AHMET KÖSEOĞLU

AHMET KÖSEOĞLU

Kudüs - GÖKTE YAPILIP YERE İNDİRİLEN ŞEHİR

A+A-

tam bu esnada

bir bomba düşüyor han yunus’ta

sabirin, nakba ve fatma

daha çok Filistin oluyor

oyunu bombayla bozuyor asker

ne bilsin!

sadece toprağın üstü değil

toprağın altı da Filistin.

M. Ali Köseoğlu

 

 

Kadim olanın günümüze taşındığı, tarihin sağıldığı, arzın çekim merkezi, zamanın çocuğu kutsal şehir Kudüs…

Tahrif edilmişliğin hakikati boğmaya çalıştığı ve çığlığının dünyayı kör, sağır, dilsiz ettiği hüzün şehri Kudüs…

Hz. Davud ve oğlu Süleyman Peygamber’in ümmeti Müslüman İsrailoğullarının şehri, Hz. İsa’nın şehri, hakikatin, şeriatın şehri Kudüs…

Yüce yaratıcının elçileriyle gönderdiği emirlerin tahrifatı üzerine vahiylerini yinelediği son peygamberi Hz. Muhammed’in yükseldiği, yüceldiği Miraç şehri Kudüs…

Sezai Karakoç’un ifadesiyle “Gökte yapılıp yere indirilen şehir. Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri” Kudüs…

Bir şehir ve birçok şiir… Yeryüzünde dünden bugüne var olan hiçbir şehir onun kadar sevilmedi. Hiçbir şehre Kudüs’e yazıldığı gibi şiirler, şarkılar, ağıtlar söylenmedi.

Hüzünlü Şehir, Tanrı Şehri, Allah’ın Şehri, Övülmüş Şehir, Barışın Şehri, Adaletin Yurdu, Mukaddes Şehir, Eyalet-i Mümtaze, İnananların Şehri, Doğruluk Şehri, Beytü’l Mukaddes, Şehirlerin Çiçeği, Namaz Şehri, Dua Şehri, İnsanlığın Şehri, Nebiler Şehri, Hüzünler Şehri, Dinlerin İncisi, Şeriatlar Feneri, İffet Şehri, Bereket Şehri, Şehirlerin Melikesi, Kutsal Şehir, Karalara Bürünen Şehir…

Duyabildiğim, görebildiğim, okuyabildiğim, yakıştırdığım isimler bunlar; lâkin mahzun, mazlum, garip Filistinlilerin her birinin gönlünde nice sıfatları vardır Kudüs’ün kim bilir.

***

 

Barışın Şehri, Adaletin Yurdu…
“İnsan yaşadığı yere benzer” diyor ya şair şiirinde, Filistin topraklarının binlerce yıllık tarihine bakarak
bugünün Filistinlilerinin nasıl o toprakların karakteriyle uyuştuğunu görebiliriz.
Kudüs, Davut’un (Tâlut) sapanıyla savaşarak zalim Câlut’u öldürüp şehre girmesi, karanlığı aydınlığa çevirmesi, oğlu Süleyman’ın da bölgeyi hak, hakikat ve adaletle yönetip mamur hâle getirmesi ile huzur bulmuş. Sonrasında, Kur’an’da telmih edildiği üzere, Peygamber Yeramya’nın öğütlerini dinlemeyip yine tekrar batıla teslim olan Yahuda kralı Yehoyakimi ve İsrailoğullarını Allah (cc), Bâbil Kralı Buhtunnasr eliyle cezalandırmış, MÖ 574’te ortadan kaldırmış. İsrâ suresinde de İsrailoğullarının yeryüzünde iki defa karışıklık çıkaracakları, ilk karışıklık sebebiyle onları cezalandırmak için güçlü kulların gönderildiği belirtilir.


