Yeryüzü Cenneti Kıbrıs
1974 Kıbrıs Barış Harekâtının 50. Yılı münasebetiyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin düzenlediği, Konya’dan Kıbrıs’a Kültür Kervanı programına Kültür Bakanlığı da destek verdi.
Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi bu yıl Kıbrıs Barış Harekâtının 50. Yılı olması dolayısıyla, Genel Merkez ile iş birliği yaparak Konya’dan Kıbrıs’a bir Kültür Kervanı hazırladı. Akdeniz’in incisi KKTC’nin Rum mezaliminden kurtarılışının yarım yüz yıla varan hikâyesi ile adanın zengin tarihi ve kültürel mirasları Konya’dan sonra yol güzergâhında Karaman ve Silifke’de, başkanlıklarını Zafer Karakuş, Prof. Dr. Ahmet Çaycı, Ahmet Sorgun ve Prof. Dr. Ahmet Alkan’ın yaptığı panellerde Prof. Dr. Bekir Biçer, Prof. Dr. Kemal Kahramanoğlu, Prof. Dr. Alaattin Aköz, Doç. Dr. Mustafa Durdu, Tarih öğretmeni Zafer Karakuş, Dr. Mustafa Erim, Prof. Dr. Hasan Bahar, Prof. Dr. Nuri Şimşekler ve Doç. Dr. Ahmet Akman tarafından anlatıldı.
Kültür Bakanlığı himayesinde icra edilen programların ilki Konya TYB Karatay Kültür Evi’nde yapıldı. Kıbrıs gâzîlerinden M. Hikmet Akyer savaş hatıralarını naklederken, çıkarma sırasında şehit düşen arkadaşı Adem Erim’den bahsedince not edip, Dereli şehidin kabrini bulmayı da vazife edindik.
Karaman, mesleğe başladığımız yıllarda Konya’nın en büyük ilçesiyken günümüzde tarihî derinliği olan en yakın komşumuzdu, üstelik Kıbrıs nüfusuna önemli sayıda katkıları olmuştu. İkinci durağımız olan Karaman’daki panelde de gâzîlerin Harekâta dair hâtıralarını dinledik.
Bir zamanlar sıkça rotamız olan Mut’a gitmeyeli ne çok zaman olmuştu. Karaman’dan sonraki virajlar nasıl da rahatlamış? Burada bir zamanlar kilometrelerce araç kuyruğu oluşur, yorgun kamyonların arkasından çıkabilmek maharet isterdi. Genişletilen yol sayesinde o zulüm bitmiş. Mut’a girmeden “izmarit atmayın” uyarıları yapılarak verilen mola sırasında, gölgesinde soluklandığımız ormanda Ağustos böceklerinin resitali vardı. Kendilerini göstermeden, koro hâlinde ötüşleri hâlen kulaklarımızdadır. Burada etrafı tellerle çevrili yalnız başına bir mezar dikkatimizi çekti. Kim bilir hangi gariban yatıyor bu dağ başında?
Geceyi Mut’ta geçirip, bir zamanlar mesai arkadaşımız olan Tevfik Özgün ile eskileri anmamak eksiklik olurdu. Üstü küllenmiş hâtıraları gün yüzüne çıkardık.
Silifke Taşucu hem Kervan’ın Türkiye’deki son panel durağı, hem de limandan demir alacağımız yerdi. Bencileyin, ilk defa uzun deniz yolculuğuna çıkacak olanlar için önemli bir tecrübe olmanın yanında deniz tutması gibi riskleri de göz ardı etmemek gerekirdi. Sıcak havada iki günlük Konya, Karaman ve Silifke yolculuğu ilk olarak Prof. Dr. Bekir Biçer’i etkiledi; ama denizde yaşadığımız asıl hâdise Prof. Dr. Ahmet Çaycı ve Prof. Dr. Ahmet Alkan’ın, oturdukları koltuk üstündeki bagaj bölümüne koydukları çantaların nezaketsiz bir personel tarafından hoyratça indirilip başka bir yere bırakılmasıydı. Hâliyle Alkan Hoca’nın siniri yükseldi. Neyse ki TYB Konya Şubesi Başkanı Ahmet Köseoğlu araya girip, düzensiz davranışlar gösteren personeli uzaklaştırarak öğütler verdi de tatsızlık daha fazla büyümedi. Bu arada, romanlara konu olan deniz korsanları zihnimde canlandı. Ahmet Hoca’ya dönüp, “Modern hava yollarının First Clas uçuşlarına benzemez deniz yolculuğu; ataları arasında çokça korsan bulunur gemiciliğin!..” diye takıldım.
