DEPREM: BAĞIRA ÇAĞIRA GELEN FELÂKET

DEPREM: BAĞIRA ÇAĞIRA GELEN FELÂKET

Belediyeyi yönetecek olanların, bu işin ilmini yapan ciddibir okulda eğitilmesi şarttır. Bu eğitimi olmayanlara adaylıkkapısını kapatmak gerekir. Çünkü bunun zararı sadece zamankaybı değildir. Şehir ve onun geleceği tahribat görür. -Dr. Kâmil UĞURLU

A+A-

Türkiye, Ağustos 1999 büyük depremini yaşadıktan sonra, (depremin hemen akabinde -belki 2 veya 3 hafta sonra-) İngiliz BBC televizyonu Türkiye’deki şubesine bir talimat verdi. Deprem bölgesinde bir beldede, olağanüstü bir hâlin zuhur ettiğini, bunun araştırılıp hemen bildirilmesini istedi. Sarsıntının tamamen hissedilmesine rağmen burada herhangi bir hasarın meydana gelmediğini istihbar ettiklerini, meselenin esasının araştırılmasını ve sonuçların ivedi bildirilmesini istediler. BBC ekibi, sözü edilen beldenin Dilovası’ndaki Tavşancıl kasabasının olduğunu tespit etti ve hızla harekete geçti. Gitmeden, beldenin belediye başkanını arayıp, bir ön soruşturma yapmak ve görüşme isteklerini bildirmek istediler. Belediye başkanını telefonla aradılar. Başkanın makamında (hoş bir tevâfuk) Kocaeli Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği bölümü hocalarından biri vardı (Prof. Dr. Uğur Kaynak). Konuşmaya o da şâhit oldu. Konuşma şu şekilde cereyan etti:

“Başkanım, kaç kaybınız var?”

-“Kaybımız yok.”

- “Yaralılar?”

-“Yaralımız da yok.”

- “Peki, hasar durumu nedir?

Ağır hasarlı kaç bina var?”

-“Ağır hasarlı bir bina yok.”

- “Orta hasarlı?”

- “Orta hasarlı da yok.”

-“Hafif hasarlı mı binalar daha ziyâde?”

- “Hayır, hafif hasarlı bina da yok.”

- “Biz yanlış yeri mi aradık? Siz Kütahya’daki Tavşanlı mısınız?”

- “Hayır, Dilovası’ndaki Tavşancıl’ız”.

Heyet, ekipmanlarıyla bu beldeye hareket etti ve anlatılanların doğruluğunu çekip Londra’ya yolladı…Fay hattının tam üzerinde bulunan Tavşancıl, 1987’de “Belde” oldu ve 1989’da kendisine bir belediye başkanı seçti. Salih Gün genç bir adamdı. İlk belediye başkanı olarak beldesini kucakladı. ..İlk işi, Kocaeli Üniversitesi’ne başvurup, fay hattı üzerindeki Tavşancıl’a bir imar plânı sipariş etti. Üniversite, örnek bir uygulama olarak konuya zemin etüdü ile başladı. Prof. Uğur Kaynak zemin raporunu mimarlara verdi ve buna göre yoğunluk tesbiti yapıldı. Bölgenin kritik ve çok riskli alanda olması sebebiyle, diğer parametreler buna göre tespit edildi. Plân hazırlandı. Meclis kabul etti ve başkan uygulamaya geçti. Tâvizsiz çalıştı. Plân elbette düşük yoğunlukluydu, üç kattan fazlasına izin yoktu. Evler bahçeliydi ve birbirlerine yakın değildi… Salih Gün üç dönem başkan olarak kaldı. 15 yıl içinde kendine birçok muarız, hâttâ düşman edindi. Değişik halli bir adamdı. Korkutmaya çalıştılar, olmadı. İyi tarafından gittiler, olmadı. Hısımakrabalar devreye sokuldu, yine olmadı. Bir gün babası rica etti. “Bahçe geniş” dedi. “Evin üstüne bir kat daha çıkıp, senin küçük biraderi evereceğim oraya” dedi. Reis “olmaz” dedi. Baba bir-iki ısrar etti, sonra kırıldı, vazgeçti. Ve beldeyi de terk eti, başka bir beldeye taşındı. Oğluna küstü. Meclis üyeleri başkanlarına sövdüler, saydılar, tehdit ettiler, mecliste güçlük çıkardılar. Fakat o her şeye rağmen kararında direndi. Çünkü doğrusu buydu. Tavşancıl “Deprem literatürü”ne geçti. Dünya âlem, 7,4’lük bir depremden hasarsız çıkan bu beldeyi hep konuştu. Burası deprem ulemâsına nazar boncuğu oldu. Üç dönemden sonra yeni bir Belediye Başkanı geldi. “Az katlılıktan, düşük yoğunluktan ve sıkı kontrolden” zarar ettiklerini düşünenleri, yeni başkan rahatlattı. Her şeyi serbest bıraktı. Halkın bir kısmı “”Hah şöyle canım, Gebze’de arsanın metrekaresi şu kadarken bizim burada üç paraydı, millet rahat etti. Bizim de artık onlardan farkımız kalmadı, malımız değerlendi” dediler, memnuniyet bildirdiler. Çok azı “keşke eski durum devam etseydi de canımız güvenlikte olsaydı” dediler. İnsan hayatının arsadan daha kıymetli olduğunu düşündüler. Hâdise, -Allah muhafaza etsin- başka önemli bir depreme kadar rafa kaldırıldı, unutuldu. Her şey daha önceki “hiçbir şey olmamış” haline döndü. (Bu hayırlı adam, yani Salih Gün, maalesef Covid-19 belâsıyla vefât etti.)

