YÜKSEK MİNAREDE KANDİLLER YANAR : HİVE
YÜKSEK MİNAREDE KANDİLLER YANAR : HİVE
Ahmet Köseoğlu
Taşkent’ten Hive’ye uzanan yolculuğumuzda uçak, kızıl ve sarı tonlarda sonsuz bir çölün üzerinden süzülüyordu. Pencereden görülebilen kumların dalgalı denizini andıran manzarası, gözlerimi uzun süre esir aldı . Nihayet Ürgenç Havaalanı’na indik. Çölün ortasında vaha gibi parlayan bu topraklar, tarihin, kültürün ve sanatın binlerce yıldır iç içe geçtiği Hive’yi saklıyordu.
Aral Gölü’nün güneyinde, Kara Kum Çölü’nün ortasında, Amuderya Nehri yakınlarında yükselen Hive, İpek Yolu’nun kadim bir durağıydı. Ticaretin de kalbinin attığı merkezlerinden biri olan bu şehir, 450 yıldır koruduğu dokusuyla bugün Türkistan’ın en gözde turistik şehirlerinden birine dönüşmüştü. Keşfimiz, şehrin kalbi İçan Kale’den başladı. Surları, minareleri ve kubbeleriyle yükselen tarihî doku, adeta bir film platosuna adım atmış hissi veriyordu. Fakat burası bir masal değil, yaşayan bir küçük şehirdi: 25 hektarlık alanda 360 hane ve 2600 kişi hâlâ burada ikamet ediyordu. Surlar 6 metre yüksekliğindeydi ve 10 kilometre boyunca toprak ve kumdan örülmüştü. İçeri adım attığımızda tabiri caizse tarih, bütün ağırlığıyla üzerimize çökmüştü.
Dört kapılı İçan Kale’nin batı kapısından içeri adım attığınızda, sadece geçmiş dönemin nostaljik yapıları değil, ilim ve ticaret kervanlarının uğultusunun henüz dinmediği, Hanlık döneminin yaşantısının dipdiri ayakta kaldığı bir zaman tüneline giriyordunuz. Medreselerin avlularındaki sükûnet, hayat duvarları arasında yankılanan kadim hikmetin sesiydi; burası, bizi atalarımızın saf ve katışıksız mimari dehasıyla yüzleştiren, belleğimize ecdadın estetik zevkini yeniden nakşeden bir vuslattı.
Bu vuslatın sarhoşluğunu üzerimizden henüz atamamışken bir de, birdenbire girişte sağlı sollu dükkânların albenisine çarpıldık. Şallar, ipek kumaşlar, millî elbiseler, kürklü kalpaklar ve renkli şapkalar… Bir satıcının hızlıca başıma geçirdiği ve kırık Türkçesiyle “Abi, bu sana çok yakıştı!”dediği kalpağı, elbette hediyesi mukabili aldık, kabul ettik.Hanım gezginlerimiz ise benzer ürünler satan satıcıların önünde uzun uzun duruyor, birbirlerine “Bunu gördün mü?” diye işaret ediyor, dünyanın en özel eşyasını bulmuş ya da keşfetmiş gibi heyecanlanıyorlardı. Hayretle karışık tepkilerinden görülüyor ki nicedir o kumaşları arıyorlarmış da orada bulmuşlar gibiydi. Zaman zaman gezi inceleme esnasındaki alış-verişler grubun bir kısmının geride kalmasına ve tempoyu yavaşlatmasına sebep olsa da, öncüler sabır ve hoşgörüyle bu durumu kabullenip gezinin tadını çıkarmayı öğrendiler. Doğu kültürlerinde alışveriş bir ritüeldi; bizim için bazen zorlayıcı olsa da, deneyimin kendisi seyahatimize ayrı bir renk katıyordu.
İleride tandırda pişirilen samsaların kokusu bize kadar ulaşmıştı. İçi etli, dışı çıtır bu Özbek böreğini tatmak için verilen serbest zamanda altı seyyah, gruptan ayrılarak hızla kokunun geldiği yere doğru yürüdük ve tandırı bulduk. Hemen yanı başındaki çaycıda bu samsalardan sıcağı sıcağına birkaç tane yemeye niyetlendik. Bir kişi kaç tane yer onu da bilmiyorduk ama tandırın başındaki kadınlardan çokça yapmalarını istedik. Verdikleri kadarını aldık, işaret dili Türkçe anlatımımızı tamamladı… Gülüşmeler, gönül almalar, Som (Özbek parası) vermeler, ellerimizi yakan sıcak samsaları koyacak kabı aramalar, çay ile mütemmim samsalar ve hilafsız tadı damağımızda ve dimağımızda kalan hatıralar.