Ada karşımızda göründüğünde, başka bir ülkeye değil, bizden koparılmak istenen öz vatanımızın bir parçasına vasıl oluyorduk aslında. Elli yıl evvel askerlerimizi taşıyan savaş gemilerinin yanaştığı limana bu defa biz turist hüviyetinde varıyorduk. Tepesine çıkan efsanevî tankların zaferlerini dinlediğimiz Beşparmak dağları anlatılandan çok daha heybetliydi ve Girne ile Lefkoşa arasında doğal bir kale duvarı gibi duruyordu.
Burada ASBÜ Kıbrıs Yerleşkesi Rektör Yardımcısı Dr. Zeki Akçam karşıladı bizi ve kısa bir tur ile Girne’yi selamlayarak Boğaz Şehitliği’ne vardık. Vatan için canından geçen aziz şehitlerin mekânındaki intizam büyüleyiciydi. Zeki Hoca Ada’nın tarihine çok vâkıf; harekâta dair hadiseleri naklederken o günlere götürüyor insanı. Hava kararmaya yüz tuttuğu saatlerde Lefkoşa’ya girerken solumuzda kalan yeni inşa edilmiş altı minareli camiî ihtişamıyla bizi dâvet eder gibiydi. Fakat Şiir Şöleni’ne de geç kalamazdık.
Atatürk Kültür ve Kongre Merkezi’ne ulaşır ulaşmaz hazırlıklara koyuluyoruz. Kültür Dairesi Müdürü Şirin Zaferyıldızı Zaimağaoğlu, bir cenaze haberi almış olmasına rağmen orada bizi bekliyordu. Babası, harekât sırasında şehit düşen Zaimağaoğlu, o yılları anlatırken yeniden yaşar gibiydi ve duygular tüm salonda sele dönüştü.
Şair Sevilay Sadıkoğlu da şiirini seslendirmeden önce; Rumların adada uyguladıkları zulmü anlattı. Mehmetçikleri gökte paraşütlerle süzülürken gördüğünde yaşadığı duyguları anlattığı sırada sanki Lefkoşa’ya Mehmetler yeniden yağıyordu!..
KKTC’li şair milletvekili Dr. Arif Albayrak, Bülent Fevzioğlu, Yılmaz Öztürk ve Dervişe Güneyyeli ile Konya’dan katılan şairler Ahmet Alkan, Atilla Yaramış, Burhan Sakallı, M. Ali Köseoğlu, Nuri Şimşekler, Ruşen Eşref Bayraktar ve Salih Sedat Ersöz’ün şiirleri Kıbrıs semâlarına salındı o gece.
Şair Ahmet Alkan’ın, program için hazırladığı şiirine başlamadan; milletvekili olduğu 1998 yıllında KKTC’nin ilk Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş’ın TBMM’de yaptığı konuşma üzerine yazıp kürsüde seslendirdiği dörtlüğü okuması da anlamlıydı:
“Seni bir haysiyet kavgasında bulduk; dimdik.
Azminin üstüne yeni bir ülke kurduk; dimdik.
Ömrünü vakfeyledin de inançla ülkene,
Üstünden toplar, tanklar geçti, yıkılmadın; dimdik.”
Alkan’ın, zulüm yıllarını ve harekâtla birlikte gelen huzuru anlattığı şiiri de muhteşemdi:
“Yıllarca sakındığımız savaşların tahtından,
Başımıza katlanılmaz zalim bir satan indi...
Akdeniz’in kraliçesi Kıbrıs limanlarından,
Şehrimize Firavun’dan kalma hanedan indi...
Çatladı ar damarları, çatlayan asumandan,
Dünyamıza umarsız bir iftira, talan indi...
