmet Kot ve Yusuf Kaplan'la oturup nefeslendik. Çarşının çıkış kapısındaki çocukların bize Türkçe lâf atmaları, Tatlıses'ten arabesk parçalar okuyup şirinlik gösterisinde bulunmalarını izlerken, Reyhanlı Otobüs Garajı'ndaki vatandaşlarımızın Arapça konuştuklarını dostlara hatırlatıp, "Hatay'da Arapça, Halep'te Türkçe" diyerek geç kalmışlığımızın dramatik karikatürünü çizen bu söz dilimden düşüverdi.
Halep'in nerede, arşının da ne olduğunu öğrendiğim zaman, Yavuz Sultan Selim'in Mercidabık Savaşı'nda, Memluk Sultanı Kansu Gavri'yi yenip Halep'i Osmanlı topraklarına kattığını öğrendiğim ilkokul yıllarıydı sanırım. Pek tuhaf gelmişti çocukluğumda Memluk sultanının ismi. Epeyce bir zaman dilime dolamıştım Kansu Gavri adını.
Birçok özelliğiyle Konya'ya benzerliğini gözlemlediğim Halep'in kapalı çarşısını anlatan ünlü seyyah Evliya Çelebi'nin, "5700 dükkânlı Halep Çarşısı, dünyanın en büyük birkaç çarşısından biridir. Âdem deryasıdır. Alış verişin hesabı olmaz, iki bedesteni olup, bedesten tacirleri arasında 100 bin altın sermayesi olan, Avrupa ve Hindistan'a mal götürüp getiren büyük zenginler mevcut" diye kayıt düştüğü ve birkaç defa yangına maruz kalan çarşının aslına uygun ve daha sağlam yaptırılmasının güzelliğinin yanında, Konya'nın çarşılarının günümüze intikal edememesinin derin hüznünü yaşadım. Tarihe tanıklık eden şehirlerin ilk sıralarında gelen Konya'nın dünden bugüne çarşılarını taşıyamamasının acısını İstanbul'a her gidişimde Kapalı Çarşı'da da hissederdim, şimdi de Halep'te aynı duygu...
Değerli seyyahımız Evliya Çelebi yine aynı çarşıdan bahsederken 500 kadar kahvehanenin olduğunu, Arslan Dede Kahvehanesi'nin 2000 insan aldığını ve burada hânende (şarkıcı-okuyucu), sâzende (saz çalan, çalgıcı), rakkâse (dans eden) ve hikâyecilerin varlığından söz eder. Çarşıda mahşerî kalabalıkta ve dar zamanda Arslan Dede'nin kahvehanesini arama işini başka bir Halep buluşmasına bırakıp Suriye'nin, hatta Arap dünyasının meşhur dondurmacısında ünlüler ve Arap liderleriyle birlikte (Onlar duvardaki fotoğraflarda, bitmeyen dondurmalarıyla) dondurma yemenin keyfine vardık.
Evliya Çelebi'nin, "Halep şehrinde 176 tekke olup en mükellefleri Bâb-ı Ferec dışında, Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin makamıdır. Buranın etrafında birçok fukara hücreleri vardır. Uşşak makamından çıkıp devri revân usulünde ayin-i şems ve devri vurduğunda havuzundaki balıklar dahi semâ yapar" diye bahsettiği Halep mevlevîhanesinde musiki susmuş artık, fukaralar şehirlerine (Medine'ye) göç etmiş, balıklar da Urfa balıklı göle semâya gitmiş herhâlde.
Halep'te Osmanlı şehir dokusunun gelişmesini sağlayan ve İstanbul mimari esintileri taşıyan yapıların hâlâ çoğunun ayakta durması ne güzel. Osmanlı'nın mimariden mutfağa, müzikten sosyal yaşama kadar hayatın birçok yönüne tesir ettiğinin olumlu referanslarını bizzat müşahede ettik. Zaman zaman kendimizi Bursa'da, Konya'da, Urfa'da hissettik.
Halep Kalesi, Hz. Zekeriya peygamberin kabri ve mescidi (Ulu Camii-Cuma Camii), Beylerbeyi Osman Paşanın yaptırdığı külliye, Dukaginzâde Mehmet Paşa Külliyesi ve Adliyye Camii, kiliseleri, çarşıları derken günün hayli geç saatlerinde Halep'ten ayrılıp Şam'a doğru yola koyulduk.
Muhiddin İbn Arabî'nin Futuhat-ı Mekkiye'sinde, "Belde-i Muhayyere" olarak belirtilen üç şehirden biri olan şehrim Konya'ya muhabbetimin artmasında, Medine ve Şam gibi seçilmiş şehirlerle birlikte zikredilmesinin payı büyüktür. "Efendimize (s.a.s) hicreti esnasında üç şehir bildirilmiş, o da fukaraları çok olduğu için Medine'ye hicreti tercih etmiş" mealindeki hadiste (zayıf da olsa) içinde geçen Şam'a giden ilk Konyalı ben değildim şüphesiz; ama benim için ilkti. Hz. Mevlânâ'nın Şam'a Şems'ini aramaya gitmesi ya da Şam'dan İbn Arabî'nin, Sadreddin Konevî'nin âlim babasıyla görüşmek için Konya'ya gelmesi kadar derin mânâları olmasa da ben de ziyadesiyle heyecanlanıyordum Şam-ı Şerif'e yaklaştıkça.
Seyahat öncesi İslâm tarihi kitaplarına göz atıp Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi maddelerini, uzun yolculuğumuzda fırsat olursa göz atarım diye fotokopi ettirmiştim. Otobüsün zayıf iç aydınlatmasına ve gözlerimin zorlanmasına aldırış etmeden İslâm tarihinin bu büyük iki şahsiyetine muhabbetimin artmasına vesile olan yazıların altını çizerek heyecanla okudum.
Tarihçi İbn Esir; "Hulefa-i raşidin ve Ömer b. Abdülaziz'den sonra gelen en adil ve salih hükümdar Nureddin Zengi'dir" diyordu. Sultanın çağdaşı olan İbn Cevzi de, "Nureddin (...) kâfirlerin elinde olan elliden fazla şehri geri aldı. Onun hayatı pek çok sultanın ve idarecinin hayatından daha temiz ve iyiydi. Onun döneminde yollar güvenli ve emniyetli idi. Onun övülecek tarafları pek çoktur. O, kendini Bağdat'taki halifeliğe bağlı ve onun emrinde görürdü. (...) Karakteri yumuşak huylu, şatafatsız ve alçak gönüllü idi. Âlimleri ve dindaşlarını severdi" diye kayıt düşmüş.
Büyük yönetici, salih hükümdar Nureddin Zengi'nin; adaletli, insaflı ve merhametli, ibadetine düşkün, zâhid, muttaki bir sultan olduğunu bütün tarihçiler belirtiyor. İslâm topraklarına musallat olan Haçlıları geri püskürten sultanın en büyük arzusu Kudüs'ten de Haçlıları çıkarmaktı. Fakat buna ömrü vefa etmedi. 1174 yılında 56 yaşında iken vefat etti. Ama kendi hâlinde mütevazı bir insan iken zorla Mısır'a gönderdiği komutan Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'ü fethettiğinden ruhaniyeti haberdar olmuştur.
Nureddin Zengi bir gün rüyasında Peygamberimizi görür.
Efendimiz, "Ya Nureddin! Benim cesedimi şunlar çalıyor" diye üç kişiyi gösterir. Biraz mahzun olan Peygamberimizin bu durumu Zengi'yi telâşlandırır. Hemen Medine-i Münevvere'ye gelerek büyük bir davet verir. Herkesin bizzat gelerek yemek almasını ister.
Kazanın başına oturan Nureddin Zengi, rüyasında gördüğü üç kişiyi göremeyince sorar: "Ey Müslümanlar! Medine'de bulunup da buraya gelmeyen var mı?" Birisi, "Bizim mahallede üç yabancı vardı. Onları burada göremedik" deyince hemen oraya varırlar. O üç kişi, Peygamberimizin gösterdiği üç kişidir. Gördükleri manzara karşısında gözlerine inanamazlar. Kazdıkları tünelle Peygamberimizin kabrine bir hayli yaklaşmışlardır. Zengi, hemen türbenin etrafını kazdırarak muhtelif metal madenlerle sağlamlaştırır.
Bu adil melikin Şam'da Nûriye Medresesi'ndeki kabrini ziyaret edemeyişimizin grup gezisi yaptığımız gibi basit sebepten olduğunu dile getirmek yerine Şam'a tekrar kavuşmak -vesile, Sadreddin Konevî'den İbn Arabî'ye selâm götürmek- için dua etmek daha mânâlı olsa gerek.
Selçuklu atabeylerinden olan Nureddin Zengi, hükümdarlığını / hizmetkârlığını yaptığını bütün şehirlere büyük medreseler, camiler, imaretler, kervansaraylar, hastane ve daru'l-hadisler yaptırmış olmasıyla, aynı zamanda rasathaneler kurdurup, güneş saati yaptırmasıyla ilme, sosyal devlet anlayışına uygun hizmetler vermek isteyen sultanlara iyi bir numune de olmuştur.
Emevi, Abbasi, Selçuklu, Eyyubi, Osmanlı bayrakları altında tek halk olarak yaşaya gelen Suriye ile Türkiyelilerin bu 1200 yıllık birlikteliği maalesef Lozan'da sona ermiş.
Nureddin Zengi'yi, Selahaddin Eyyubi'yi iyi tanıyamamış Şerif Hüseyin'in Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlerle beraber olmasını, bizim kadar Suriyelilerin de unutmaması gerekir.
Tarihte Türklerle Araplar kadar birbirlerine kaynaşmış başka millet var mı bilmiyorum. 14 asırlık İslâm tarihinin 12 asrını birlikte yaşadı bu iki millet.
Sezai Karakoç, "Hatay Suriyelilerin, hatta İstanbul da onların; Şam, Halep de bizim. Ayrımız gayrımız yok" derken aynı damardan beslendiğimizi, ihtiyacını hissettiğimiz şuurun tarihimizde olduğunu, masa başında çizilen sınırların da sentetik olduğunu vurguluyor bir mânâda.
Şam; Mekke, Bağdat, İstanbul gibi, yaşlı kıtanın en önemli şehirlerinden biridir. Fenikelilerden İbranilere, Hititlerden Perslere kadar birçok kavmin egemenliğine tanık olmuş, yataklık etmiş bir zaman şehri.
Mark Twain der ki, "Orada zaman; günler, aylar ve yıllarla ölçülemez. Yükselen ve yok olan medeniyetler ve liderlerle ölçülür."
Bizans döneminde Hıristiyanlığın merkezi olmuş, Hz. Ömer zamanında Bizanslılardan alınan Şam, yüz yıl kadar Emevilerin taht şehri olmuş. 1076'da Selçuklu atabeylerinden Atsız Bey tarafından Türk hâkimiyetine geçirilen şehir, arada Memlukluların egemenliğine geçmişse de Yavuz Sultan Selim'le birlikte (1516) tekrar Osmanlı idaresinde, Lozan Antlaşması'na kadar önemli bir eyalet merkezi olarak bizde kalmıştır.
Yavuz Sultan Selim, Şam'da aylarca kalıp yeni camiler, hanlar, hamamlar, çarşılar yaptırmış; sosyal ve içtimai hayatın akışının sağlanabilmesi için vakıf sistemini hayata geçirmiş. Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyubi ve Muhiddin ibn Arabî gibi İslâm'a ve insanlığa hizmeti dokunmuşların türbelerini yaptırmış.
1762'de Şam'a gelen seyyah Guer, Osmanlı'nın vakıf sistemi ve idare anlayışıyla ilgili olarak hayretini gizleyemez.

