SİVAS SİVAS OLALI…
SİVAS SİVAS OLALI…
Seyyah olup şu âlemi gezerim,
Bir dost bulamadım gün akşam oldu.
Kendi efkarımla okur yazarım,
Bir dost bulamadım gün akşam oldu.
(Sivas Türküsü)
Güneş, Konya Ovası’nın üzerinden yükselmeye başlamıştı biz yola çıktığımızda. Gün doğmadan değil belki ama vakit, yolları kendine çağıran bir öğle vaktine yakındı. Yola çıkmak, bazen geçmişe yaklaşmaktır. Kalbimizde bir heyecan, çantamızda not defterleri, gözümüzde Anadolu’nun gerçek çehresiyle karşılaşacak olmanın yeni bir heyecanı daha. Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin “Yazılacak Çok Şeyimiz Var” başlıklı yolculuğunun yirmi dördüncüsü için yola çıkan otobüs, otuz kişilik bir yazar kafilesine ev sahipliği yapıyordu. Otobüsümüzdeki muhabbet, sadece bir yolculuğun değil, bir dostluğun, bir kültürün, bir hafızanın da izini sürüyordu. Şiir okuyanlar, kısa denemeler paylaşanlar, içli bir sessizliğe bürünenler, paylaşılan her cümle, otobüsün içinde konuşulan her fıkra, her anekdot; bir düşünce, bir tebessüm, bir hatıra halkasına dönüşüyordu. İlk durağımız Aksaray’dı. Ulu Camii’nin Selçuklu’yu bize aktaran taş sütunları arasında cuma namazımızı eda ettik. Namaz çıkışı Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün aşuresi cemaate ve bize pek makbul bir ikram oldu. Belki de bu aşure, bu yolculuğun lezzetinin bir habercisiydi. Yanısıra bir lokma tatlısı, bir dua bin teşekkürle yeniden yola revan olduk. Kayseri’nin göğünü arkada bırakıp Sivas’a doğru uzanan yollar, akşam serinliğine varırken bizi Sivas’a ulaştırdı. Otelin terasında gün batımı silüetini kol kola giren Akdağlar, Karababa ve İncebel Dağları üzerinden seyre dalınca bu yolculuğun yalnız mekânlara değil, tarihe, manaya ve gönüle yapılmakta olduğunu hissediyorduk. Sivas’ta ilk günün akşamı birkaç arkadaş çarşıya inelim dedik , burada bizi karşılayan ilk şey , yaz sıcağıyla karışmış eski bir serinlikti. Sanki zaman burada biraz yavaş akıyor, taş binalar susuyor, gölgeler daha koyu düşüyordu. Yolun bizi getirdiği ilk yerlerden biri, adı kendi kadar hikâyeli bir mekândı: Çerkes’in Kahvesi. Bu kahve, sadece çay, kahve içilen bir yer değildi. Adeta bir hafıza durağıydı. Eski sedirleri, duvarlardaki sararmış fotoğrafları, yıllanmış ahşap dokusu ve içeriye sinmiş sohbet kokusuyla bir tarih belgeseli gibiydi. Kahvenin yaşlı müdavimleri, biz Konya’dan gelen yazarları büyük bir içtenlikle karşıladı. Orada içtiğimiz çayın kıvamında, yalnızca dem değil; hatıra, gelenek ve yazarlarla birlikte Anadolu nezaketi, enginliği ve de hoşgörüsü vardı. Ertesi sabah, Sivas Valiliği’nin hemen altındaki Kent Müzesi’nde açtık gözümüzü şehrin geçmişine. Mahallî değerler, unutulmaya yüz tutmuş meslekler, Sivas’a dair simgeler ahenkli bir dizilimle çıkıyordu karşımıza. Bu müze, şehrin yalnızca geçmişine değil, yaşatılan folklorik (az da olsa) değerlerine açılan bir pencere gibiydi. Burası, şehrin kültürel dokusunun özenle korunan bir hafızasıydı. Ancak Sivas gezimizin gerçek anlamı, yalnızca geçmişin tek bir dönemini değil, zamanın farklı katmanlarını bir arada yaşamakta olduğunu bilmekten geçiyordu. Bu yaşanılmışlıklara