Beraber yaşadığımız iyi gün dostlarından,
Sokaklarımıza zulüm, evimize kan indi...
Oyunları Konstantin’de kaldı denen Bizans’tan,
Masum milletin üstüne yağan intikam indi...
Bu zulme “ya istiklâl ya ölüm” diye haykıran,
Kanayan yüreklere bir büyük cevelan indi…
Başlayan yangın yayıldı Beşparmak dağlarından,
Yılgın gönüllere umut veren heyelan indi…
Döndü deveran, çileyle geçen ömrün ardından,
Kurduğumuz hayaller de Simeranya’dan indi…
Peşinde koşmaktan yorulduğumuz Kehkeşan’dan,
Bungun dünyamıza beklenen o kahraman indi…
Silindi Deccal denilen hayalet ufkumuzdan,
Karanlıkların üstüne nurlu bir şamdan indi…
Döküldü asrın rahmeti ağlayan bulutlardan,
Kurak gönül iklimine coşkun bir baran indi…
Yıllar var ki nöbetini tuttuğumuz huduttan,
Ummadığımız bir günde binlerce yârân indi…
Kanla, gözyaşlarıyla çıktığımız bu kavgadan,
Sağ kalanlara bitmez tükenmez bir heyecan indi...
Artık bitmez sandığımız ömrün zor yıllarından,
Son demimize huzurla yaşanan vatan indi…
Bu yorgun ve çilekeş “MUKAVEMET’İN” ardından,
Acılar dindi, kan dindi, kanlı gözyaşı dindi…
Ezeli yurdun ufkuna yepyeni bir tan indi…
İnsana insanca bakan âdil bir vicdan indi…”
Bütün şiirler coşkulu, anlamlıydı ve her biri övgüyü hak ediyordu. Ne ki, gün illâ yirmi dört saatti ve yarına az kalmıştı. Otelin terasındaki gecikmeli akşam yemeğinde Lefkoşa’yı temaşa ederken bir yeryüzü cennetine girmiş gibiydik. Üstelik gedâvete benzeyen ılık esinti, güneşin bıraktığı izleri siler gibiydi.
Cumartesi sabahı şehir büyük bir heyecana uyandı. Bugün Mehmetlerin gökten paraşütlerle yağdığı, karadan “Allah Allah!..” nidalarıyla şehadete koştuğu gündü. İnsanlar ellerinde KKTC ve Türk bayraklarıyla, şehrin hipodromu andıran en büyük caddesine akın ediyordu. İki yakaya karşılıklı tribün inşa edilmişti. Ön sırada oturan yaşı seksene yaklaşan ihtiyar selam verip hürmetle, “Hoş geldiniz diyor. Muzaffer Akünlü Mehmetçik köyünden kalkıp gelmiş. O günleri anlatırken, “Ne eziyetler çektik Rum’un elinden, şimdiki nesil bilmez” diyor hayıflanarak. Lafını hiç sakınmıyor üstelik. “Rumlar az gâvur değil” derken uğradıkları zulmün izleri beliriyor solgun yüzünde. “Magosa’ya gelirken yolumuzu keser, ‘Bre Turko, sizi öldüreceyik’ derlerdi. Rumlar gaddar millettir, çok adam öldürdüler, eziyet ettiler…” derken tarihe not düşüyordu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın teşrifinden sonra resmi tören başlıyor. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, Türkiye’nin ülkesine gösterdiği özel ilginin de verdiği cesaretle daha bir özgüvenliydi kürsüde. Zira Akdeniz’e kısrak başı gibi uzanan Ana Vatan’dan gelen elli savaş gemisi semâ ediyordu Yavru Vatan kıyılarında.
Yıllarca İngiltere’nin hegemonyası altında kalan ve sözde Rumlara teslim edilmek istenen Ada üzerinde Amerika’nın da, öteki sömürge ruhlu ülkelerin de ayrı planları vardı ki Yunanistan, bu projenin ayakçısından başka bir şey değildi!
Erdoğan’ın, Ada halkına özgüven aşılayan konuşmasında, KKTC’de öğrenim gören öğrencilerin Türkiye’deki haklara müktesip olacağı kararını duyurması önemli bir müjdeydi, zira bir önceki gece sohbet meclisimizde bu konuda yakınmalar duymuştuk.