Antik çağdan bugüne, zaman zaman karanlığın hakikati boğmaya yeltenmesi hakikat fedailerine Allah’ın bir lütfu ve ihtarı olsa gerek. Bir zamanlar barışın şehri, adaletin yurdu denilen Hz. İbrahim, Hz. Davut, Hz. Süleyman, Hz. Musa, Hz. İsa ile şereflenen bu mübarek belde bugün kan ve gözyaşıyla anılıyor. Bu kutsal şehri savunmak için tarihte olduğu gibi yine sapan taşlarıyla mücadele veren Filistinli Müslümanlar bir tarafta; peygamberlerini kovan, tartaklayan, öldüren, ahitlerinde durmayan, dininde kırk gün sabredemeyip buzağıya tapan, Tanrının lütfu kudret helvası ve bıldırcını reddedip soğan, sarımsak talep eden karanlık savunucuları ya da tapınak şövalyeleri diğer tarafta. Filistinliler kendi yurtlarında yok sayılıyor. Dünyada binlerce yıldır hak ile batılın mücadelesinin en müşahhas sahnesidir, adresidir Kudüs. Hep insanlık tarihiyle birlikte anılagelen ve arzunun merkezi olan Kenan diyarı, Romalıların zayıf düştüğü bir dönemde kilisenin bal dilli savunucusu Sofronius, Perslerin tasallutuna muhatap olunca MS 638 yılında şehrin yakınlarına kadar gelmiş olan Müslümanlara haber uçurup şehri yalnız Halife Ömer’e teslim edeceğini duyurmuş. O sırada Şam civarında olan yeni İslam devletinin ikinci halifesi, yardımcısı ile devesine nöbetleşe binerek Kudüs surlarına yaklaşmış. Halife Ömer, şehrin ileri gelenleriyle birlikte şehre girip ilk olarak Cebrail’in İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’e getirdiği Burak’la göğe yükseldiği kutsal kayanın yanına varmış, sonrasında Hristiyanların kutsal Kabir Kilisesi’ne gelmiş. Orada kendisinden dua etmesi istendiğinde, şayet orada dua ederse ileride kilisenin Müslümanlarca camiye çevrilebileceği endişesini dile getirerek dışarı çıkıp boş bir alanda namaz kılıp dua etmiş. Şimdi bu alanda Ömer Camii Şerifi'nden günde beş vakit “Allah’tan başka ilah  olmadığının, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğunun” ilanı yapılıyor. Bugün Kudüs ve Mescid-i Aksa denilince ilk akla gelen ve âdeta şehrin sembolü hâline gelmiş olan altın kubbeli yapı Kubbetü’s-Sahra ise, Hz. Ömer’den yarım asır sonra Emevi halifesi Abdülmelik bin Mervân tarafından yaptırılmış. Bu sekiz köşeli eşsiz simgesel yapı, Peygamber Efendimizin ayak izi ve Hz. Cebrail’in elinin izinin yer aldığı Kutsal Kaya’ya (Hacer-i Muallak, havada asılı duran kaya) hürmeti en iyi şekilde yansıtıyor.