İç Kale’nin, mini şehrin her köşesinde medreseler yükseliyordu. 25 hektarlık alanda hâlâ sekiz büyük medresenin ayakta duruyor olması Hive’nin geçmişte ne denli güçlü bir ilim ve kültür merkezi olduğunu kanıtlıyor. Tarih boyunca bu şehirde 60’a yakın medrese inşa edilmiş… Bu bir anlamda Türkistan’ın eğitim merkezi, üniversite şehri olmasının ve ilmîn öncülüğünü yapmasının bir delili olsa gerek… Muhammed Emin Han Medresesi’nin iki katlı yapısı, geniş avlusu ve kalın tuğla duvarları hâlâ bir ilim yuvasının ruhunu kuşatıyordu. Önünde yükselen Kalta Minor, turkuaz ve mavi çinileriyle şehrin simgesiydi; yarım kalmış olması bile ona ayrı bir estetik katıyordu. Allakuli Han Medresesi ise, portalındaki çini süslemeleriyle göz kamaştırıyor, sanat ile estetiğin ilimle nasıl birleştiğini ve ilim merkezine verilen değeri gösteriyordu.
Ve İslam Hoca Medresesi… Yanındaki 57 metre yüksekliğindeki zarif minareye altı arkadaşla tırmandık. 119 basamak çıktık, zirveye ulaştığımızda kuşbakışı panoramik görüntüde kale içindeki toprak damlı evler, yanlarına yaslanmış medreseler, turkuaz kubbeler ve göğe uzanan minareler tablo gibi serilmişti önümüze. Gün batımının kızıllığında Hive, bir müze şehir gibi ayaklarımızın altındaydı; ama hâlâ yaşıyor, evlerden duman tütüyor, sokaklarda hayat akıyordu. Minareden şehri seyretmekse, bize ömür boyu unutamayacağımız bir an yaşattı.
Hive’nin kalbinde Cuma Mescidi yükseliyordu. 212 yekpare ahşap sütun, kubbelerden süzülen ışık ve zeminde oluşan desenlerle adeta bir sanat seremonisi sunuyordu. Burada aynıanda iki bin kişi namaz kılabiliyor, nereye geçerseniz geçin imamı görebiliyordunuz. 1990’da UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesine alınması, Hive’nin hak ettiği değeri tescillemişti. 2020’de Harzemşah Celâleddin’in tahta çıkışının 1000. yılı münasebetiyle “Türk Dünyası Kültür Başkenti” ilan edilmesi, bu masal şehre yakışan en güzel onurdu. Hive, geçmişten bugüne taşıdığı medeniyet birikimiyle bu unvanları fazlasıyla hak ediyordu.
İç Kale’nin dar sokaklarında mesrur halde dolaşırken dikkat kesilirseniz; talebelerin hayali ders talimlerinin, vatandaşın selamının ve tandırdan yükselen sıcak ekmek kokusunun, kardeşliğin türküsünün ve minarelerindeki mikrofonsuz ezan sesinin, bir armoni oluşturup görünmez bir musikiye dönüştüğünü ve bunun Hive’nin ruhunu oluşturduğunu hissedebilirsiniz.
Hive’den ayrılırken surların gölgesi ardımızda, minarelerin silueti gözlerimizde kaldı. Kalpaklı esnafın tebessümü, İslam Hoca minaresinde hissettiğimiz rüzgâr, taşlara sinmiş ilmin kokusu hâlâ zihnimizdeydi. Fakat bir yandan fark ettik ki, bu şehir yalnızca gözlerle değil, kalple görülmelidir. Telefonlarımızın ekranına hapsolduk; yüzlerce fotoğraf çekerken bazı ayrıntıları derinlemesine inceleyemedik. Turkuaz çinilerin desenleri, ahşap sütunların ince oyukları, avluların sessizliği… Objektiflere sığdı ama gözlerimizden, ruhumuzdan birazı kaçtı. Bu eksikliği, ancak yeniden gelerek doldurabiliriz.
Bir gün tekrar geleceğiz; İç Kale’nin kapısından girip İslam Hoca Medresesinin önünde ‘Yüksek minarede kandiller yanar’ türküsünü söyleyeceğiz. Fotoğraf makinelerimiz değil kalbimizle Hive’nin sokaklarını içimize çekeceğiz. Çünkü Hive, çölün ortasında yalnızca bir şehir değil; insanı her defasında çağıran, ayrıntılarıyla büyüleyen bir medeniyet aynasıdır. Her taşında, her kubbesinde, her minaresinde tarih, ilim, sanat ve zarafet yaşamaktadır. Ve her seyyahın, ilk kez geldiğinde değil; her gelişinde yeniden hayranlıkla keşfedeceği bir şehirdir…


YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.