Türk yıldızlarının Kıbrıs semâlarına imzasını bıraktığı programda alana paraşütle inen askerler de 1974 ruhunu sembolize ediyordu. Törenler sona erince, Kültür Kervanı projemizle yakından ilgilenen Konya Milletvekili Orhan Erdem ile buluşup ayaküstü hasret giderdikten sonra Türk Savunma Sanayii Sergisini ziyaret ediyoruz. Kaan başta olmak üzere son yıllarda yerli ve milli imkanlarla üretilen savunma envanterimize ait maketler burada sergileniyordu.
Bayram bitmiş, sıra şehri temaşa etmeye gelmişti. İlk olarak Millî Mücadele Müzesi’ne gidiyoruz. Açık alana, Kıbrıs’ın bağımsızlık mücadelesine katkı vermiş şahsiyetlerin anıtları yapılmış. Müzede, 1878 yılından günümüze ulaşan silah çeşitleri, mücadele sürecini tasvir eden fotoğraflar, askerî kıyafetler, gazete haberleri, bayraklar sancaklar ve harekâta dair emirnameleri görmek mümkün. Ziyaretimiz sırasında Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Fatih Erbakan ve Milletvekili Suat Kılıç ile karşılaşıp bir müddet hasbihal ediyoruz ki, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve BBP Genel Başkanı Mustafa Destici de zaten törenlere katılmış ve Cumhurbaşkanı Erdoğan Kıbrıs meselesine gösterdikleri hassasiyet sebebiyle hepsine teşekkür etmişti.
Müzede bir silah var ki; Kıbrıslı Türklerin vatanlarını hangi imkânsızlıklara rağmen savunduklarının ibretlik bir numunesidir. Küresel teröristler Rumları silahlandırırken, Türkler sapan taşına muhtaç ediliyordu ve mücahitler, çeşme borusundan yaptıkları uyduruk silahlarla direnmişti.
Müze olarak düzenlenen Lefkoşa Mevlevîhanesi ise bakım ve onarım nedeniyle kapalıydı. Ertesi günkü panelde burayla ilgili bilgiler verecek olan Prof. Dr. Nuri Şimşekler, binanın önünde tarihi yâd etmeden geçemedi. Semâhaneden başka, on altı Mevlevî şeyhinin türbelerinin burada bulunması esere ayrı bir anlam kazandırıyor.
Az ötede Ülkü Ocakları binası dikkatimizi çekiyor. Bir demli çay ne de güzel olurdu bu yorgunluğun üzerine. İlgiyle buyur ediyorlar içeri ve tek tek tanışıyoruz. Sonra faaliyetlerinden bahsediyorlar özenle. Çaylar servis edilirken karşı yakadaki Halkı Sesi Gazetesi ve Dr. Fazıl Küçük tabelası takılıyor gözlere. Burası muayenehanesiymiş merhumun. Haftada bir gün ücretsiz bakarmış garip gurebaya. Levhadaki, “İsviçre’den mezun” yazısının sırrını anlatıyorlar. 1878’de Ada’ya konuşlanan İngiliz Sömürge Güçleri başka diplomaları hükümsüz sayarmış da Fazıl Bey, “Ben sizden eğitim almadım, ama İsviçre’de eğitim aldım” demek için asmış yazıyı kapısına; bir direnişi diri tutmak, bir de motivasyonu zirveye taşımak gayesiyle. Fakat bu tür kısa zamanlı seyahatlerde her mekânı ziyaret etmek kabil olmuyor işte; kimi bakımda, kimi tatilde oluyor.
Sarayönü olarak bilinen Atatürk Meydanında Salamis Harabeleri’nden getirilerek dikilmiş altı metre yüksekliğinde Venedik Sütunu bulunuyor, civarı cıvıl cıvıl.