Hz. Ömer döneminde “El-Aksa” diye zikredilen şimdilere değin surların içindeki bütün alanı (44 dönüm) kapsayan ve “Mescid-i Aksa Haremi” denilen bu kutsal yerde Emeviler, Abbasiler ve Fatımiler, zelzele ve çeşitli sebeplerle yıkılıp dökülenleri yapmayı, yıprananları onarıp ilaveler etmeyi kutsal vazife telâkki etmişler. Yönlerini 1071’de ‘Diyar-ı Rum’a çeviren Selçuklular ise 1077’de Filistin’in Kudüs’üne hizmete gelmişler. Türkleri Anadolu’dan atmak, Kudüs’ü de ellerinden almak için Papa II. Urbanus’un çağrısıyla siyasi ve askerî birlik oluşturan Avrupalılar, 1096’da başlatılan ve iki asra yakın süren Haçlı Seferleri’nin ilkinde (1099), Kudüs’ü almışlar. Hz. Ömer döneminden o kara güne kadar yaklaşık beş asır (461 yıl) boyunca huzurun ve barışın şehri, artık hüzün şehrine dönüşmüş. Zira Ömer tarafından İliya (Kudüs) halkına verilen "eman"da; halkın canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına dokunulmayacağı, yerleşik ve göçebe fertlerin teminat altında olacağı ve inancından ötürü hiç kimsenin zorlanmayacağı kayıt altına alınmış. Haçlılar ise Hz. Ömer’in emannamesinde söz verilenlerin tam tersine şehirdeki bütün Müslümanları ve Musevileri öldürerek dünyada eşine az rastlanır bir katliamı gerçekleştirenler olarak dönemin tarih kitaplarında yerlerini almışlar. Haçlılarla birlikte seferde olan haçlı tarihçisi Fulcherius; şövalyelerin ve askerlerin, yerli Müslümanların yuttukları altınları çıkarmak için karınlarını deşerek öldürdüklerini, ellerinde kılıçla sokak sokak dolaşıp kadın çocuk demeden hiçbir canlı bırakmadıklarını, evlerini yağmalayıp talan ettiklerini belirtiyor. Tarihçi Raimundus Mescid-i Aksa Haremi Şerifi’ne gittiğinde cesetlerden ve dizlerine kadar çıkan kan birikintilerden geçtiğini belirtiyor. Şehir sokaklarından kan sel olup akmış âdeta. Mescid-i Aksa Haremi’ndeki Aksa Camii, Kubbetü’s- Sahra ve Harem-i Şerif’teki bütün kutsal eşyalar yağmalanmış, Aksa Camii kralların sarayı yapılmış, Harem’in diğer bölümleri Hristiyan tarikatlarının işgaline uğramış.
Kudüs şehir adı olmaktan öte, Peygamberlerin, fazıl devlet idarecilerinin, komutanların, şair ve ediplerin rıza-i Bâri mücahede ve mücadelelerinin adı, hülasa insanlık tarihinin de adıdır. Bir yanda Ömer bin Hattab’ın emannamesi ve ardından gelen Müslüman idarecilerin Kudüs’e hürmet ve ta zimle yaklaşıp Müslümanların dışındakilerin de huzur içinde yaşamalarını temin etmeleri ve diğer yanda Haçlıların yaptıkları…
Ve nihayet Haçlıların Kudüs Krallığı hâkimiyeti seksen sekiz yıl sürmüş ve Şark’ın sevgili komutanı
Selahaddin, Hıttin Savaşı’nda Kudüs Krallığı ordusunu mağlup etmiş. Haçlılardan bir heyetle Askalân’da
görüşmüş, fakat Hristiyanlar şehri teslim etmeyeceklerini söyleyince Şark’ın Kartalı “Kudüs’ü almaya geliyorum”
demiş ve bölgenin dört bir yanından gönüllü mücahitler de orduya dâhil olmuş. Selahaddin’in ordusu şehrin surlarına dayanıp Zeytin Dağı’na yerleşmiş. Dört günde surda gedik açıp, tüneller kazmış ve savunmayı çökertmişler. Kudüs’ün Fatih’i Selahaddin, şehrin sokaklarında 1187 yılı Ekim ayının ikisinde (27 Recep 583) Cuma ve Miraç gününde, Hristiyan şövalyelerin barbarlıklarına tam da tezat teşkil eder mahiyette şehir halkını selamlamış, tebessümle Mescid-i Aksa Harem-i Şerifine yönelmiş, Aksa Camii’nde Rabb’ine şükretmiş, namazını kılmış. Âdeta Ömer bin Hattab’a nazire edercesine oldukça müşfik davranarak Peygamber Efendimizin Mekke’yi fethini hatırlatmış ve gelecekte “Şarkın Sevgili Sultanı - Kudüs Fatihi” olarak anılacak olan Selahaddin, Müslüman komutanların nasıl davranacağının da rol modeli olmuş. Kudüs’teki ilk ziyaret yerimiz Zeytin Dağı’nda rehberimiz Bülent’in “kulağınız ben de gözünüz Mescid-i Aksa’ da olsun” diyerek Selahaddin Eyyübi’nin
 askeriymiş ve Kudüs fethine katılmış biri gibi anı yaşıyorcasına heyecanlı, ayrıntılı anlatımı ile gezi heyetine hissettirdiği duygusal anları unutmak mümkün değil. Milli şairimiz Akif merhum da Selahaddin’in ve Kılıç Arslan’ın Hristiyanların korkusu olduğunu ve bu kahramanların ne güzel, ne yüce emsal komutan olduklarını belirtiyor “Çanakkale Şehitleri” adıyla ünlenmiş, Safahat’ın altıncı kitabı Asım’ın son bölümünde:


Sen ki, son ehl-i sâlibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran

Cennete Benzer Bir Yer…
Yavuz Sultan Selim Han’ın devr-i saltanatında Osmanlı ile tanışan Filistin, dört asır huzurun, barışın ve
refahın yurdu olmuş. Oğlu Kanuni Sultan Süleyman ise Kudüs’ün imarına yönelik çok önemli yapılar, binalar yaptırıp “Eyalet-i Mümtaze”ye gereken ehemmiyeti göstermiş. Başta “Kubbetü’s-Sahra” olmak üzere, kulelerin, kapıların ve bütün surların onarılmasını sağlamış, suyolları, camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, külliyeler yaptırmış; eşi Hürrem Sultan da cami, imaret, medrese ve külliyelerin hizmetinin ve hayır faaliyetlerinin sürdürülebilmesi için vakıflar kurmuş.
Şehirlerin ruhuna yönelik gezilerimin neticesinde yazmaya çalıştığım şehir denemelerimin birçoğunda Evliya Çelebi (1611-1682) ve İbn-i Batuta (1304-1369) yol arkadaşım oluyor. Evliyamız “38 sene 17 padişahlık yer gezdim, böyle cennete benzer bir şey görmedim” der Kudüs için. İbn-i Batuta da Kudüs-i Şerif’i “Beytül- Mukaddes”, Mecid-i Aksa içindeki camiyi ise “Mescid-i Mukaddes” olarak ifade etmiştir. “Mescid-i Mukaddes; en kıymetli mescitlerden olup güzellik ve letâfette emsallerinden üstündür. Yeryüzünde buradan daha büyük bir mescit bulunmadığı söylenir.” sözlerini “Tuhfetün-Nûzzâr fi Garâibi’l Emsar ve’lacâbi’l Esfar” adlı eserinde kayıt düşmüştür. Filistin, barışın, sükûnetin, huzurun dört yüz yıl hâkim olduğu ve “Eyalet-i Mümtaze” bir sancak olarak Osmanlı’dan gereken ilgi ve hürmeti görmüştür.
Evliya Çelebi, Safed şehrinin İsrailoğullarının asıl vatanı olduğunu belirtir. Rivayete göre Yakup
Peygamber'in on üç evladının mezarı bu şehirdedir. Kudüs’le birlikte el-Halil Kapısı’nın önemli dönüşüm geçirdiği bir dönemde çekilmiş olan bu fotoğraf tarihî bir vesika değerindedir. Sağda Kale’nin dibine yapılmış olan sebil ve küçük dükkânlar fotoğrafın 1900'lü yılların başında çekildiğini gösterir.

Halep’te Zekeriya, Şam’da Yahya, Kudüs’te Musa, Medine’de Muhammed(a.s.)’in medfun olduğunu, her
sene şer’i sicillere kaydedilip Osmanlı padişahına arz edildiğini ve yine bu şehirlerin yanında ve tabii ki en başta Mekke ile birlikte hepsinin hizmetlerinin aksamaması için payitahttan hususi destekler gönderildiğini yine tarih kaynaklarından okuyoruz.

Kudüs-i Şerif insanlık tarihi demektir, diye konuşulur, işte insandan, peygamberler tarihinden
bahsediyorsanız bu “Mukaddes Şehir”in birçok yerde mekânın, coğrafyanın öznesi olduğunu görürsünüz.
Bu mübarek şehre Zeytin Dağı’ndan bakarken kısa da olsa tarihi hatırlamaz isek şehrin ruhunu
anlayamayız. “Allah’ın Şehri”ni anlayabilmemiz insanlığın mücadelesini; hak ile batılı kavrayabilmemizi sağlar.
İnsanlığın şehri Kudüs dünü olan, bugün de var olan ve hiç şüphe yok ki yarını da olacak bir “Kıyamet
Şehri”dir. Dünyanın gözü, zamanın tanığı, Ay ve Güneş’in yoldaşı, tarihin sırdaşı, dinlerin mezargâhı, Furkan’ın İşareti, İslâm’ın İsrâ’sı, Müslümanların ilk kıblesi; İbrahim’in, İshak’ın, Yakup’un, Yusuf’un, Davut’un, Musa’nın, Süleyman’ın, İsa’nın diyarı, Muhammed’in Miracı, Ömer’in göz nuru, Selahaddin’in dirilişi, Yavuz’un rüyası, Abdülhamit’in haremi, Filistinli müslümanların gözyaşı ve cenneti, “Şehirlerin Melikesi” Kudüs.
Şehir ziyaretlerimde, şehrin varsa tarihî mekânlarını görmek, sokaklarında kaybolmak; ruhunu, rengini,
desenini anlamaya, dinlemeye, hissetmeye gayret etmek; eski şehir yeni kent gibi bölgesel ayrımları,
yapılaşmaları var ise onları gözlemlemek gibi usuller geliştirdim. Lâkin genelde Filistin özelde Kudüs -özellikle de Mescid-i Aksa Harem-i Şerifi- ziyareti mevzu olunca, gezimiz ziyarete; yazımız da âdeta ibadete dönüştü. Zaten bu benim istediğim, yıllarca hayalini kurduğum ve ibadetkâr bir hâlet-i ruhiye ile bulunmayı arzuladığım bir durumdu. Kudüs, Beytullahim, El Halil, Eriha, Nablus, Ramallah, Gazze ve Filistin’in diğer şehirleri… Beş bin yıldan daha fazladır zamana yoldaşlık yapan bu şehirlerin arkeolojik kazı alanlarını, tarihî, turistik bölgelerini anlatmak değildi bu yazıdaki hedefim.

