AHMET KÖSEOĞLU

AHMET KÖSEOĞLU

BÜYÜKSİNAN UZAK DEĞİL

A+A-

Ne görsem, ötesinde hasret çektiğim diyar;

Kavuşmak nasıl olmaz, mademki ayrılık var.

Necip Fazıl

Bir Afrika atasözünde, "Uzak, değer verdiğin bir şeyin olmadığı yerdir" denir. Hayatımın ilk yirmi beş yılını mütevazı bir şekilde geçirdiğim Büyüksinan / Araplar Mahallesi bana hiç uzak olmadı, hep ısıttı beni. İlkokul yılları mahalleyi tanımaya, gözlemlemeye başladığımız; puştalarına saklanıp mezarlığından sarı güller topladığımız, Kavakaltındaki Cıngırıklı Kuyu'dan atını sulayan at arabacının arabasının arka alt selesine sinerek bindiğimiz, binemeyenin de hasedinden, "Amca, arkaya kamçı!" diyerek bizi müzevirlediği ve kafamıza gelen kamçı ile doğruca üzüm bağlarına ya da Ali Ağanın bahçesine kaçtığımız günler neden "uzak" olsun ki...

Belleğimde yer eden taptaze, sımsıcak, capcanlı o yılları şöyle bir hatırladığımda ruhumun ve bedenimin ağustos sıcağında soğuk suya girmiş gibi serinlediğini; ama üşümediğini hissediyorum. Bu tarz "nostaljik" yazılarda yaşadığımızı değil de hatırladıklarımızı yazıp hoş sâdâya bir kâse güzel anı taşımaktan daha ötesi beklenmemeli diyorum. Hayatının ilk yirmi yılını romanlaştıran ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez, Anlatmak İçin Yaşamak adlı eserinde, "İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır" diyerek yaşadığını değil de hatırladıklarını anlatmıyor muydu...

Triportör Ve At Arabası

Bugün on dört kişiden fazla yolcu almayan -trafik mecburiyetiyle- dolmuş minibüslerin genç şoförlerinin, yirmi yıl önceleri yine on dört kişiye kadar yolcunun bindiği -ayaktakilerle- Arçelik marka, üç tekerlekli -triportör- dolmuşların geçmişinden haberdar olduklarını sanmıyorum. Tosba Taksi'nin -Wolkswagen- biraz büyüğü gibi olan, üstten uğur böceğini de andıran motosiklet direksiyonlu, simit değil, esasında yazın yakıp kışın donduran; ama yazın kapı pencere açıp doğal yolla serinletilen, kışın da yolcuların nefesiyle ısınan -şoför piknik tüple ısınır- bu küçük, şirin dolmuştan mahallemiz müdavimleri pek de memnundular. Fenni Fırın / Araplar hattı dolmuşunu bekleyip işe gideceklerinde yahut eve dönüşlerde pek kasıntılı olurlardı. Aheste yürüyüşleriyle de dolmuştan indikleri her hâllerinden belli olurdu.

At arabası ile yapılan dolmuşçuluğun tarihe karışacağını, mahalle toplu taşımacılığında -özel- triportörlerin milât olacağını at arabası sürücüleri pek akıl edemiyordu. Çünkü benzin, yedek parça vesaire... O masraflı bir makine idi.

At arabası ile dolmuşçuluğu hayal meyal hatırlıyorum. At arabaları dolmuşçuluktan yük taşıyıcılığına geçti. Bir müddet sonra o da zorunlu olarak bitti. Şehir içi trafiğine girmelerinin yasaklanması onların hazin sonlarının başlangıcıydı. Şimdilerde ise triportörlerin daha küçük kasalı ve iptidaisi yük taşımacılığı yapmaya çalışıyor. Nedense onların da şehir içi trafiğiyle sorunları var. At arabalarının dramatik sonuyla triportörlerinki örtüşüyor. Ee, ne demişler, çalma kapıyı çalarlar kapını...

O günlerin trafiği araç gürültüleri, egzoz gazları, korna seslerinden ziyade, bisiklet zili, at nalının ritmik şakırtısı ve arabanın tempolu takırtısıydı...