Sonra uluslararası literatüre Yeşil Hat adıyla giren ve Lefkoşa’yı Güney-Kuzey olarak ikiye bölen sınır boyuna gidiyoruz. İlkin sakin bir parka varıyoruz; buranın altı sığınak olarak inşa edilmiş ve havalandırma menfezlerini görüyoruz. Tel örgüye vardığımızda sanki iklim değişiyor… Karşımızda suratları buz kesmiş Rum askerleri… Başlarını siperin arkasına çekerek, “Bakmak yasak” diye bağırıyor. Nasıl bir korku oturduysa yüreklerine, göz göze gelmeye bile tahammülleri yok. Aslında fotoğraf çekmek de yasakmış ama Türk cesareti işte, alıyoruz birkaç kare fotoğraf.
Oradan tarafsız bölgenin kıyısına iniyoruz. Vadiyi andıran boşluğa Türk devleti şirin bir futbol sahası inşa etmiş, ama Birleşmiş Milletler kullanımına izin vermiyormuş. Öte yakada Birleşmiş Milletlerin Barış Gücü Tesisleri görünüyor, oradan da soğuk bir rüzgâr esiyor sanki.
Ve hareketli bir çarşının ucundaki “kara deliğe” geliyoruz. Kapının öte yanındaki dar sokakta oturan soğuk yüzlü adamlar bakıyor etrafa kuşkulu gözlerle… Rum tarafından gelenin kolaylıkla Kuzey Kıbrıs’a girebildiği bu kapıdan, ancak Rum tarafından gelmiş olabilenler Rum bölgesine giriş yapabiliyormuş. Üstelik giriş çıkış kontrolünü de Barış Gücü yapıyormuş. Burada da kapıdan içeriyi görüntülemeye kısıtlama koymuşlar.
Kumarcılar Hanı, Zeki Hoca’nın ifadesine göre aslında Tımarcılar Hanı imiş ama söylem evrimi yaşamış. Taş bina, fevkalade bir Osmanlı eseri… Vaktiyle Buğday Pazarı olan Han, günümüzde hediyelik eşyacılara mekân olmuş.
Şehre Lüzinyanlar, Venedikliler ve Osmanlılar tarafından mühür hükmünde eserler kazandırılmış. Büyük Han ve Arasta Çarşısı denilen Bedesten bunlardandır. Belediye Pazarı da tarihî bir mekân ve tekstilden gıdaya pek çok ürün sunuluyor.
Lefkoşa’nın orta yerinde Girne Kapısı denilen bir meydan var. Eski Lefkoşa’yı çevreleyip şehrin kuzeyden girişi olan, bin yıllık geçmişe sahip Venedik surlarının üç kapısından birisiymiş burası. Osmanlılar fethedince, 1821’de restore ederken Girne Kapısına bir odalı kubbe inşa etmişler ve günümüzde Turizm Enformasyon Ofisi olarak hizmet veriyor.
Hani orijini barbarlık olan Batılılar, biz Türkler için “Barbar” derler ya(!) İşte Rumların kanlı Noel Baskını’nda, banyoya saklanan çocuklarını katlettiği Binbaşı Nihat İlhan’ın evi de Batılıların barbarlık tarihine not düşülmek üzere “Barbarlık Müzesi” olarak düzenlenmiş ve vahşetin izlerini sergiliyor.
Ayasofya Katedrali de denilen Selimiye Camiî, Ada’nın en görkemli ibadet yeri olmalı… Üzerinde Lüzinyan armaları olan, 14. yüzyılda Fransız gotik üslubunda inşa edilmiş St. Catherine Katedrali ise Osmanlı’dan itibaren Haydarpaşa ve Ağalar Camiî olarak anılmış.
Doç. Dr. Mustafa Durdu’nun alışveriş sırasında kafileden ayrılıp bizden uzak düşmesi akşam önüydü. Beynimize işleyen güneş yorgunluğumuzu da tetiklemişti. En iyisi otele dönüp dinlenmek ve 50. Yıl Resepsiyonu için hazırlanmaktı.
Pazar sabahı kahvaltının ardından, Saffet Yurtsever, Atilla Yaramış, Zafer Karakuş ve Bahri Köseoğlu ile ön hazırlıkları yapmak üzere Atatürk Kültür ve Kongre Merkezi’nin yolunu tutuyoruz. Bugün KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı da ağırlayacağız. Biz donanımları tamamlarken bir genç geliyor yanımıza ve “Rektörümüz geldi” diye bilgi veriyor. Hay Allah; hazırlık ekibinden başka kimse yok oysa. Fakat Prof. Dr. Enver Arpa son derece mütevazı bir insan, biz hazırlıklara devam ederken eşlik edip yanımızda izliyor.