Filistin demek dava demek, davasını kaybeden Müslümanlara pusula demek. Kuzey ve Güney demek.
İslâm davasının kutsalları Mekke, Medine, Kudüs “üç mescit ziyaret edilir” kavlince peygamber sözünü de diri
tutmak demek.

Filistin Yıllardır Kanayan Yaramız…
Uzun bir tarihin hüzünlü coğrafyası hâline gelen Filistin’in son yüzyılda yaşadıklarını dahi hatırlamak insanı ziyadesi ile mahzun kılmaya yetiyor. Filistin’in Osmanlı’dan 1917’deki hazin ayrılışını, 1948’deki Yahudi işgali ve Nakba Günü’nü, 1967 yılı Altı Gün Savaşları’nı ve mülteci kamplarını, 1980’de Kudüs’ün  İsrail’in başşehri ilan edilişini, 1987’de başlayıp altı yıl süren İntifada’yı, Milenyum’da tekrar canlanıp beş yıl süren İkinci İntifada’yı Kudüs’te görüşebildiğimiz hemen herkesten hiç unutulmayan olaylar arasında olduğunu işittik.

2003’te “Filistin’in kızı” Amerikalı Rachel Carrie’nin hak ve adalet mücadelesi sırasında İsrail askerlerince
öldürülmesinin, on bir yaşındaki Muhammed Durra’nın babasının kucağında canice kurşunlanışının, Yaser Arafat’ın katledilişinin, yaşlı ve hasta hâlde iken Şeyh Ahmed Yasin’in helikopter saldırısıyla şehit  edilişinin ve dahi her Ramazan’da ve yılın sair günlerinde fanatik İsraillilerin Aksa Camii cemaatine tahriklerinin, saldırılarının ve şehit ettikleri Müslümanların her birinin acısını ayrı ayrı içimizde hissettik.
Osmanlı askerlerini teftiş eden Cemal Paşa, General Van Valkenhayn 
ve Kaldı ki Kudüs davası ile her yeni günde yeniden doğan Muhammedler, Meryemler iman ve cesaret doludireniş hikâyeleri gerçekleştirmeye ve bunu kör, sağır dünyaya anlatmaya devam ediyorlar. Geçmişten günümüze 124 bin peygamberin makamı, Nuh tufanı öncesi ve sonrası Âdemoğullarının kıblesi, Hz. Davut, Hz. Musa, Hz. İsa, ve Hz. Muhammed’in kutlu şehri, Ömer’in, Selahaddin’in fethi, Yavuz’un, Sultan Süleyman’ın, Abdülhamit’in hâdimlik mekânı Kudüs’te son yetmiş yıldır kan, gözyaşı, nefret, hüzün günlük hayatın içine mezc olmuş âdeta.
Başta Musa ile İsa peygamberler olmak üzere diğer peygamberlere, nebilere yapmadıklarını bırakmayan, bu nedenle bu kutsal topraklardan sürülen İsrailoğulları son yüz elli senedir Filistinlileri topraklarından ederek Kudüs’ü ele geçirmeye çalışmaktadır. Osmanlı’nın tek kurşun atmadan 1917 yılında İngilizlere teslim etmek zorunda kaldığı bu mübarek toprakları, 14 Mayıs 1948 tarihinde Birleşmiş Milletlerde İsrail Devleti’nin kurulduğu ilan edilince İngilizler İsrail’e teslim etmişler; böylelikle bölgedeki karışıklığa, anlaşmazlıklara, haksızlıklara zemin hazırlamışlardır.