Akşam eve dönüşte atın boş olan arabasını öyle bir çekişi vardı ki toynağının ahengini, nal sesinin ritmini, hülasa atın hâlini görmeye değerdi. Arabacı atını Cıngırıklı Kuyu'dan ıslık çalarak sulayıp, yemciden atın arpasını da alarak yola revan oldu mu, at kuyruğunu hafifçe kaldırır, ben geliyorum dercesine tempolu koşar, arabacı ya bir türkü tutturur ya da bir keyif sigarası tüttürürdü. Keyfi beyde görülmeyen arabacı mahalleliyi kamçılı eliyle selâmlayarak günlük rızkını çıkarmanın mutluluğuyla huzur  yuvası na kavuşurdu.

Deli Bekçi Ve Kuşçu Ali

Köprübaşı Karakolu bekçisi Alaaddin, nâm-ı diğer Deli Bekçi, iş çıkışında mahalledeki Hacı Bakkal'ın önüne gelip de düdüğünü uzun uzun iki kere öttürdü mü bütün çocuklar asfalt yolun kenarındaki kaldırım taşına tek sıra dizilip oturur ve beklemeye başlarlardı. Biraz irice iki oğlan çocuğu Deli Bekçi'nin yanında durur, biri biraz ürkek bir sesle, "Bağırttırayım mı?" diye sorar. Ceberut görünüşlü, katı duruşunun ardında ince bir ruhu olan Deli Bekçi, kafasını tamam anlamında sallayarak başlama iznini verir. İki çocuk ağız birliği yapmışçasına, "Deli bekçi! Pis bekçi! Mundar bekçi!" diye bağırarak oturan çocuklara ayak -yol- verirler ve onlar da yüksek sesle üç defa bağırırlar. Görevli iki çocuk arkaya döner, ikinci slogan için hazır olduklarını gösterirler, yine kafa işaretiyle izni alıp bir ağızdan, "Allah, Deli Bekçi'ye akıl versin!" diye bağırıp çocukların da üç defa tekrarlamasını sağlarlar. Bu usulle üçüncü sloganı da, "Allah'ım, Deli Bekçi'yi affet!" diyerek tamamlayan çocuklarının duaları semaya yükselir. Deli Bekçi bakkala seslenir, "Hacı! Tart getir oradan bütün şeftalileri!"

İki görevli çocuk, şeftali kasalarını getirirken olgun / iri şeftalilerden paylarına düşeni gözüyle kestirip dağıtımda elleriyle gölgelerler ve bütün çocuklara birer birer şeftalileri dağıtırlar. 

Bu rituel yıllarca, bahar ve yaz günleri ikindi namazını takiben hep devam edegeldi. Bakkalda çocukların severek yiyebileceği ne varsa alınıp dağıtıldı...

Mahallenin tek, heybetli, haşmetli bekçisi Alaaddin Beyi, komşuları ve ailesinin anlayamamasına anlam veremiyordum; ama çocukların bekçiyi, bekçinin de çocukları anladığını anlamıştım o zaman. Allah rahmet eylesin rindî bekçi... Veren el olmanın, nefsi ayaklar altına almanın, abd-i acizliğin mahalledeki sembolüydü Deli Bekçi.

Konya'mızda her mahallenin delisi, velisi, topçusu, kuşçusu vardır. Ama Araplar Mahallesi'nin kuşçusuyla topçusu (futbolcu) meşhur olurdu. Birçok kaliteli topçu mahalle aralarında gençliğini tüketirken şansı yaver giden çok azı da İdmanyurdu, Gençlerbirliği ve Konyaspor'da top koşturma mutluluğuna erişmişti.

Kuşçuluğun takımı ve ligi yoktu. Zaten olsa da Kuşçu Ali ligler üstü idi. Konya'da tektendi. İki yüzün üzerinde oyunlu, taklambaç kuşu olan Ali, ay geçmezdi ki kolunu, ayağını kırmasın. Yolda yürürken, damlarda kuş uçururken sürekli havaya bakan Kuşçu Ali'nin kırılan kolu, çıkan ayağının ilâcı Kırıkçı Hasan Ağa idi. Kuşçu Ali'nin pazar günleri gösteri uçuşu yaptırıp, bir yandan kuşları gözüyle takip ederken öte yandan Elifli, Mardinli, Limonlu, Zitkara, ak, önden perçinli, arkadan perçinli gibi, adlarıyla tanıtıp tüm özelliklerini, marifetlerini ve yalnızca kendinde bulunduğunu ballandıra ballandıra, övünerek, şişinerek anlatışından onlarca gencin kuşçuluğa merak sardığını biliyorum.