Kent Müzesi ismi sanki sentetik kaçıyor Şehir Müzesi denilse daha mı uyumlu olurdu acaba diye içimden geçirerek müze turunu tamamlayıp ekiple bir sonraki durağımıza doğru yola koyulduk. Sivas Kongresi’nin de yapıldığı son dönem Osmanlı mimarisi ile yapılmış bir okula geçtik. Millî Mücadele’nin harcının karıldığı, Anadolu’da milletin kararlı duruşunu sergilediği o tarihi mekânda olmak, sadece bir ziyaret değil, adeta bir yeniden dirilişe şahitlikti. Vatanın kaderine dair söylenmiş o ilk sözleri, o suskun ama kararlı salonun duvarlarında yankılandığını hissettik. Milli Mücadelenin mihenk taşı Sivas kongresinin yapıldığı binanın karşısında meydanın hemen köşesinde Osmanlı dönemi bir cami yer alıyordu. Meydan Camisi, 1564 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın vezirlerinden Sivas asıllı Koca Hasan Paşa tarafından kesme taştan yaptırılmış olan, Osmanlı’nın mirasının taşıyıcısı, Anadolu’nun tarih sahnesindeki önemli bir döneminin şahidi gibi duran küçük şirin estetik bir camii. Oradan otuz - kırk adımda ulaştığımız Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus’un yaptırdığı Darüşşifası ve türbesi, zamanın içinde bir köprü gibi tarihi geçmişe sorulacak sorularla orada bizi bekliyordu. Sultan’ın manevi huzurunda durduğumuzda, “Bu cihanı ki terk edüp gittik, Rencini dilde berk edüp gittik, Şimden sonra nevbet erdi size, Nitekim evvel ermişti bize” mezar başı şiiri bizi anlık rabıtayı mevt haline bürümeye yetti. Yanı başındaki handa Selçuklu medeniyetinin asaletini, Anadolu’nun bin yıllık tarihsel derinliğini bir kısım tarihçi dostla, çay sohbetinin keyfine ekledik. Bu tarihi derin sohbet bizi çok daha eski zamanlara, Anadolu’nun ilk çağlarına kadar götürdü. Hititlerin gölgesine, Anadolu’nun kadim kültürlerine uzanarak, uzunca tarihe kısa giriş çıkışlar arasındaki yolculuk arkeoloji müzesine kadar sürdü. Sivas, bizler için sadece bir şehir değil, geçmişten geleceğe bir nefes, bir süreklilik, bir zaman tünelinde yolculuktu artık. Sivas Arkeoloji Müzesi’nde her vitrin, her parça, her obje, kalıntı ve buluntu bizi zamanın derinliklerine çağırıyor; Hasan Bahar hoca rehberin yanında zaman zaman kendini zor tutuyor, Anadolu’nun kadim kimliğini hatırlatan ve bu toprakların yalnızca bugünün değil binlerce yılın mirası olduğunu söyleyen rehber bilineni yineliyor. Tarihsel süreçte şu da görülüyor ki Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet’in , aynı millet ve medeniyetin uzantısı olarak kabul edildiğinde tarihsel anlamda uzunca bir mefkureden bahsedilebilir. Millet Bahçesi’nin içindeki Âşık Veysel Müzesi ise sazın söze, sözün yüreğe dönüştüğü bir başka menzildi. Sivri Alan’a gitmesek de Veysel’in izine burada rastladık. Bastonunun gölgesinde halkın diline düşen o derin mısralar vardı. Kendi toprağını işleyen, kaderiyle barışık ama başı dimdik bir bilgenin gözleriyle baktık dünyaya orada. “Ben gidersem sazım sen kal dünyada…” diyordu ya hani, işte tam da öyleydi. Bir köşede Veysel sazıyla bize günceli söylüyordu sanki:
“Allah birdir Peygamber Hak,Rabbül alemindir mutlak,Senlik benlik nedir bırak,Söyleyim geldi sırası.