İşte o gün bugündür işgal ettikleri ve etmeye devam ettikleri Filistin topraklarında yerli/yerleşik Müslümanlara işlemedik zulüm, etmedik işkence bırakmayan işgalci Yahudilere karşı “Nakba”yı unutmayan, unutturmayan mazlum, masum Filistinli Müslümanlar Câlût’un askerleriyle savaşıyorlar. Davut’u (Talût) temsilen sapan taşı ile Yahudi işgalci Câlût ve askerlerine karşı asil bir mücadeleyi, direnişi, duruşu seyircisi çokça olan dünya sahnesinde sergiliyorlar.
Araplarla İsrail arasında ilk savaşın başladığı 15 Mayıs 1948, Filistinlilerce Büyük Felaket (Nakba) günü ilan edilmiş. Birkaç ay süren savaş yüzbinlerce Filistinlinin topraklarını terk etmek zorunda kalması ve yüzlercesinin de şehit olmasıyla sonuçlanmış.
Nakba arifesindeki karmaşık dönemde çocukluk yıllarını geçirip 1947’de Hristiyan-Arap ailesi ile Filistin’den ayrılarak Amerika’ya göç eden dünyaca ünlü profesör ve vicdanlı yazar Edward Said de, bugün geçmişteki zulümlerini unutmuşçasına davranan İsrail’e şöyle seslenir: “Biz buradayız, siz de buradasınız. Bu gerçeği yadsıyamazsınız, bizi de ebediyen bastıramazsınız. Kendi geçmişinizdeki, bizim geçmişimizdeki gerçeklerden kaçamazsınız.” 
İsrailoğulları, 1967 yılının Haziran’ında (5-11) “Altı Gün Savaşları” adıyla bilinen saldırıyı özellikle Arap-İsrail savaşı olarak niteleyerek diğer dünya Müslümanlarını savaşın dışında tutmayı planlayıp bunu da büyük ölçüde başarmışlardı. Bu savaşla Ürdün yönetiminde bulunan doğu Kudüs’ü de işgal edip yüzbinlerce Filistinliyi mülteci hâline getirip evlerinden yurtlarından ettiler, ama artık doğan her Filistinlinin kendini direnişin içinde bulmaya
başlamasının ve uyanışının tarihini de başlatmış oldular. Artık direniş hayatın diğer adıdır Filistin’de. Ne
yaparlarsa yapsınlar Filistinliler, kuldan ve kula kulluk edenden korkmayacaklarını, misket bombalarının,
dozerlerin kendilerini yıldırmayacağını, bu davada şehitliğin onlar için en güzel ödül olacağını, korkak İsrail askerilerinin gözünün içine baka baka dünyaya haykırıyordu.
Hemen her gün vahye dayalı bütün dinlerin kutsal şehri Kudüs’te, Gazze’de, El-Halil’de, Batı Şeria’da
insanlığın ibretle takip ettiği, meleklerin kıskandığı şehit oluş hikâyeleriyle bölgenin kanlı tarihine “Şehir
Çiçekleri” olarak Muhammedlerin adları kayıt düşülmeye devam ediyordu.

“…
Kim durduracak düşmanları
Üzerine çullanan, ey dinlerin incisi
Kim silecek kanları duvardan
İncil’i kim kurtaracak
Kim kurtaracak Mesih’i kendisini öldürenlerden
İnsanlığı kim kurtaracak

…”

Evet, yıllardır Nizar Kabbani’nin şiirindeki kim sorusunun cevabını arıyor insanlık.
Peki ya insanlığı kim kurtaracak?

***

Şairlerin Filistin’i…
Çoğunlukla da dile getiremediğimiz, kalbimizi parçalayan, yürekleri dağlayan duygularımızın neşet ettiği
yer…
İçimizde büyüttüğümüz taşları her fırsatta sapanlasak da, kanayan yaralarımızı sarmaya derman olmuyor, takat yetiremiyoruz. İşgalcilerin dozerlerine, silahlarına, misket ve fosfor bombalarına karşı buğzetmenin ve dahi beş vakitte Filistinlilere dua edebilmenin ötesine geçememiş olmanın mahcubiyeti içindeyiz, affetmiyoruz. Kimi zaman feryat oluyor mısralar, kimi zaman da ağıtlar şamar… Şairlerin Kudüs’ü, Filistin’i, bizim Filistin’imizden, Mescid-i Aksa’mızdan başkası değil elbette. Duyguların, kızgınlıkların, gözyaşlarının, çığlıkların, yakarışların, ferasetin, en önemlisi de hakikat için direnişin kutsallığı söz olup, şiir olup taşıyor, sınırları çağları aşıyor. Nuri Pakdil şu mısralarla anlatır içindeki Kudüs’ü:

“Tûr dağını yaşa
Ki bilesin nerde Kudüs
Ben Kudüs’ü kol saati gibi taşıyorum
Ayarlanmadan Kudüs’e
Boşuna vakit geçirirsin
Buz tutar
Gözün görmez olur
Gel
Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir Kudüs yapar
Adam baba olunca
İçinde bir Kudüs canlanır
Yürü kardeşim
Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin.”
Mehmet Akif İnan da, Filistin davasıyla bayraklaşan “Mescid-i Aksa’yı Gördüm Düşümde” şiirinin ilk ve son
kıt’ası ile nasıl da harlıyor yüreğimizdeki alevi:
“Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnımı koydum
Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu

Mescid-i Aksayı gördüm düşümde
Götür Müslüman’a selam diyordu
Dayanamıyorum bu ayrılığa
Kucaklasın beni İslâm diyordu.”
“Bizim halkımızı asla döndüremeyeceksiniz Kızılderili halkına. Biz bu arada kalacağız, bileklerine çiçekten bilezikler, takınan bu toprakta. Burası bizim yurdumuz, ömrün şafağından beri buradayız” diyen Nizar Kabbani’nin sözlerini İsrail askerinin burnunun dibine kadar giren on yaşındaki küçük kızın gözlerinden okuyabiliyoruz.
Davasını unutan İslâm âlemi için “Filistin ve Kudüs burada, Müslümanlar nerede?!” diye soran ve  Gazze’ye yapılan saldırıda iki evladını ve kocasını şehit olarak uğurlayan annenin gözyaşını unutmak mümkün mü? “Uyanış Şairi” Mahmut Derviş’in de şiirinde teşbih ettiği gibi, bu annenin gözyaşını tıpkı Hacer annemizin gözyaşı gibi unutmamalıyız, “Bir Arap gözyaşıydı yeryüzünde ilk gözyaşı. Hatırlıyor musunuz?
Sonu gelmeyen hicrette ağlayan ilk kadın Hacer’in gözyaşlarını. Hacer! Yeni hicretimi kutla. Kabirden,
Kâinata doğru kalkıyorum. İkamet ediyor şehitler, hür kaburgalarımda.
Çekip çıkarıyorum kabirleri ve Akdeniz sahilini. Hacer! Kutla yeni hicretimi.”
Müslümanlar kendine zaman zaman şu soruyu sorar: “Allah bu Filistin’i görmüyor mu? Yetmiş yıldır Yahudi zulmediyor, masum çocuk ve kadınları dahi sudan bahanelerle kurşunluyor?” diye. Yüce yaratıcı zulmü, adaletsizliği imhal eder (mühlet verir) ama asla ihmal etmez. Âl-i İmran suresinde “İnkâr edenler, kendilerine vermiş olduğumuz fırsatın sakın onlar için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Onlara verdiğimiz fırsat ancak günahlarını artırmaya yarıyor. Onlar için alçaltıcı azap vardır.” buyurur. Yine İbrahim suresinde, “Sakın Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! O sadece onların işini bir güne erteliyor.” ayeti ile yaptıklarının karşılığını alacaklarını ifade eder. İnsanlık tarihinde zulüm abat olmamış er ya da geç zalim idare yerini hayra ve adalete teslim etmiştir.
Kendimize sorduğumuz bu sorunun bir cevabı da yine yüce kitaptan Bakara suresinin şu ayeti olsa gerek: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın; fakat vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına saldırmak yoktur”.

Bu mübarek topraklarda yerleşim yerleri arasına boydan boya yüzlerce kilometre çekilen utanç duvarlarıyla Filistin’i dört bölgeye ayırsalar da, Müslümanlar bir gün bu duvarları, telleri, setleri aşacaktır. Filistinlinin hapis, gözaltı ile hep burun buruna olması, nefretini, kinini işgalci İsrail askerine yansıtmasının günlük eylemleri hâline gelmesi, çocuğundan yaşlısına herkesin akşam eve dönemeyeceğini bilip helâlleşerek evinden çıkması, Allah’ın zaferinin geleceği o kutlu güne dek her birinin kendi zaferini -ve inşallah cenneti- kazandığını gösterir.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.