Panel devam ederken Cumhurbaşkanı Ersin Tatar giriyor salona; selamlaştığı herkese Kıbrıs aksanıyla mukabele ederek. Sevecenlik ve babacanlık saçıyor etrafına. Üstelik de heybetli; Türkiye’den verilen büyük destek gücüne güç katmış besbelli. “Buraya TCG Anadolu gemimizden geliyorum” diyor gururla ve Mavi Vatan’ın görkemli bekçisini anlatıyor iftiharla. Söz 1974 öncesine geldiğinde de çektikleri çileler, acılar yansıyor suretine ve Dr. Fazıl Küçük’ten, Rauf Raif Denktaş’tan başlayıp Türk Mukavemet Teşkilatı’nın, mücahitlerin destansı mücadelelerinin, Türk Silahlı Kuvvetlerinin müdahalesiyle nasıl zafere evrildiğini anlatıyor. Ve sözün bir yerinde dün ile bugünü birbirine ilintileyen tespiti yapıyor; “O gün Türk askeri gelmeseydi, Kıbrıs Gazze olacaktı!...” diyor.
Sonra hem Türkiye hem de KKTC’deki orta kuşak altı neslin, 1974 harekâtı öncesinde Ada’daki şartları daha iyi öğrenip anlayabilmesi için Türkiye Yazarlar Birliğinin düzenlediği faaliyeti methedip, “Karşılıklı olarak bu programları daha çok yapmalıyız ki; unutulmasın, öğrenilsin…” diyerek önemli bir yol haritası öneriyor Cumhurbaşkanı.
Program sonunda kendisini uğurlarken, Cumhurbaşkanı giriş kapısının iki yanına astığımız “Konya’dan Kıbrıs’a Kültür Kervanı” temalı afişlere dikkat kesiliyor ve “Çok güzel olmuş, bir fotoğraf da burada çektirelim” diyor.
Konya’da belirleyip yol boyu uyguladığımız etkinlikler tamamlandığına göre Girne’ye geçip turistik geziye devam edebilirdik. Yavuz Çıkarma Plajı’nda 1974 Barış Harekâtı kahramanlarına ithâfen hazırlanan Anıt Gemi, elli yıl öncesinin imkân ve ruhunu yansıtıyor günümüze. Denizde ışıldayarak kol gezen Türk donanmasının göz bebekleri güverteden ne de ihtişamlı görünüyor.
Sonra az ötedeki Anıt Helikoptere geçiyoruz. Prof. Dr. Enver Arpa ve Dr. Zeki Akçam burada, hava harekâtına dair menkıbeler üzerine ayrıntılı bilgiler veriyor. Akçam, yakıt deposundan yaralanan helikopterin, yara alan bölgeye giren kuş sayesinde yakıt kaybetmeden görevini tamamlayıp hem de Konya’ya indiğini Cihat Yaycı’dan dinlediğini anlatırken, Mehmetçiklere gönderilen ilâhî yardımlara da atıf yapmış oluyordu.
Sırada Karaoğlanoğlu Şehitliği ve Parkı vardı. Bir yanda savaşta vurulup ölen zırhlı araçlar, diğer yanda denizin öte yakasındaki Ana Vatan’dan gelen ve karaya ayak basar basmaz uğradıkları top saldırısında şehit düşen askerlerimizin mezarları… Gayet intizamlı. Fatihalar okuyarak yaklaşırken emaneti bulmuş olmanın heyecanı doluyor yüreğime… İşte Konya Meram Dereli Adem Erim orada, şu taşın altında yatıyordu.
Karaoğlanoğlu dedim de… Aslen Osmaniyeli olan Albay Halil İbrahim Karaoğlanoğlu 1974 Harekâtı’nda şehit olduktan sonra onun adı ilk olarak Konya’nın Kumköprü semtinde yapılan bir ilkokula verilmişti, hâlen hizmettedir.