Kürt’ü Türk’ü ve Çerkes’iHep Adem’in oǧlu kızıBeraberce şehit gaziYanlış var mı ve neresi?”
Sivas şehir merkezinde Selçuklu izlerinin gölgesinde başlayan yürüyüşümüz, bir tarih atlası içinde sayfa çevirir gibiydi. Taşın sabrıyla yoğrulmuş, zamanın rüzgârında eğilip bükülmeden dimdik duran yapılar karşısında hayranlıkla ve sessizce durduk. Her biri, medeniyetimizin farklı bir nefesi, her abidevi yapı inancın ,aşkın mimariye yansımasıydı. Şifahiye Medresesi’ne geçtiğimizde taşın yalnızca yapıya değil, şifaya da dönüştüğünü ve içtiğimiz çaya sirayet ettiğini duyumsadık . Avlusundaki su sesinin şifahanenin köşelerinde hissettik. Buruciye Medresesi… Bilginin, ilmin, düşüncenin mekânı. Yanı başında Gök Medrese ise göğe yükselen mavi çinileriyle adını hak eden bir güzellikti. Her taşında, her kemerinde yalnızca mimarî değil, bir medeniyetin estetik anlayışı vardı. Bugünün kısa ömürlü betonarme yapıları yine çok uzun süreli olamayan çelik konstrüksiyon yapıları düşününce ecdadın eserlerine saygımız kat kat artıyor. Subaşı Hanı ve Behrampaşa Hanı da yolumuzu kesti. Bu hanlar, yalnızca tüccarların konakladığı yerler değil, geçmişin ekonomik ve sosyal damarlarıydı. Bugün de yaklaşık aynı işlevi görüyor, fakat hanlar nefessiz kalmış, çok fazla malzemeyle tıkış tıkış olmuş, hele o valiz satan dükkanların hali neydi öyle… Şemsettin Sivasi Türbesi’ne ulaştığımızda, restorasyon nedeniyle içeriye giremedik ancak dışından ona saygıyla baktık; manevi atmosferi yüreğimizde hissettik. Hikmet sahibi bir dilin, gönül ehli bir zatın zihnen huzurundaydık. Sözle suskunluk arasında ince bir çizgide yürür gibiydik. Fatihalar, Yasinler yaşayanlara, hakk’ın rızasıda önden gidenlere olsun. Bu ziyaretler sırasında bizler yalnızca bakmadık; hissettik, düşündük, yazdık, fotoğrafladık. Yazarlar ve fotoğraf sanatçılarından oluşan heyetimiz, tarihî ve kültürel dokularıyla öne çıkan Sivas’ta geçmişin izlerini sürerken, sanat ve edebiyatla yoğrulmuş bir iç yolculuk da gerçekleştirdi. Sivas ziyaretimizin son durağı, adeta zamanın sabrına ve tevazusuna gömülmüş, çukurda yer alan kadim Ulu Cami oldu. Şehrin kalabalık dokusu içinde biraz geri planda, biraz sessiz ama vakur biçimde ayakta duran bu tarihî yapı, sanki çağlara “ben buradayım” diye fısıldıyordu. Caminin taş mihrapları, sade kubbeleri ve geniş iç hacmi, hem Selçuklu zarafetini hem de Anadolu’nun yüzyıllar boyu süren ibadet tevazusunu taşıyordu. Burada buluşmak, orada yürümek ve o sessizliğin içinde kaybolmak, geziye anlamlı bir son nokta koydu. Ertesi sabah, artık gözlerimizde biriktirdiğimiz onca hatırayla, kalbimizde taşıdığımız izlenimlerle Divriği’ye doğru yola çıktık. Sivas’tan, taşın ve kelâmın birlikte nefes aldığı bu kadim şehirden ayrılırken, medeniyetimizin ayak izlerini taşıyan tek şeritli, dar, kıvrımlı yollardan geçip, eskimeyen yeni bir tarihi heyecan noktasına, yıllardır beklenilene, yeni bir zaman tüneline giriyorduk. Sivas’tan ayrılıp Divriği yollarına düşerken, içimizde neyle karşılaşacağımıza dair hem bilgi vardı hem de merak. Ama Divriği Ulu caminin ihtişamı bizim önünde hayretle