"Türkler hayır yapmakta çok ileri giderler. Ağaçlar kurumasın diye ücretli adam tutup sulatacak kadar hayırseverlikte ileri giden Türklere bile tesadüf ettim. Şam'da hasta kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane yapacak kadar kaçıktır bu Türkler."

II. Abdülhamit Hanın sekiz yılda inşâ ettirdiği 1900 kilometre uzunluğundaki ünlü Hicaz Demiryolu'nun başlangıç noktası olan Şam İstasyonu'nda çaylarımızı içerken, Osmanlı padişahlarının kendilerini Mekke ve Medine'nin hâdimi (Hadimu'l-Harameyn) addettiklerini, zor zamanda bile, neredeyse hazinenin tamamına yakın bir bedele yaptırılan demiryolunun ehemmiyetini uzun uzun konuşup hayır dualar ettiğimizden, eminim ki bütün hizmetkârların ruhaniyeti haberdar olmuştur.
Tarihin başlangıcından bu yana sürekli çekim merkezi olan Şam birçok büyük imparatorluğun ve kabilenin kalesi olup, peygamberlerin, sahabilerin, âlimlerin uğradığı, sığındığı, vazifelendirildiği mübarek bir belde olmuş.
11. yüzyılda yaşamış Arap gezgini İbn Cübeyr'in Şam'ı kutsayan, yücelten sözlerinden, maddi güzelliklerin yanı sıra manevi güzelliklere de işaret eden anlamlar çıkarabiliriz: "Eğer cennet yeryüzünde ise, o hiç şüphesiz Şam'dır. Eğer gökyüzünde ise, Şam onun yeryüzündeki rakibidir."
Şam'da, Peygamber Efendimizin torunu, Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın kızları, İmam-ı Hasan ve Hüseyin'in kız kardeşleri Hz. Zeyneb'in mübarek kabrini ziyaret ederek geziye başlamamız benim için manidar bir tevafuktur.
Henüz altı yaşına giren ikizlerimden birinin adını doğrudan Hz. Zeynep'ten mülhem koymuş olmamızın, burada bana, çok farklı his ve duygular yaşatacağını bilmezdim. Şam'ın dar sokaklarından yürüyerek Şeyh-i Ekber Muhiddin ibn Arabî hazretlerinin kabrine giderken, mihmandarımızın sade, iki katlı, biraz da yaşlanmış bir evin önünde durup Ramazan el Buti'yi soran arkadaşımız, kimdi dedi. Kendisini Konya'da ağırlayıp tanıştığımızı söyleyince bu ev onundur deyip, ziyaret etmemizin uygun olabileceğini de hareketiyle salık verince kapıya yönelip avluya girdik. Lâkin nasip değilmiş, üstat Mısır'da imiş, döndüğünde biz zaman şehrinden ayrılmış olacağız. Bu mübarek şehre tekrar gelebilmek için sebepler o kadar çoğaldı ki. Dar sokaklardan yine yürümeye devam ederken bilgeliğin, ilmin, hikmetin kokusunun yaklaştığını hissettik ve bir anda İbn Arabî'nin kabrinin bulunduğu caminin önünde bulduk kendimizi. "Sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır" deyince softa yobazlarca recm edilen Arabî ve çocuklarının mezarlarının bulunduğu mekânının yeşil renk ve ışığa hâkim ve oldukça sade olması, ziyaretçilerin üzerindeki etkiyi artırıyor. "Sin Şın'a girince sırrım ortaya çıkar" sözünün şifresinin çözümü elbette Yavuz Sultan Selim'i bekler.
Hazreti Ali'nin abisi Hazreti Cafer-i Tayyar'ın türbesine, Hazreti Bilâl-i Habeşi'nin mezarına selâm, o anda okunan ikindi ezanı ve sonunda rabbimize dua ve yakarış. Bağdat, Şam, Saraybosna, İstanbul, Kahire, Taşkent, Meşhed, Konya, Bursa hep aynı dille çağırır, aynı ilâhi sedayla yankılanır semaları beş vakit. Her daim ruhuna Fâtiha okunsun baş müezzin Bilâl'in...
Bir Sinan eseri olan Süleymaniye Camii, yıkılmaması için çelik konstrüksiyonla ayakta tutuluyor. Muhtemelen yanı başından geçen dereden dolayı bu hâle gelmiş olabilir. Caminin avlusunda Şam Askerî Müzesi ve doğusunda Osmanlı'nın son padişahı bîbaht Sultan Vahdeddin'in sade mezarı... Hanedanına ait yakınlarının mezarlarıyla birlikte burada mahzun olan Sultan Vahdeddin... Buruk bir veda son sultana...
Şam'a gidişte Cuma vaktini Emevi Camii'nde geçiremeyen grubumuz, yavan ziyaretine, caminin hemen dışında kalan büyük komutan Selahaddin Eyyubi'nin türbesiyle başladı. Kudüs fatihine, İstanbul fatihinin selâmını ileterek giriş yaptık türbeye.
1300 yaşına dayanmış Emevi Camii genç, dinamik görüntüsünün ardındaki olgunluğuyla dile gelse de kimler avlusundaki şadırvandan abdest aldı söylese. Hangi sahabiler, evliyalar, komutanlar Cuma Namazı kılıverdi, kıldırıverdi. Kimler minarelerinden ezan okuyuverdi...
Hazreti İsa'nın gelişini müjdeleyen Hazreti Zekeriya peygamberin oğlu Yahya peygamberin kabrini hangi erenler ziyaret ediverdi, söyleyiverse. Herhâlde Bediüzzaman Said Nursi'nin irâd ettiği "Hutbe-i Şamiye" adıyla bilinen hutbesini de zikrederdi.
Kasyun Dağı'nın eteğindeyiz. Gün batımında Şam-ı Şerif'i izlerken güneşin yerini karanlığa bıraktığı anda tüm şehristanın minareleri yeşil lâmbalarını yakıyor, âdeta camilerin üzerinden gökyüzüne şavkıyor, muhayyilemizde geçit yapıyor nurdan insanlar.
Gün ağardı, dönüş için hazırlık, otobüse biniş, yine olmayasıca sınır kapısına varış. Not defterimdeki konu başlıkları ve hatırlatıcı isimlere göz atıyorum: Hz. Zekeriya, Hz. Yahya, Hz. Zeynep, Emevi Camii, Hz. İsa'nın konuştuğu dil Aramiceyi yaşatan köy, Nureddin-i Zengi'nin mezarı, Selahaddin-i Eyyubi Türbesi, Hz. Hüseyin, Hâlid bin Velid, Hicaz Demiryolu-Şam İstasyonu, Sultan Vahideddin, Yavuz Sultan Selim, Halep, Şam, Hama, su değirmenleri, Bursa Süleymaniye Külliyesi, Türk Hava Şehitleri, kapalı çarşılar, Halep Kalesi, kiliseler, medreseler, Bilâl-i Habeşi, Muhiddin ibn Arabî, Cafer-i Tayyar, Abdülhamit Han, Osmanlı, Selçuklu, bedava hastane, ucuz mazot, ucuz taksi, koşmayan insanlar, nargile, kara dut, dondurma, Zeynel Abidin, Halep kebabı, Ebu Hureyre, Refia Sultan, Bediüzzaman Said Nursi, Mevlânâ, Şems, Şam'ın şekeri...
Duyup da göremediğim, görüp de yazamadığım, gidip de yaşayamadığım daha ne değerler, ne yerler var; ama nasipse Şam'a da bir daha gitmek gerek.
Şam; tarihin önemli aktörlerine, İslâm tarihinin yıldızlarına ev sahipliği yapmaya, onları bağrında barındırdıkça insanlığın değer verdiği mübarek bir belde olmaya devam edecektir. Dünü olup bugünü de olan, geleceği de olacak şehirlerdendir. Şehir gibi şehir, tarihî bir başşehir...
*******************************************************************