* * *

Belediyeciliğin akademik bir bilim şubesi olduğunu, olması gerektiğini söyleyenleri hep ayıpladılar. Söylemde ısrar edince de, “kendine pay çıkarıyor” dediler. Onlara göre Belediyeyi yönetmek kolaydı. İmarı yönetmek için şehirci veya mimar olmaya ne gerek vardı? Tutarsın bir mimar, o yönetir, sen onaylarsın. Fen işleri zaten mühendis dolu. Para konusunu da yönetenler var. Kurulu ve çalışanbir düzen varken, nesini yöneteceksin belediyenin? Sen başkan olarak onların, yani birimlerin birbirleriyle takışmasına mani ol, yeter. Bir de protokolü kolla, şehre çık ve vatandaşla kol kola birlikte olmaya çalış. Gerekirse onlarla kulüpte taş oyna, ara-sıra esnaf ziyareti yap. Onlarla çay iç. Hepsi bu…” dediler. Hepsi o değildi elbette. Bunlar mutlaka yapılmalı, fakat esas yapılması gereken işler çok daha farklıydı. İşte onlar belediyeyi Belediye, başkanı farklı başkan kılıyordu. Belediye Başkanı halkın seçtiği bir yöneticidir. O, bölgenin “babası” olarak koltuğa oturtulur ve onun partisi yoktur. Şehirdeki herkes onun ailesidir. Önce ailesini iyi okumalıdır bu baba. Oturduğu evin ve ailesi fertlerinin imkânlarını, şartlarını, zaaflarını ve güçlü taraflarını bilmelidir. Baba, nasıl ki, ailesinin yirmiotuz-kırk yılını, yani geleceğini planlamak zorundaysa, ilkokuldaki çocuğunun üniversite öğrenimini düşünmek mecburiyetindeyse, şartları ona göre hesap etmek durumundadır. Belediye Başkanı bu plânlamayı şehir ölçeğinde yapmak zorundadır. Bu plânlama işi bir bilim konusudur. İyi bir tüccar, bir avukat, bir hekim bu plânlamayı yapamaz, yapmamalıdır. İyi insan olmak, dürüst ve mesleğinde başarılı olmak konuyu halletmez. Usta bir avukatın eline neşter verilip onun ameliyat yapmasını ve bunda başarılı olmasını beklemek abesle iştigaldir. Belediyeyi yönetecek olanların, bu işin ilmini yapan ciddi bir okulda eğitilmesi şarttır. Bu eğitimi olmayanlara adaylık kapısını kapatmak gerekir. Çünkü bunun zararı sadece zaman kaybı değildir. Şehir ve onun geleceği tahribat görür. Telâfisi uzun seneler alır. Şehir önemliyse, şehrin insanları önemliyse, onların günlerini güvenli kılacak kişi de önemli olmalıdır.

