Türkistan’da Türk düşüncesinin izlerini sürerken 4
Özbekistan gezimizde, Taşkent’e ayırdığımız üç gün dolu dolu geçti başkanım. Taşkent’le ilgili size yazdığım üç mektup, elbette bu kentin sosyolojisini ve hatırlattıklarını anlatmaya yetmez. Bunun farkındayım. Ancak gezi programımız gereği, Taşkent’ten Semerkant’a geçmek durumundayız. Taşkent’ten Semerkant’a akşam saatlerinde bir Doğu Express treni ile yolculuk yaptık. Bizi trene Taşkent’ten değerli kardeşim Özbek Türkü Resul Hocajev bindirdi.
Yolculuğumuz, akşam olduğu için etrafı seyretme imkanımız yoktu. Trenin içi çok sıcaktı. Hamam gibiydi. Trenin Sovyetler Birliği döneminden kaldığı belliydi. Bu yolculuk nasıl geçecek diye düşünmeye başladım ki, bir anda aklıma Türk dünyasının büyük yazarlarından Cengiz Aytmatov geldi. Babası Törekul Aytmatov, Sovyetler Birliği’nde başına gelecekleri tahmin ettiği için, hanımını ve çocuklarını bir trene bindirip köylerine göndermişti.
Tren yolculuğu henüz çocuk yaşta olan Cengiz Aytmatov için ilk trajediydi. O günü şöyle anlatıyor Cengiz Aytmatov: "Henüz 6 aylık olan küçük Rosa ile birlikte 4 kardeştik. Babam Kazan garına götürmüştü bizi. Tren oradaydı. Kapıları açıktı. Vagonun biri bize rezerve edilmiş bölümlerden oluşuyordu. Altlı üstlü ranzalar vardı. Babam bunlardan ikisine bizi yerleştirdi. Ve vedalaştı. Annemin nasıl ağladığını ve babamın kendisine nasıl güçlükle hakim olabildiğini görüyordum. (…) Bu arada tren hareket etti ve yürümeye başladı. Babam uzun müddet, gücünün yettiği kadar pencerenin yanı sıra koştu, bize el salladı, salladı… Ben ranzanın üst tarafındaydım, her şeyi anlamıştım, en azından hissetmiştim birbirimizi bir daha asla göremeyecektik…"
Başkanım, ben bunları düşünürken tren çoktan hareket etmişti. Trenin sıcaklığını artık hissetmiyordum bile. Hızlı bir şekilde kendimi topladım. Hemen bilgisayarımı açtım ve Ekim ayında İstanbul’da yapılacak uluslararası bir kongrede sunacağım konuşma metni üzerinde son çalışmamı yaptım. Üzerinde çalıştığım konuya o kadar odaklanmıştım ki, vakit nasıl geçti anlayamadım. Öyle ki, Özbek çocukların yolculuk boyunca tren kompartımanında çıkardıkları sesler ve trenin gürültüsü çalışmamı engelleyemedi. Okumaktan ve yazmaktan gözlerim yorulmuştu. Yazıları çifte görmeye başlamıştım.
Çalışmaya ara verdim. Pencereden dışarıyı seyretmeye başladım. Dışarıda her hangi bir şey göremediğim halde, yıllar önce Anadolu’dan Türkistan’a gelen “Beş Türk”ün bazen at sırtında, bazen eşekle, bazense yaya olarak bu toprakları karış karış dolaştıkları ve Ruslara, İngilizlere, Çinlilere karşı verdikleri mücadeleyi düşündüm.
Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Teşkilat-ı Mahsusa (Enver Paşa) tarafından görevlendirilen Adil Hikmet Bey, Emrullah Barkan, Kırımlı Hüseyin Bey, İbrahim Haklıer ve Kuşcubaşı Selim Sami Bey, Hindistan üzerinden Doğu Türkistan’a ulaşırlar.
Her biri Teşkilat’ın en önemli ve yetişmiş simalarından olan bu beş gönüllünün Asya’da görevleri, Türkistan Türklerinin milli duygularını harekete geçirecek her türlü faaliyeti organize etmektir.
Türk istihbarat görevlisi çılgın 5 Türk tam altı yıl Özbekistan, Hindistan, Pakistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan, Afganistan, Moğolistan, Çin ve Rusya topraklarında yani Türkistan’da olağanüstü başarılara imza atarlar. Esir düşerler.
Ruslar 5 Türk’ün idam edilmesi kararı alarak onları Taşkent’e götürürler. Bu kararı duyan Uygur Türkleri ayaklanırlar. Aynı anda Özbekler ve Kırgızlar da, Rusya yönetimini sert bir şekilde uyarırlar. Bunun üzerine Rusya idamdan vazgeçer ve 5 Türk’ü Kazakistan’a sürgüne gönderir. Bir yıl sonra firar eden 5 Türk Kırgız askerlerden oluşan bir ordunun başına geçerek tarihte “Yedisu isyanı” olarak geçen savaşlarda Rusları ağır hezimetlere uğratırlar.
İşte Türkistan’da 5 Türk’ün vermiş olduğu mücadele gün be gün grubun lideri olan Adil Hikmet Bey tarafından yazıya dökülür. Günlükler, “Asya’da Beş Türk” adıyla 1997 yılında Ötüken Yayınlarında kitap olarak yayınlandı.
Türkistan’da tarifi mümkün olmayan galibiyetlere imza atmış bu 5 Türk, anavatanlarına dönünce kara listeye alındıklarını, hepsinin hazin bir sonla genç yaşta ortadan kaldırıldıklarını düşünürken, görevlinin ‘Semerkant yolcuları kalmasın’ çağrısını duyarak kendime geldim başkanım.
Semerkant’a ulaştığımızda saat 23.45’ti. Hava, gündüzün kavurucu sıcağına inat serindi. Tren istasyonu hareketliydi. Valizlerimizi aldık milletin yürüdüğü yöne doğru ilerledik. Çıkışta, yolcularını bekleyenleri yararak ilerledik.
Gecenin o karanlığında, adımı yüksek sesle söyleyen, sonradan adının Timur olduğunu öğrendiğim bir Özbek ve arkadaşı tarafından karşılandık. Birbirimizi daha önce hiç görmediğimiz halde, aramızda hemen bir muhabbet oluşuverdi. Sonradan öğreniyorum ki, Timur’u Taşkent’ten dostumuz ve Amsterdam’dan bir arkadaşımızın damadı Uygur Türkü Yakup ayarlamıştı.
Semerkant’taki bu karşılama bana gençlik yıllarımda okuduğum Enver Altaylı’nın “Esir Türk Ellerinde Doksan Gün” kitabını hatırlattı. Kitapta yazar, o zor günlerde Türk illerinin her kentindeki tren istasyonunda, o yöreden bir Türk tarafından karşılanıyordu.
Timur’un bizi o saatte Semerkant tren istasyonunda karşılaması, gençlik yıllarında hayallerimizi süsleyen bu tür gizemli işleri hatırlattı bir an.
Yarın, Emir Timur’dan İmam Maturidi’ye uzanan ziyaretlerimi yazacağım başkanım.
Veyis Güngör, 6 eylül 2025