MEKANLARIN DA RUHU VAR
Bekir Şahin

Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi'nin 'Yazılacak Çok Şeyimiz Var' programları çerçevesinde il ve ilçelere yaptığı gezilerden sonra hafta sonu düzenlediği Suriye gezisi için 26 Ekim Perşembe günü Karatay müzesi yanından saat 16.45 hareket ediyoruz. Kaptanımız Abdullah Gül Yönetimindeki otobüsümüz 24 sularında -Cilvegözü ne ulaşıyor.

Cilvegözünden giriyoruz Suriye'ye. Sınır da Surii(Suriye lirası)ye çeviriliyor paralarımız oradaki ayaklı bankalar tarafından. Sabah; Şam'a giderken geçtiğimiz kasabalar, köyler birer şantiye havasında. Bozkırın ortasında renk yok. Sıvasızveya cepe bayasız, gri köylerden geçiyoruz sürekli, hepsi gri, aynı yöne çevrilmiş çanak antenleri.çatısı bulunmayan damları süslüyor. Yollar kamyon ve süslü otobüslerle dolu. Hele otobüslerdeki lamba sayıları dikkatimizi çekiyor.

Hayâllerimizi süsleyen tarihin masal şehri Şâm-ı Şerîf.'e Humus tarafından giriyoruz. Sağ tarafımızda meşhur Kasiyon Dağı bütün heybetiyle şehri kuşatıyor.. Rehberimiz Mehmet Bey, şehre girer girmez tanıtımlarına başlıyor.. Bu Mekke ve Medine, Kahire ve İstanbul gibi.. Halep ve Bağdat gibi.. Yolu bir kez bu şehre düşenleri ne edip kendine bağlayan, güzelliğiyle bir daha unutamayacağı kadar büyüleyen bir şehir Şam.. O, Osmanlı'nın saadet asırlarında kazandığı "Şâm-ı Şerîf" ismiyle müsemmâ... Başkent Şam'ın şehir merkezindeki yolları, çarşıları trafik açısından ne kadar da bize, özellikle Konya'ya benziyor. Nerdeyiz, Şam'ın neresindeyiz demeye kalmadan kendimizi bir anda Sultan II. Abdülhamd'in insanlığa unutulmaz hediyesi olarak düşündüğüm "Hamidiye" kapalı çarşısında buluyoruz.. Burası adeta bir ucu Emevîler dönemine çıkan bir tarih tüneli gibi. Çarşı girişinde yaklaşık 50 metre kadar ilerledik ilerlemedik ki bizi burada kim karşılasa beğenirsiniz.. "Kediciklerin babası" ! Evet, ta kendisi, meşhur sahâbî, Hz.Peygamber'den en fazla hadis rivayet eden sahabeler arasında bulunan Ebû Hureyre bu.. Hamidiye çarşısının gürültüsü yeri göğü kaplayan o muhteşem atmosferinde çarşının bir köşeciğinde uzanmış kabrine yatıyor.. Varan biiir..! Fatihalarımızı gönderip yolumuza devam ediyoruz.. Bakalım bizi Şam'da neler ve kimler bekliyor..

Hamidiye Çarşısı'nın sonu muhteşem Emeviyye Camii'ne açılıyor. Siz ona Şam Ulu Camii de diyebilirsiniz.. Gözleri kamaştıran, ilk göreni kesinlikle bulunduğu mekâna tabiri caizse çivileyen, büyüleyen orada donduran bir karşılama bu..Tarihin en muhteşem sultanlarından, en adil hükümdarlarından biri "şarkın en sevgili sultanı" Selahaddin-i Eyyûbî'nin kabr-i şerifleri oluyor. Selam ey güzel insan.. Fatihalar ve dualar senin için...
Allah'a kulluğu şiar edinen, insana hizmeti ibadet sayan, cihadı hayatın iksiri kabul eden güzel insan.. Ey Kudüs'ün şanlı fatihi, ey güzel asker rûhun şâd olsun.

.. İlk Türk hava şehidleri de Selahaddin-i Eyyûbî türbesinin giriş kapısının hemen sağ tarafında bulunuyor. Onlara da dualarımızı bırakmayı ihmal etmiyoruz.

Şam Emeviyye Camii, adından da anlaşılacağı üzere Emevî saltanatının Şam'a kazandırdığı kültür hazinelerinden biri. Bir kilise camiye çevrilmiş, çeşitli ilavelerle dünyanın en nadide eserlerinden biri çıkmış ortaya.. Seyrine doyum olmayan, heybetiyle insanı büyüleyen bir mabed burası.. Dış avlusu ve içi, çoğu İranlı ve Türklerden oluşan, İslam dünyasının ve hatta hristiyan dünyasının çeşitli coğrafyalarından koşup gelen binlerce ziyaretçi ile dolup taşıyor. Camide dört mezhebi temsîlen dört mihrap yer alıyor.. Bir zamanlar Bediüzzaman Said Nursi de o meşhur "Hutbe-i Şâmiyye"sini burada okumuş.. Cami'nin tam ortasında Halep Emeviyye Camii içinde kabri bulunan Zekeriya Peygamberin oğlu Yahya Peygamber'in türbesi yer alıyor. Türbe etrafında Cuma namazını müteakiben ziyaretçi yoğunluğu göze çarpıyor. Hz. Yahya aslında Hz. İsa'nın hem çocukluk arkadaşı, hem de teyzesinin oğlu.. Yani İsrailoğullarının bu iki peygamberi aslında kardeş çocukları oluyorlar. Emeviyye Camii'nin büyüleyici atmosferinden ayrılık kolay olmuyor. Ama zaman kısa gezilecek daha o kadar çok yer var ki.. Bundan sonraki durağımız, Şam'ın târihî mezarlığı Bâbü's-sagîr kabristanı..