Kıbrıs efsanelerine konu olan Baldöken Mezarlığı’nın öyküsü ilginç olduğu kadar hazindir. Osmanlı şehitlerinin defnedildiği mezarlık, Rum istilası sırasında tahribata uğramışsa da bir kısım kesme taştan yapılma mezar günümüze gelebilmiş.
Yorgun yılgın Arnavut kaldırımlarından geçerek Osmanlı’nın Kıbrıs Valisi Cafer Ağa’nın adını taşıyan taş camiye varıyoruz. Gözümüzün temas ettiği her yer tarih kokuyor. Lüzinyanlılardan kalma bir deponun camiye dönüştürüldüğü söylense de işin erbabı olanlar yapıda Osmanlı mimarîsinin izlerini görüyor.
Namazı eda eden arkadaşlar gölgede soluklanırken tarihî sokağı fotoğraflamak üzere yokuşu tırmanıp yol ağzına vardığımda az ötede sıcaktan bîtap düşmüş bir köpek dikkatimi çekiyor ve içimde bir acıma duygusu peyda oluyor. Yattığı taşlıkta, aşınmakla oluşan su tutacak kadar bir oyuk vardı, dökersem suyu oradan zahmetsizce içebilirdi. Elimdeki şişenin kapağını açarak çömeldim ve suyu boca ettim. Resim çekmek üzere ayrıldığım sırada köpeğin yalayarak suyu tükettiğini görünce takviye etmek üzere tekrar eğildiğimde ummadığım bir refleksle karşılaştım. Havlayarak kalkan köpek üzerime geliyordu, kendimi korumam lâzımdı. Geri adımlarla uzaklaşırken, çekiliyor olmanın yetmeyeceğini anladım. Bu sırada savurduğum sağ ayağımdan bileğimi kavramış. Sol dizime yönelip dişlerini pantolonuma geçirince asılmanın etkisiyle dengemi kaybedip düştüm. Sırt üstü bisiklet sürer gibi, tekmeler savurarak gelmemesi için verdiğim uğraş işe yaradı
Dirseğim ve kalçam acıyordu, ama bileğimdeki ısırığın farkında değildim. Sahil kıyısından, ziyarete kapalı olan Girne kalesine giderken araca dönüp berelenen yerlerime çantamdaki kremi uygulamaya karar verip ayrıldım. Arka koltukta ayaklarımı uzattığımda bileğimdeki yaranın farkına vardım, ısırılmıştım.
Birkaç dakika sonra kafile aracın yanında toplanınca biz, TYB Başkanı Ahmet Köseoğlu ve Koordinatör arkadaşımız Zafer Karakuş ile Girne Hastanesi’nin yolunu tuttuk. Triajdaki doktor Hanımefendi beni görmeden, Köseoğlu’nun telaşına bakarak, “Acil Servis girişi diğer tarafta” diyerek yönlendirdi. Biz geri dönüyorduk ki Zafer Hoca, “Köpek ısırdığı için geldik!...” deyince, geri çağırdı. Fakat köpek ısırması onun için vaka-i adiyedendi; “Ben de kalp krizi geçiriyor zannettim, köpek ısırması normal bir olay” dediğinde biz kuduz aşısının derdindeydik. Meğer Kıbrıs’ın son elli yılında hiç kuduz vakasına rastlanmadığından ülkede sadece tetanos aşısı yapılıyormuş. Vakanın görülmemiş olması, şükretmemiz için yeterliydi. Kuduz aşısını Konya’da da yaptırabilirdik.
Sınırlı bir zaman dilimde gittiğimiz KKTC’nin Magosa ve Kapalı Maraş gibi bölgelerini görmemiş olmanın eksikliği ile bizi Anamur Limanı’na götürecek olan deniz otobüsüne binerken saldırgan köpek sayesinde KTTC sağlık sistemine de kaydolmuş olarak dönüyordum.
Peşparmak dağları yine akşam ışıltısıyla parlıyordu. Akdeniz’in sıcak sularında demirlemiş yüzde yüz yerli ve millî Türk Muharip gemilerimizin arasından geçerken, Ana vatan, Yavru Vatan ve Mavi Vatan üçlemesinin ne kadar elzem olduğu gerçeği kendini haykırıyordu.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.