Ev Ve Hayat

Büyüksinan Mahallesi şehir merkezinden biraz dışarıda -şimdilerde tam ortada- olması köy ile şehir hayatı arasında bir yerde durmasını da kaçınılmaz kılıyordu. Mahalle sakinlerinin büyük bir kısmının yakın civar köylerle bağlantısı vardı. Zaten köyden şehre gelenler, şehrin köylerine giden yolun başlangıcı civarına yerleşiyorlardı. Mahallelerde kendi köylerini yeniden oluşturuyorlardı da diyebiliriz.

Birkaç tane iki katlı evin bulunduğu mahallemizde tek katlı bahçeli evler çoğunlukta olup örtmesi, ahırı, yakacaklığı, tandırı hayatın -bahçenin- olmazsa olmaz küçük yapılarıydı. Ata erkil ailenin ihtiyacını karşılaması amacıyla her ahırda bir iki inek, sekiz on tavuk bulunur, bazen mevsimlik olarak etlik ya da kurbanlık koyun da beslenirdi.

Mahalleli sabahları, sığır sürüsünün İsmet Paşa İlkokulu civarından başlayıp toplanarak geldiğini, çobanın kendine has üslûbuyla bağırıp çağırışından anlar, kapılar gıcırdayarak birer birer açılır ve inekler sürüye dahil olur. Aslım mevkiine (şimdi sanayi siteleri ve toplu konutlar mevcut) doğru gider, yayılır ve akşam ezanı öncesinde aynı güzergâhtan geri döner. Merada yayılıp dönen sürünün her bir uysal ineği evine yaklaştığında sürüden ayrılır, kapıya geldiğinde bir defa böğürür ve kapının açılmasını bekler. Baharın sürüye katılan inekler güzün sonuna kadar devamlı bu şekilde meraya gider gelir. Evin kadını işliğini giyer, ineğiyle hasbıhâl eder, onu sevip sırtını sıvazlar ve besmeleyi çekip sütünü sağmaya başlar. Her evde bulunan kollu süt makinesiyle süt çekilip kaymağı ayrılır. Artık yapılsın yoğurtlar, yağlar, peynirler, sütlüler...

Yoğurdun çalacağı, peynirin mayası, sütlünün pirinci evde kalmamışsa komşudan istenir, gelen tabak boş gönderilmez, ertesi gün sabah namazını müteakiben yapılan tandır ekmeği, yanında peynirli tandır böreği, sütlü yahut peynir gönderilir. Kaldı ki boş tabağı doldurmanın yanında tandırdan çıkan sıcak ekmekten, "Kokar, günah olur, canı çeker" denerek sokaktaki tüm komşulara ekmek dağıtıldığını çok iyi hatırlıyorum.

İyiliğin, yardımlaşmanın, hesapsızca sevginin zirvede olduğu abartısız, reklâmsız, israfsız o güzelim tarz-ı hayatın o güzel günleri, teknoloji ve modernitenin çağdaş köleleri olan bizlerin, bu güzellikleri hasretle andığımızı, bunun eksikliğini her gün, her an hissettiğimizi söylememize gerek var mı?

Apartmanımızın, mahallemizin bize uzak kalmasının nedenleri günümüzdeki sentetik ilişkiler, menfaatçilik, hızlı ve israflı yaşam değil midir?

Yapay sitelerde geçirdiğimiz yılları şöyle bir göz önüne getirelim. Değer verdiklerimizden ne kaldı geriye? Değerlerimizin azalmaması, mahallemizin bize uzak olmaması için vakit geçirmeden çağdaş mekân ve modern enstrümanlarla değerlerimize koşalım, değerlerimize değer katalım, hayatı anlamlı kılalım.

Kaynak:Şehir ve Kültür dergisi kasım sayısı

 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.