Burası apayrı bir dünya..! Büyük sahâbî, Hz.Peygamberin sevgili müezzini güzel sesli Bilâl-i Habeşî, hemen yanıbaşında Cafer-i Tayyar Hazretlerinin oğlu Hz. Abdullah bu kabristanın en kutlu sakinleri arasında.. Peygamberimizin iffetli hanımları Hz. Ümmü Seleme, Hz. Ümmü Habibe ve Hz. Hafsa, Abese suresinin nuzul-ü sebebi Ümmü Mektum, belki yüzlerce Kerbelâ şehidi ve ehl-i beytin mümtaz isimleri Bâbü's-Sagîr'de ebedi istirahatteler

Şam-Hicaz demiryolu binası, hanedanından bazı yakınları ile birlikte Süleymaniye Camii külliyesi içinde yatmakta olan Osmanlının son padişahı Sultan Vahdeddin Şam'da sizi bekleyen ziyaret yerleri arasında.. Türk ziyaretçilerden başkasına ziyareti yasak olan Osmanlı sultanının kabri başında hüznümüz kat kat artıyor haliyle.. Ben başkaları gibi, Osmanlının bu son padişahına bir mezar toprağını da mı çok gördüler demiyorum aksine.. Zira biliyorum ki Şam, dün olduğu gibi bugün de bizim toprağımız olmaya devam ediyor. Buralar hâlâ bizden izler taşıyor, üzerinde yaşayanlar hâlâ bizim türkümüzü söylemeye devam ediyorlar. Çarşı pazarda gördüğümüz her Suriyeli'nin gözlerindeki bakışlardan bunu kolayca anlayabilirsiniz. Türkiye'den geldik dediğimiz anda inanın ki her birinin gözleri sevgiyle ışıldıyor. Şimdi bize yıllarca "Ne Şam'ın şekeri, ne Arabın yüzü" saçmalığını bir marifetmiş gibi satanlara ne demeli bilemiyorum.

Bir insan düşünün ki hicretin 560. senesinde Avrupa'nın bir köşesinde, o zamanki Endülüs şimdiki adıyla İspanya'nın Mürsiye şehrinde doğmuş büyümüş olsun, sonra kalkıp diyar diyar dolaşırrken Konya'ya uğramış, Sadreddin Konevi'ye Baba olmuş, hoca olmuş Malatyada 6 yılı geçmiş,dünyanın değişik bölgelerinde yazdığı, topladığı eserleri üvey oğlu Konevi hazretlerine verilmiş, şimdi bu eserler başta Yusufağa Kütüphanemiz olmak üzere Türkiye'de değişik kütüphane raflarından dünyaya ışık saçmaktadır. İşte bu kutlu insan gelip Şam'da, Kasiyon Dağı eteklerinde Salihıyye'ye yerleşmiş.. Ömrünü hicretin 638. senesinde burada tamamlayıp Şam'ın ebedî muhafızları arasında yerini almış.
İbn Arabî, Şeyh-i Ekber ya da Muhyiddin Arabî hazretlerinden sözediyorum sizlere.Bu büyük insan Selçuklu Sultanlarının büyüklüğünü anlatıyor bize. Konyamız'ın sevgi ve hoşgrünün merkezi olduğunu ilan ediyor dünyaya.

O, devrinde ve vefatını izleyen zamanlarda "Kutbü'l-ârifîn" unvanıyla anıldı. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethedeceğini, Yavuz Sultan Selim'in Şam'a geleceğini keşif yoluyla önceden haber vermişti. İbn Arabî, Şeceret'ün-Numaniyye fi Devleti'l-Osmaniyye adlı eserinde; "Sin, Şın'a girince, Muhyiddin'in kabri meydana çıkar" buyurur.. Bu sözün ne anlama geldiği yıllar sonra anlaşılır.. Yavuz'un Selim ismi "Sin" harfi ile başlamakta ve girmesinden sözedilen "Şın"ın ise Şam kelimesinin başındaki "Şın" olduğu anlaşılacaktır. Zamanla bir çöplük haline gelip üstü kapanıp giden kabrini Yavuz Sultan Selim böylece bulup çıkartır, üzerine bir türbe, bir cami ve bir imaret yaptırır.


Tabii, Şam'ın Ehl-i Beyt dünyası için bulunmaz mekanlardan biri olduğunu tekrar söylemeye bilmem gerek var mı ! Hazret-i Ali'nin kızı, Hz.Hasan ve Hz. Hüseyin'in kızkardeşleri Seyide Zeynep Camii ve içerisindeki Seyyide Zeynep türbesi, görenlerin cidden gözlerini kamaştıracak ihtişamda.. Avlusu ve camiin içi iğne atsanız yere düşmeyecek derecede ziyaretçiyi ağırlıyor. Şam'a gidenlerin kesinlikle uğramaları gereken bir mekan Seyyide Zeynep Camii.

Kasiyon Dağı, bütün güzellikleri ile beş milyon nüfuslu Şam'ı doya doya seyretme keyfini sunuyor bizlere. Hemde fotoğraflar çekerek bu anı ebedileştitmek istiyoruz. Bu arada gözümüze burada bolca bulunan karabiber ağaçlarına gözümüz takılıyor.
Evet Şam'dan ayrılık vakti gelip çatıyor.. Doğu'nun incisi Şâm'a doyamıyoruz. Osmanlı'nın unutulmaz şehirlerinden Şam..! Mekke ve Medine'nin, Kahire, Bağdat ve İstanbul'un öz-be-öz kardeşi Şam..! Âlimler yatağı, velîler yurdu, sahabenin ve ehl-i beytin şereflendirdiği islamın kutlu şehri hoşça kal.. Ve bu zamana kadar seni ziyaret edemediğimiz için bizi affet....

MEKANLARINDA RUHU VARDIR

Şam'dan ayrılık ne kadar zorsa Busra'ya yolculuk düşüncesi de o kadar heyecan verici.. Busra'ya ulaşabilmek için güneye, Ürdün sınırına doğru yaklaşık 140 km'lik bir yol almamız gerekiyor.. Hava serin yol arkadaşlarımız keyifli, yolculuk heyecanlı Konyamızı andıran Suriye düzlüklerinde zaman zaman sebze ve meyve bahçeleri arasından geçerek suya susayanlar gibi adeta uçarak yol alıyoruz Busra'ya doğru.. Ne var Busra'da demiyorsunuz umarım..! Ne yok ki! Bir defa Busra şehri, tarih boyunca Havran bölgesinin en önemli şehri olma özelliğini hep korumuş.. Tarihî süreç içinde onu Bostra, Bossora ve Bosora gibi isimlerle tanımışız hep.. Osmanlılar zamanında şehir, Irak'ta bulunan Busra ile karıştırılmasın diye "Eski Şam" ismiyle anılmış..

Özellikle cahiliye döneminde kuzeye gelen Kureyş kervanlarının en önemli uğrak yerlerinden biridir Busra.. O dönem Arap şairlerinin şiirlerine Şam'dan fazlaca girecek kadar önemli bir şehirdir burası.. Hazret-i Muhammed, peygamberliğinden önce iki defa Busra'ya gelir.. İlki dokuz veya oniki yaşlarındadır ve amcası Ebu Talib ile beraberdir. Bu seyahatinde İslam tarihlerinin önemle kaydettikleri rahip Bahira ile karşılaşması, tarihin ender buluşmalarından biridir.

Bahira, bu buluşmada Hz. Muhammed'in beklenen İslam peygamberi olduğunu söyleyecek ve Yahudilerin şerrinden emin olabilmesi için de kervanın buradan bir an önce geriye dönmesini salık verecektir. İslam peygamberinin Busra'ya ikinci seyahati ise yirmibeş yaşlarında iken gerçekleşir. Hazret-i Hatice'nin kervanını idare ettiği bilinirse de beraberinde Hz. Hatice'nin bulunup bulunmadığı meçhuldür. Bu seyahati esnasında konakladığı yeri fark eden rahip Nastura'nın; "Bu ağacın altına peygamberden başkası inmedi" dediği rivayet olunur. Büyük seyyahlardan İbn Batuta, Hz. Peygamber'in Busra'ya geldiğinde devesinin ilk çöktüğü yere büyük bir cami yapıldığını ve adına "Mebrek'n-Nâka" denildiğini kaydeder.