kalakalmamıza ve bir müddet suskunluğumuza evrildi. Sadece taş değil, dil de susuyordu. Çünkü Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası sadece bir mimari yapı değil, bir inancın ve aşkın taşa kazınmış tecellisiydi. Taşın can bulduğu, duanın desen olduğu, estetiğin şifaya dönüştüğü bir mekândı burası. Her kıvrımda, her motifte, her ayette, ustanın her gölgesinde kendimizi vecd halinde bulduk. Divriğili Rehber Mustafa Yıldırım her bir taç kapıyı, taş işlemeyi, süslemeyi anlatırken, zaman zaman bir detay güzelliğe söz gelince heyetin hayretini de görünce içinden kopup gelen o kelimeyle yüce yaratıcıya bağlılığını ve O’nun tek koruyuculuğunu dile getiren mükemmel repliği söyleyiveriyordu: “Maşallah söyle!” Biz de onun her detaylı heyecan uyandıran ifadesine yürekten “Maşallah söyledik”. Bu mübarek ve muhteşem yapıyı ancak maşallah diyerek yüceliğini ve eserin mimarını da yaratan yüce Rabbimizin koruyabilecek olmasına sığındık: çünkü başka sözle bu kadar net ifade edilemezdi bu güzellik abidesi. Modern seyir terasına gidemedik ama Divriği Kalesi’ne muhayyelen çıktık. Ruhu yükseklerde bir şehrin gölgesinde durduk. Divriği’nin dar sokaklarında, geçmişe açılan taş konakların önünden geçtik. Yol kenarındaki dutlardan yedik. Ecdadı ve belde sakinlerini hayırla, dua ile andık. Sessizce bir meyveye uzanmak gibi nice güzelliğe dokunduk. Ve Divriği ile özdeşleşen ikinci bir konu vardı gündemimizde, Nuri Demirağ. Nuri Demirağ’ın ailesine ait eklemeli koca konağa uzun bir yürüyüşle ulaştık. Şimdi müze olmuştu. Avlusunda çay, su içtik. Demirağ’ı daha önce vatanperver bir isim olarak bilen bizler, onun konağında milletine adanmış hayat mücadelesiyle detaylıca tanışmış olduk . Bu toprakları demirağlarla ören, uçak fabrikası kuran, milli sanayi rüyasını gerçekleştirmek isteyen bir idealistin hikâyesinin hüznüyle buluştuk . Bu ülke, kimi zaman en çok kıymet vermesi gerekenleri yalnız bırakan bir ülke haline dönüşebiliyordu. Divriği’den bir halk sözüyle uğurlandık: “Yol gözüyle bakarsan uzak, gönül gözüyle bakarsan Divriği yakındır.” Şimdi biz, o gönül gözüyle bakıyoruz bu şehre. Ve biliyoruz: Bir gün değil, bir ömür de bir çok kez dönülür bu diyara. Çünkü her insanın kalbinde, yeniden uğraması gereken bir Divriği vardır. Divriği’den dönerken, yorgun değil ama düşünceliydik. Her taş bir kelime olmuştu. Her motif bir dua… Her avlu, içinde oturulacak bir cümle gibi kalmıştı aklımızda. Dut tadı damakta, rehberin “Maşallah söyle”si kulakta, Veysel’in yanık sesi yürekteydi. Belki yeniden geliriz buralara. Kim bilir, belki “Divriği’nin dar yolları” bizi yine çağırır. Sivas’a bir kitap yazılabilirdi, biz yalnızca birkaç sayfasını yazıyoruz. Yine de yazdığımız kelamın Mengücek Beyliği döneminde Ulu Camiiyi inşa ettiren Süleyman Şah oğlu Ahmet Şaha, Darüşşifasını yanına eklettiren eşi Melike Turan Melek’e ve Anadolumuzda dünden bugüne yüzük taşı gibi ayakta duran bu harikulade eserin baş mimarı Ahlatlı Hürrem Şah'a bir şükran takdimi ve yürekten selamlama olması temennisi ile...
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.