Busra ziyaretimizin ilk durak yeri de bugün çevresinde büyükçe bir şehir mezarlığının oluştuğu bu cami oluyor. Cami'nin içinde bugün ibadet yapılmıyorsa da, kutsal bir mekân olarak ve kutlu bir hatıra olarak peygamberimizin devesinin çöktüğü yer itina ile muhafaza ediliyor. Yine bu mekân, Şam'a gönderilen Kur'an-ı Kerim'in ilk nüshasını taşıyan devenin buraya çöktüğü rivayetiyle de önemli sayılıyor. Bütün bunları bilmek ve şu anda bu mekânda bulunmak heyecanımızı dayanılmaz noktalara taşıyor. Bir an, zaman denilen şeyin ne kadar izafi bir kavram olduğunu düşünüyorum. 1400 yıl önce yaşanmış bir olayı ben binlerce kilometre uzaklardan gelip yeniden bütün sıcaklığı ile yeniden yaşayabiliyorum. İşte şurası Peygamberin konakladığı yer, işte karşımızda Rahip Bahira'nın kubbesi çökmüş ama duvarları hâlâ ayakta duran mâbedi.. Aman Allahım.. Bu nasıl bir duygu.. Nice kavimler, nice medeniyetler gelip geçmiş, nice kültürler eskimiş şu topraklarda..Mekanlarında ruhu var diyorum ve Bahira'nın ilk defa ilan ettiği Kutlu peygamberimizin ruhaniyetini hissetmemek için insan olmamak gerek... Adeta gezdiği topraklar, teneffüs ettiği havca, o mis kokulu nefesi,ni hissediyorsunuz. Bu dünyalara değen mutluluk yol arkadaşlarımızın gözlerinden okunuyor.

Busra'nın Müslümanların eline geçmesi hicretin 13. yılında Halid Bin Velid'in şehre gelişi ile gerçekleşir. Ardından şehrin sâkinleri arasında Emevîler, Abbasiler, Fâtımîler, Selçuklular ve Osmanlılar vardır.. Kudüs'ün şanlı fâtihi Selahaddin Eyyûbî, Haçlılara karşı bu mübarek beldeyi korur. Hâdimü'l-Harameyn unvanlı büyük sultan Yavuz Sultan Selim de Busra'yı unutmaz. Eski Şam ismi o zamanların Busra'ya bir hatırasıdır artık..

Hoşça kal peygamberimin ve onun sadık dostu Ebubekir'in şereflendirdiği kutlu topraklar.. Medeniyetimin yitik şehirlerinden biri olan Busra, hoşça kal..
Teşekkürler bu gezide bulunanlara, teşekkürler bu geziyi düzenleyenlere....Niçin buraları görkmekte bu kadar geç kaldı? Yazık.. yazık .. kaybolan yıllara......
****************************************************************************

HÜZEYME YEŞİM KOÇAK

ŞAM MUHABBETİYLE SÖYLEŞMEK

"...O gün tesadüfen bulunduğum cenaze hiç de krallara lâyık değildi. İstasyonun karşısındaki küçük bir arabada ucuz bir beze sarılmış bir tabut vardı ve başındaki zenciyle üç hamal bekliyordu. Arabanın yan taraflarındaki yeşil haçların silinmesine çalışılmıştı ama halâ görünüyorlardı. Tren gelince tabutu bir zencinin de yardımıyla vagona bir bavul gibi yerleştirdiler. Cenazenin Vahideddin'e ait olduğunu sonradan hayretler içinde öğrendim."
Tabutu, istasyona at arabasıyla getirilen, hacizli cenazenin kurtarılması ancak, loğusa yatağındaki kızı Sabiha Sultan'ın son kalan mücevherlerden birini, bir çift küpesini satmasıyla mümkün olan"* Son Padişah Vahdettin'in akıbeti şüphesiz hüzün vericiydi. Ama dünyevî sıfatlar ve unvanlar geçici olduğuna göre, düşüncenin, vakurlu yaşayışın ve müstesna bir şuurun sahibi olan Vahdettin, "mağlup" değil, mutlak muzafferlerdendi.
Bir çöküşün pençesinde olan, reddi mirasta bulunduğumuz Osmanlı'nın o zamanki imajı(!) bile, bazı Avrupa devletlerinin yetkililerine şu tarz konuşmaları yaptırabiliyordu:
"Kayzer Wilhelm, 1890'lardaki Suriye-Filistin seyahati sırasında bu türbenin(Selahattin Eyyübi'nin) yanında ünlü bir nutuk attı. 'Dünyadaki 300 milyon Müslüman bilsin ki; Kayzer, onların dostudur' diye... Bu İngiliz, Fransız ve Rusya'daki sömürgelere ve Rusya'daki Müslümanlara bir mesajdı. Sultan Abdülhamid'in müttefiki olduğunu ilân ediyordu."**
"11. yüzyılda yaşamış Arap gezgini İbn Cüber'in Şam'ı kutsayan, yücelten sözlerinden, maddi güzelliklerin yanı sıra manevi güzelliklere de işaret eden anlamlar çıkarabiliriz: 'Eğer cennet yeryüzünde ise, o şüphesiz Şam'dır. Eğer gökyüzünde ise, Şam onun yeryüzündeki rakibidir."***
Son anda katıldım. Mekke ve Medine'de hissedilen kardeşlik havasıyla, tabii cazibesiyle, sırlarıyla büyük bir ikramdı; nerede başlayıp nerede bittiğini bilemediğimiz...
Şanlı sahabe Halid Bin Velid Hazretleri adına yapılmış camii'yi ziyaretten sonra, ikram edilen saleple birlikte nefis bir Şam sabahını da içmiştik. Ki Şam tat(lı)ları peşpeşe devam ediyordu.
TYB Konya Şubesi'nin 26-29 Ekim tarihli Suriye gezisi, kısa sürmesine rağmen; bizi tarihle, değerlerimizi taşıyış, duruş ve hayatı sür(dür)üşümüzle karşılaştıran bir hesaplaşma "yüzleşmeydi" aynı zamanda.
Hafızamızdaki bilgilerin tazelenişi, düşüşü ya da teyidi, açılıveren gerçekler, cehaletimizin yüzölçümü, katmanları, ürktüğümüz aynalar ve aydınlık mesajlar...
Hz. Zekeriya,Yahya Peygamber, Tarihi Şam Ümeyye Camii, Hz. Hüseyin'in başının bulunduğu makam, Hz Hasan, Cafer-i Tayyar(r.a); kutsal davaya "baş verenleri" hatırlatıyordu.
Hz. Bilal Habeşi; İslam'ın azamet ve ihtişamını, Allah'ın ululuğunu minarelerden, şerrin ağzının bağlandığı dolunaylı şemsli vakitlerden, sema geçitlerinden hâlâ haykırıyordu.
Âmâ sahabe Abdullah Bin Ümmi Mektum; masivâ zirvelerinin, iblisli nefisli "ikiz kulelerin" gizli körlerine dikkat çekiyordu.
Büyük mutasavvıf Muhyiddin Arabi, "Sizin taptığınız ayağımın altındadır" diyerek, mütekebbir zengin burunları sonsuza kadar aşağılıyor, "altın(!) benlikleri" dövüp, toprağın altına gömüyordu.
Has velilerden Mevlana Halidi Bağdadi Hz; egosunun malzemesi olmuş insanı, ululuk dergahına davet ediyordu.
Osmanlı Hicaz Tren İstasyonu, bütün suikastlara, rayların sökülmesine rağmen hâlâ işliyordu. Geçip geçen "manevîyat postalarından", Ulu Hakan Abdülhamid Han gülümsüyordu.
Fakat bizim ulaşım ve iletişim araçlarımız iflas etmişti; en yakın gönül mesafesi (....) mesafedeydi.
Ümmü Seleme, Hz Ali'nin kızı Zeynep gibi validelerimiz, temsil güçleriyle; "örneklerimizi" bir kez daha hatırlatıyordu.
Azeri ağıtçı, Efendimizin sevgili torunlarına değil, asıl yaşayan ölü olan ve kendi başımızı kestiğimiz, gönlümüzü zehirlediğimiz bizlere ağlıyordu. Ve artık, üzüntüsünün içe işlemesinden zaif ve bitap düşmüştü.
Belki, fark etmeksizin "Esas gösteri, sevgi tescili, gözde değil özde; hariçte değil içte" diyordu. Ama sevgi delilleri, hedefi ve mekânı yanlış anlaşılıp; sinsi politika(cı)nın üste çıkmasıyla, en ücra köşelerden bile taşan "arsız" Hafız, Beşir Esat resimlerine çevriliyordu.
Münevver Rahip Bahira, "Hak Sevgi(li)si'nin" muhabbet belirtileriyle dopdolu; günümüzde "hakikati" teslim eden, gerçekleri dile getiren, "şuurlu" aydınların hatta din adamlarının azlığını yüzümüze çarpıyordu.
Habibullah'ın(SAV) devesinin ayak izleri aşikardı. Mesele, bizim insani tanımımız, ümmet olarak konumumuz, bırakacağımız eserlerdi.
Tek elbiseli, "Şam fâkihi" ashabın ileri gelenlerinden Ebu'd-Derda Hz., asıl giymemiz gereken kisveyi gösteriyordu.
Halife Ömer Bin Abdülaziz(r.a); "adaletin ikinci Ömer'i" olarak, muhtemelen nafile yere, bir adalet ve edeb zincirine eklemlenebilecek cesur faziletli yöneticileri mi bekliyordu?
Yeni Haçlı seferlerinde perişan, zevalin çöllerinde çöker kalırken; büyük komutan Selahaddin-i Eyyubi; şanlı direnişleri işaretliyor, küfrü nişanlayıp, gene yere çalıyor, galebe ediyordu.
İlahî bir ordunun nakkâreleri çalınır, kösleri vurulurken; Şam göklerinden Yavuz Sultan Selim'in erkek sesi gürlüyordu.
Mimar Sinan, "kalfalık eserlerimden biridir" dediği Süleymaniye Külliyesiyle, çağdaş meslektaşlarına meydan okuyordu, - ki biz halen onun soyunu sopunu, hatta büyüklüğünü tartışıyorduk-
Kermiye Mescidi'ndeki bal damlası Şazeli Şeyhi, toprak altında ve üstünde Hakk'a yürümenin önemini , aşkın ölümsüzlüğünü, zamanın esas sahiplerini vurguluyordu.
Seçkin bir toplulukla yapılan, yararlı çok hoş bir geziydi.
Düzenleyip, emeği geçen yediden yetmişe herkese; minnettarlığımı, en kalbî teşekkürlerimi sunuyorum.
---------
*Şahbaba, Murat Bardakçı, Pan Yayıncılık sh. 393; 403
"** Eski Dünya Seyahatnamesi, İlber Ortaylı, AşinaKitaplar, sh. 33
***Kendini Koruyan Şehir, Ahmet Köseoğlu, Ebabil Yayıncılık, sh. 10
*************************************************************

Oktay Sarı

Suriye'de Zaman

Osmanlı hâkimiyetine 1517'de kavuşan, yaklaşık dört yüz yıl Büyük Devlet idaresi altında yaşayan topraklar Osmanlı değil de nedir? Bu kıpkırmızı verimli topraklardan beslenen insanlara Osmanlı demek mi daha kolay, yoksa onları Sünni, Şii, Arap, Türk, Kürt diye kategorize etmek mi? Birinci şık soylu atalarımız için, ikincisi ise Avrupa soyluları için daha kolay gibi. Osmanlı şimdiki Suriye namıyla bilinen toprakları değil, orada yaşayan insanların gönüllerini fethetmişti. Fransızların gelmesiyle fetih süreci sona erdi ve işgal başladı.
Sömürgecilik yapılacak toprakların önce ismini değiştirmek işin aslına uygun düşer. Tıpkı, tüm dünyayı böle parçalaya bitirmeye çalışıp da "biri bizi gözetliyor"da "biri" yerine konacak kelimeler arasında ilk akla gelen ülke olan, bize karşı yaptığı haylazlıkları görmemeye çalışıp kendimize son yüzyılda model yaptığımız Fransa'nın yaptığı gibi. Diyar-ı Şam bir gün içinde Suriye oluverir. Ad niye değiştirilir? Eskiyi unutmak ve unutturmak için. Ses sanatçılarının eskiye set çekmek için takma isimle sahneye çıkmaları gibi. Eski ve masum günlerini kendileri de dâhil olmak üzere kimse hatırlamamalı, değil mi? Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Osmanlı'nın gidişiyle Suriye'de zaman durmuş. Suriye, birilerimizin gidip duran saati yeniden kurmasını bekliyor.
Öyle de oldu. Komşuları Lübnan, Ürdün ve Irak gibi o da acılı günler yaşadı. Fransa'nın zabt-u raptında yirmi altı yıl fiilen kaldı. Otuz yıl zulüm yaparak âbâd olacağını zanneden Hafız Esed'in Hama'da yaptığı katliam da acısına acı kattı. Şimdi ruhu nerelerdedir Esed'in bilemeyiz, lakin tüm dikta rejimlerinde olduğu gibi resimleri istisnasız tüm binalarda asılı. Daha modern ve demokrat olduğunu düşündüğümüz oğlu Doktor Beşşar Esed'in de resimleri babasının yanında. Ortadoğu tipi taklit demokrasi.
Dört günlük Suriye gezisi ile bu ülkenin tam resmini çekmek mümkün değil. Bir tatlıcıdaki onlarca tatlıdan sadece birinin tadına bakmak bu. Tatlılardan birinin mükemmelliği ya da çok kötü olması, diğerlerinin de nasıl olduğu hususunda bir fikir verir elbette. Damağımda kalan lezzetlerden ya da geçmeyen acılardan bahsetmeliyim mutlaka.
Arapların Dimeşk'i, Ecnebilerin Damascus'u. Fakat orası hâlâ Osmanlı'nın Diyar-ı Şam'ı. Tabelalarda hep Dimeşk ve Damascus yazsa da, bu toprakların medeniyet düzeyini yükselten Osmanlı'nın eserleri o tabelaları gölgeliyor. Batı dünyası ise mevcut rejimden başka bir eser bırakamamış burada. Dikta sülalesinin resimlerini tüm binalara asmaktan başka bir işe yaramadığını düşündüğüm bir idareyi bu ülkenin başında tutan Batı'nın, yarına ait kim bilir ne tür planları vardır?
Süleymaniye Külliyesi içerisinde medfun bulunan Sultan Vahdettin'i ziyaretimizde hafızam ilkokul yıllarıma gitti. Okula ait bir barakada, sinema şeridinden duvara Sultan'ın hainlikleri yansıtılıyor, küçücük çocukların gönülleri ecdadına karşı kinle dolduruluyordu. Sevgili öğretmenim bize Sultan'ı hain olarak tanıtmıştı. Ülkesinden kaçan bir vatan hainiydi o. İtalya'ya sürgün olarak gönderildiğinden değil de kaçtığından bahsetmek gerekliydi resmi tarih öğretisine göre. Tarihi değiştiriyorlar diye ateş püskürdüğümüz Fransa'nın yaptığından ne farkı vardı ilkokulda bize anlatılanların. Son günlerini İtalya'da beş parasız geçiren, sefillik içerisinde yaşamaya mecbur bırakılan son Osmanlı Sultanı'nın kabrini ziyaret etmek, insanın tüylerinin diken diken olması, ağlamamak için gözyaşı kanallarına eziyet etmesi demek. Tarihe değil, tarihi yalan yanlış yazanlara lanet okumak demek. Ecdadının kabrini görmekten ve görse de üzerindeki yazıları anlamaktan mahrum bırakılan bir millet. Nesebi bozulmak istenen bir millet. Öğünün ey resmi tarih yazıcıları, öğünün!
Peygamberlerin diyarı, sayısız sahabi ve aşkın insanların mekânı Suriye'yi ayakta tutan, Esed sülalesinin rejimleri değil, bu yüce ruhların varlığı olsa gerek. Gönderildikleri mel'un millet tarafından şehit edilen Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya'nın kabirlerini ziyaretten sonra akla şu soru geliyor: Yirminci ve yirmi birinci asrın baş belası mel'un milletle mücadele edebilecek güç var mı Araplar'da? Suriye'de kesinlikle o güç yok, halkında da o kafa yapısı gelişmemiş. Devleti yöneten sülaleden medet bekleyen çaresiz halklar topluluğu. Muhteşem eserlerin yanında paradoksal bir durum oluşturan garip halk. Temizlikten bihaber, elindeki çöpü yere atan, sokak ve caddeleri çöp kutusu haline getiren insanlar. Fırından çıkan ekmekleri kaldırım taşlarının üzerinde soğuttuktan sonra poşetlere koyan fırıncılar. Dürüstler mi? Eğer pazarlıkla bir ürünü üçte bir fiyatına alabilmek esnafın dürüstlüğüne delaletse, evet dürüstler. Çalışkanlar mı? Çarşı pazarda satılan tüm ürünlerin Çin malı olması çalışkanlığa delaletse, evet çalışkanlar.
Suriye'de gördüğüm yerleri, yediğim yemekleri yazmayacağım. Herkesin gitmesi gereken bir Osmanlı toprağı orası. Koskoca bir medeniyet üzerine Fransız yağmacılarının çöreklendiği yer. Fakat eyvahlar olsun. Türk şehri Hatay'dan, hep bizim olan Halep'e geçerken sınırda iki saat bekleyiş. Bizimkilerin ve onlarınkilerin her yeri didik didik araması ya da arar gibi yapması. Klasik geri kalmış Ortadoğu zihniyetinin sınırda tebarüz etmesi. Gümrük memurlarının artistliği. Aferin size bizim gümrük memurları, çok artistsiniz. Siz olmasanız nice olurdu halimiz. Siz ki, dürüstlüğünden şüphe duymadığımız tek meslek erbabısınız.
Tarihin tekerrür edeceğinden eminim. Son günlerini yaşayan dünyamızda her bozulan nesnenin tabii olan aslına rücu edeceğinden kuşkum yok. Şüphesi olanlar mı var? Onlar da aslına dönecektir, mutlaka. Ey Şam, sen de!
*********************************************************************************

Mustafa ARSLAN

YAPAY SINIRLAR

İnanıyorum ki Suriye ile Irak ile aramızdaki yapay sınırlar er veya geç kalkacak, daha ötesine giden, Rumeli'ye ulaşan Ümmet kavuşması gerçekleşecektir.
Ne yazık ki fiziki sınırları aşan psikolojik sınırlar bizi bağlıyor.
Tarih şuurumuz ve eğitimimizi ele alalım. Anadolu'ya sıkışmış, Cumhuriyet öncesinden bihaber, İslam Medeniyeti'nden, Roma'dan, Mısır Medeniyeti'nden habersiz bir yaklaşım. Adeta dünya son 100 yıldır var. Tarih hiç yaşanmamış, savaşlar, barışlar, sevgiler, zulümler hiç görülmemiş, medeniyetler hiç doğup batmamış... İnsanlık bir veya iki nesilden ibaret sanki.
Söz konusu zımni yaklaşım maalesef nesillerimizi tesir altında tutuyor. Böyle olunca da Irak, İran, Mısır, Sudan, Gümilcine, Üsküp, Batum ve daha nice diyarlar bize ırak oluyor.
Heyhat!
Oysa ki Hicaz Demiryolu orada, Şam Mevlevihanesi yerinde duruyor. Koca Sinan'ın kalfalık döneminin önemli eserlerinden biri dimdik ayakta Şam'da.
Daha da önemlisi Hama'da, Humus'ta, Şam'da, Halep'te Arapça, Kürtçe, Farsça, Türkçe konuşan diller aynı gönül dilinde birleşiyor.
Sokakta, caddede, binada, işyerinde içi boşalmış, iddiası tükenmiş Esad Ailesi fotoğraflarının körüklediği ayrılık pörsümüş durumda. Ne garip tecilli ki bu süreci en çok besleyen yine bir Esad Ailesi ferdi. Baas gevşemeye başlamış artık.
Türkiye tarihinin dönüm noktalarından birini yaşıyor.
Ya kendine yakışanı yapacak; efradını/etrafını toplayacak, dostunu dost, düşmanını düşman bilecek ya da peyk olacak. Sırat kadar ince. Bir tarafta küllerinden bir medeniyet fışkırtacak bir yaklaşım, diğer tarafta yuttuğu medeniyetleri çanak çömlek olarak kusan bir coğrafya üzerinde tutunabilme savaşı.
Hamalılar 1982'de dalgalandıramadıkları Ay-Yıldızı, Halep Stadı'nın açılışına saklamıştı.
1982'de olmayan şimdi neden olmasın ki?
///
Anadolu'da Milli Mücadele'nin ataşenin yakılması için yaptığı görevlendirmeyi, Ali Ulvi Kurucu rahmetlinin hatıratından detayları ile okuyoruz.
Hicaz, Mısır, Romanya ve İtalya'da zor geçen günler ve bakkal borcu ile nihayetlenen bir hayat.
İslam'ın Halifesi, 600 yıllık Medeniyetin son ferdine reva gördüğümüz uygulama utanç olarak, yüz karası olarak bize yeter de artar bile.
Sultan Vahdettin'e en zor zamanlarında Konya Mebusu Zeynelabidin Efendi'nin ve Topbaş Ailesi'nin yardımları hamşehrileri olarak bizlerin teselli ve gurur vesilesi.
Baas rejimi mezarının bulunduğu külliyenin avlusu askeri müze yapmış. Derin bir mesaj. Ne mutlu bu müzenin kaldırılma kararı alınmış.
Sultan Vahdettin'in, Cihan Sultanı Abdülhamit'in yetimleri bizlerin gözyaşları ayıbımıza ne kadar keffaret olur ki?
///
Şia'nın, İraniler'in ehl-i beyt konusundaki aşırılıkları bu alanı öylesine doldurmuş ki sanki bize yer kalmamış. Onların aşırı ileri gidişleri ne kadar yanlış ise bizim geri kalmamız da bir o kadar yanlış. Şam'da bunu fark ettim. Ne acılar, ne zülumler ve ibretler.
///
Şam 3-3.5 milyon, Halep 4 milyon nüfusa sahip. Şehirler hali ile kalabalık. Trafikte onca sıkışıklığa rağmen kornalara müracaattaki azlık ve telaşsızlık dikkat çekici. İnsanlar bizdeki gibi gergin ve her an kavgaya hazır değil. En göze çarpan ise geniş ve uzun caddelerin tek yönlü oluşu. Bunca karmaşa tek yön uygulamaları ile en aza indirilmiş.
Şehirler arası yollar için, Türkiye vasatından geri, Konya şehirler arası yollarından iyi nitelemesi yapmak mümkün. Bursa-Konya arasındaki uçsuz bucaksız yolun en kötü bölümünün Konya Karapınar-Ereğli Yolu olduğunu üzelerek tespit ettik.
///
Hani demiş ya 'Şam bir başkaydı'. Gerçekten Suriye bir başkaydı.
Hafta sonu aralığında, karayolu ile (vücut için yorucu olmakla beraber mutlaka değer), İstanbul seyahati harcamalarına denk olabilecek fiyata, aralarında bizim tur firmamız Şura'nın da olduğu pek çok firma ile Suriye'ye gidebilirsiniz/gitmelisiniz.
Bu yapay sınırları kaldırabilmek için daha yakın olmamız şart.
Kalın sağlıcakla...

Not: Yazarlar Birliği ile yaptığımız Suriye gezisine katılan değerli yazarlarımızın izlenimleri dünkü Merhaba'da yayımlandı. 2 sayfada yer kalmadığı için bendenizin yazısı bugün çıkıyor. Dünkü nüshamızda dikkatten kaçan birkaç husus için de affınıza sığınıyoruz; birincisi Halep kalesi Osmanlılar'dan kalan bir eser değil. Başlıkla yan yana konulduğunda yanlış anlaşılabilir. İkincisi ise orta sayfada yer alan toplu fotoğrafın çekildiği yer yine bir Osmanlı eserinin önü. Hicaz Demiryolu'nun Şam Garı'nın basamaklarında çekilen bir fotoğraf. Tüm kareleri çekmesine rağmen nerede ise hiçbir karede yer almayan/alamayan Muammer Ulutürk'e teşekkür ediyoruz.
************************************************************************

SURİYE'NİN ARDINDAN

Ali Fuat Baysal

Uzun zamandır gitmek ,görmek istediğim Suriye'yi nihayet geçen hafta sonu Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi'nin organize ettiği turla ziyaret etme imkanım oldu.Arkadaşların gezi teklifini hiç tereddütsüz kabul ettim ve sonuçta da kararımın isabetli olduğunun farkına vardım.Öyle ki kafilemizin olgun,münevver ve bir o kadar da esprili insanlardan oluşması kara yolculuğunun sıkıntılarını neşeye dönüştürdü,seyahatimiz süresince yapılan ikramlar,espriler bir aile ortamı içerisinde seyahat etme mutluluğunu yaşattı bizlere. Rehberimizin aydınlatıcı bilgileri Ahmet Beyin esprileri, özellikle de Mustafa Bey'in, anlattığı anekdotlar, fıkralar hepimizi mutlu etti.
Kız lisesinin önünden başlayan yolculuğumuz sınır kapısına ulaştığımızda gecenin sonuna yaklaşmıştı. İşlemlerimizi tamamlayıp Suriye topraklarına girdiğimizde dikkatimi çeken ilk şey çok seyrek sokak lambaları olan küçük, dağınık köy evleriydi. Her evin giriş kapısının üzerinde flüoresan lambalar yanıyordu. Ayın tüm parlaklığı ile aydınlattığı bu köyleri seyrederken uykuya dalmışım ve uyandığımda rehberimiz sabah namazı için mola vereceğimizi söylüyordu. Efendimizin ashabı büyük kumandan Halid b. Velidin medfun bulunduğu camide sabah namazını eda ettikten sonra içtiğimiz saleple birlikte hem ruhumuz hem de ağzımız tatlandı.
Şam' doğru yol alırken gözlemlediğim acı olaylardan biri de Suriye'nin tam bir çevre felaketi ile karşı karşıya olmasıydı.Yol kenarları tamamen naylon poşet atıkları ile doluydu.Evler briketten inşa edilmiş çatısız,boyasız taş kaplamalı, çatı katları da çanak anten ve su depoları ile süslüydü.Sonradan buralarda da su sıkıntısı olduğunu ve geceleri suyun depo edildiğini öğrendiğimde kendimi biranda 80'li yılların Türkiye'sinde hissettim.Suriye'nin şu anki durumu ülkemizin 25-30 yıl önceki durumuyla örtüşüyor.Ulaşım galiba taksilerle sağlanıyor.Caddeler sarı taksilerle dolu.Metro yok,tramvay yok.Askeri bir bölgenin girişindeki bariyer çok ilgimi çekti.Tıpkı bizim köylerdeki cıngırıklı kuyular gibiydi.Modern binalar ve büyük mağazalar yok.Yeni açılmış bir alışveriş merkezine gittiğimizde içerisinde pek bir şeyin olmadığını gördüm.Bizim en küçük alışveriş merkezlerimizin bir numara büyüğü.-Aslında bu alışveriş merkezi çılgınlığının olmaması sevinilecek bir durum- Şehir merkezinde insanların oturup dinlenebileceği park alanları yok ama ilginçtir döner kavşaklarda ve köprülü kavşaklardaki yeşil alanlar oldukça bakımlı.Bol bol baba-oğul Esed'lerin resimleri ve heykelleri var.Yollar kalabalık Şam trafiği ise aynen Konya trafiği gibi keşmekeş. Gerek şehirlerarasında gerekse şehir merkezinde otoyollar ve köprülü kavşaklar fazlaca inşa edilmiş halen de inşaatları devam etmekte. Aynı durumu yıllar önce Bağdat'ta da görmüştüm hatta kaptanımız gece yolu kaybetmiş ve Bağdat'tan çıkmasını bilememişti.
Çevremizdeki irili ufaklı, köhne pek çok binanın arasından Seyyide Zeynebin Türbesine ulaştığımızda altın kubbesi ve çini vazoyu andıran minaresiyle ışıl ışıl gözlerimizi kamaştırdı.İran süslemesinin en abartılı örneklerini görmek mümkün.Kabirler konusunda Şianın ifratı ayrı bir konu ama rehberimizin bizleri sıklıkla neden şii eksenli makamlara götürdüğünü de anlamış değilim.Günün bu bölümü biraz sıkıcı geçti desem yalan olmaz. Osmanlı bakıyyesi İstasyon binası,Süleymaniye Külliyesi,Sultan Vahdettin'in ve bir kısım Osmanlı hanedanının kabirlerini ziyaret ettiğimizde hüzünlendiğimizi hissettim ancak onlarda orada bulunan bizim mirasımızdı.İkindin namazımızı Şeyhi Ekber M.Arabi'nin kabrinin bulunduğu camide eda ettikten sonra Şeyhe bir fatihamız nasip oldu ama namazın ardından camide icra edilen hatimeyi takip edemedik.Etseydik daha güzel olacaktı sanırım.Bu esnada Ahmet,Bekir ve Naci Bey'lerin ortadan kaybolup pazara dalmaları bizlere üzüm ve muz ikramına vesile oldu.Muz bildiğimiz muzdu ama üzüm farklıydı tatmanızı tavsiye ederim.
İkinci günün sabahında ilk işimiz Hz.Peygamberin çocukluğunda amcasıyla teşrif ettiği Busra beldesi, tarihin derinliklerine dalmak için eşsiz bir bölge.Efendimizi düşünmek,Bahira'nın ferasetine hayran olmak ardından Hz.Ömer, İslam orduları Romalıların inşa etmiş olduğu o muhteşem yapılar hepsi aldı götürdü bizleri.O kadar etkiledi ki İbrahim Bey kayboldu gitti ve nerdeyse oralarda bırakıp gelecektik.


Busra dönüşü geldiğimiz Ümeyye Camii'nin ihtişamı, mimarisiyle, tezyinatıyla, mozaik süslemesiyle dahası koro halinde okunan ezanıyla gözümüzü ve gönlümüzü mest etti. Ancak bırakın Şam'ı kısa zamanda gezmeyi, Ümeyye camisi bile asla yarım günde görülebilecek bir yer değil. En azından beş vakit namazı orada kılmak,her bir köşesinden soluklanmak kadim İslam medeniyetinin izlerini düşünmek gerek.Böyle muhteşem bir yapıyı inşa ve tezyin eden Müslümanlarla, yolları sokakları mezbelelik, her tarafı çöplük olmuş estetikten yoksun olan şimdiki Müslümanları kıyaslamak bilmem abesle iştigal mi olur acaba?
Gezimizin üçüncü günü Hama şehrindeki tarihi su dolaplarını gezmekle başladı. Gerçi akşam odama çıktığımda ilk işim pencereden onları seyretmek ve fotoğraflamak olmuştu ama gündüz gözüyle görmekte farklı bir duyguydu. Halep'e doğru yola çıktığımızda çevremizdeki yekpare meyve ve sebze bahçelerini gördüğüm zaman ülkemdeki bölük pörçük arazileri anımsadım.
Halep'e yaklaştığımızda bu şehrin çok daha gelişmiş ve düzenli olduğunu görüyoruz. Yapısı itibariyle bana İstanbul'u hatırlattı. Şam'a göre daha düzenli ve tertipliydi. Rehberimizin her ne kadar belediye binası inşaatının 25 yıldır sürdüğünü söylese de en azından orada bir belediyenin var olduğunu müşahede ettim!.
Haleb'i kuşbakışı seyreden Halep Kalesi cidden muhteşem bir yapı. Tüm Halep şehri ayaklarınızın altında.Şehri 360 derece tepeden seyredebilirsiniz. Halep çarşısı da tıpkı Hamidiye çarşısı gibi. Ancak benim dikkatimi çeken husus Hamidiye Çarşısı, Halep Çarşısı ya da tillel çarşısında olsun işyerlerinin tamamına yakını bayanlara hitap ediyor. Kadın giyimi Suriye'de fazlasıyla itibar görüyor demek ki. Esnaflar gayet kibar pek çoğu Türkçe biliyor. Hatta Tillel çarşısında gezerken bir mağazanın vitrininde gördüğümüz kıyafeti almak istediğimizde bize rehberlik eden kaptanımız "almak istiyorsanız kararınızı verin ben üzerindeki etiketin yarısına size alıvereyim "dediği anda mağaza kapısında dikilen orta yaşlı beyefendi gayet fasih bir Türkçe ile " o dediğin bizde olmaz,üzerinde ne yazıyorsa fiatı odur" deyiverdi.Bir anlık şoktan sonra hepimiz kahkahalara boğulduk.Bir müddet esnafla sohbet ettikten sonra vedalaştık. Benim gözlemlediğime göre Şam daha ucuz ve çeşit bakımından daha zengin. Gerçi yanılıyor da olabilirim. Çünkü ne Şam da ,ne de Halep'te rahat rahat kaldırımlarda gezme insanları,yaşantılarını tanıma imkanım olmadı.Her şey acele ve koşuşturmayla oldu.Belki de gezinin tek eksiği buydu.Ben isterdim ki sokak sokak gezeyim insanlarla selamlaşayım.Ne yerler ne içerler göreyim ben de tadına bakayım.Bölgenin havasını teneffüs edeyim.Fakat kısa zaman içerisinde de bunun olması mümkünsüzdü.Rabbim nasip eder de inşallah tekrar gideriz.Rahat rahat gezme ve soluk alma imkanımız olur.
Ahir kelam olarak başta Ahmet Köseoğlu olmak üzere bizleri sağ salimen evlerimize ulaştıran kaptanlarımıza, Rehberimiz Mehmet Nuri ve Halit Şabani'ye ve tüm emeği geçenlere teşekkür ederim.

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.