* * *

Âfetler açısından İstanbul için bir durum değerlendirmesi yapılacak olursa durum iç karartıcıdır. Mevlâ saklasın, uzmanlar şiddeti yüksek bir depremin, şehrin üçte ikisini yok edeceğini düşünüyorlar. Aslında, bu görünen ve “geliyorum” diyen felâketin zararlarını azaltmak, asgariye çekmek için hükümet cesur bir yol buldu. “Kentsel Dönüşüm” adıyla bir fırsat sundu. Fakat yazık ki, teoride gerçekten çâre olabilecek bu program, hızla mecrasından saptırıldı ve vahşi bir rantiye uygulamasına çevrildi. Yine niteliksiz ellerde niteliksiz projeler ortaya çıkarıldı ve halkın iyi niyeti maalesef hebâ edildi. Devlete güveni artıracağına, mevcut olan güveni azalttı. Ve proje yürür gibi görünmesine rağmen yürümedi. Halbuki bu uygulamayla eski ve ekonomik ömrünü tamamlamış, malzemesi yorgun, zamanında yoğunluğu gereğinden fazla tutulmuş eski yapı stokları yenilenecek ve depreme dayanıklı binalar yapılacaktı. Çarpık yapılaşma ve şehirleşme kısmen de olsa düzene sokulacaktı. Yeşil alan artırılacaktı. Böyle olmadı. Yoğunluklar, aksine, artırıldı, eski kişiliksiz cepheler daha bir yozlaştı, naylonlaştı. Malzeme kontrol edilmedi. Geleceklerini rant üzerine inşâ edenler kontrol edilmedi ve durum bugünlere getirildi. “Yapı Denetim” ne kadar güzel ve mâsum bir düşünceydi, yürütülemedi. Şehir Estetik Kurulları ne güzel bir düşünceydi, o da yürütülemedi. Milli Kültür Şûrâsı toplandı. Hârika bir hareketti. İmar ve şehircilik konularında müspet düşünceler kayıtlara geçirildi. Fakat yazılarda, raporlarda kaldı o güzle düşünceler. Politika haline getirilemedi. Söz gelimi, orada, iri harflerle, altı çizile çizile üstünde durulan “Alt Yapılı, Az Yoğunluklu Arsa Sunumu” organize edilemedi. Sadece planlaması yapılacaktı uygun devlet arazilerinin, altyapısı yapılacaktı, ihtiyaç sahiplerine ücretsiz sunulacaktı. Sâdece altyapının tutarı uzun vâdelerde alınacaktı vatandaştan. Cılız ve yarı anlaşılmış haliyle, “sadre şifâ olmayacak” tarzda ortaya kondu. Yazık oldu. Bizde yasalar daima, meselenin idealize edilmiş şeklini telâffuz ederler. Fakat uygulamada ona uyulmaz. Ve takip edilmediği için de tez zamanda özelliğini kaybeder. Söylenmek istenen şudur: Deprem şakaya gelmiyor. Hafife alınmaya hiç gelmiyor. Geldiği zaman binlerce tabutla, onbinlerce aile faciasıyla, milyarlarca maliyetle geliyor ve bir şehri her şeyiyle silip süpürüyor.Bu arada İstanbul için ne yapılıyor. Herhangi bir tedbir veya “tedbir hazırlığı” var mı? Allah encamımızı hayr’eylesin.

* * *

Biz Hatay Şehrengizini hazırlamak için bu bölgede uzun süre çalıştık. Bundan bir ay önce ordaydık. Şimdi televizyonlarda gördüğümüz o yıkıntıların içindeydik. Şimdi oraları içimiz yanarak, kanayarak seyrediyoruz. O güzel insanlar için bir şey yapamamanın acısıyla kıvranıyoruz. Bize, orada çalıştığımız aylar içinde kardeşlik eden, yolumuzu aydınlatan fenerimizin ailesinden 11 canın, o enkazların altında olduğunu bilmek, görmek, bizim yüreğimizi yakan kaderimiz oldu. Kaldığımız yerlerin, kaybolduğumuz sokak ve caddelerin, sâdece abartılı felâket filmlerinde görülebilecek manzaralarını görmekle perişan olduk. Şehir ve Kültür ‘ün kapağından verilen “İçine Minareden Girilen Camiler”in nerdeyse hepsinin yıkıldığını gördük. Tarihte ilk defa aydınlatılan “Bulvar” anlayışına göre tanzim edilmiş, antika “Kurtuluş Caddesi”nin kaldırımlarına sıralanmış deprem cenazelerini görmek bizim psikolojimizi bozdu. O ünlü, çok ünlü “Uzun Çarşı”nın artık yok olduğunu biz gönlümüze sığdıramadık, onu ikna edemedik, inanamadık. Avlusuna minareden girilen yedi hârika caminin yedisi de yıkılabilir mi? Yıkılmış, Allah beterinden sakınsın. Arkadaşımız Ünal Kahraman diyor ki, “Hatay Şehrengizi”ndeki Hatay artık ve maalesef mevcut değil, o hârikulâde hoşgörülü halk, artık sâdece kederli, kayıplı, üzgün ve ürkek insanlar halinde, gölge gibi dolaşıyorlar.

* * *

Geleceği mukadder olan bir felâketin gelmesi, “kem talih” olarak kabul edilip sineye çekilmesi mümkün mü? Birinci derecede deprem bölgesi olarak tescilli olan yerlerde depreme yakalanmak sürpriz değildir. İnsanlar felâket anında haklı bir feryatfigan içinde oluyorlar. Fakat kısa zaman içinde bu durum ve tedbirler tehlikeli şekilde tamamen unutuluyor. Kanaatimize göre konuyu bu noktaya getiren sebepler şöyle olabilir: *İnkâr, kadercilik, gereksiz iyimserlik veya vurdumduymazlık, çabuk unutma, işi ciddiye almama, bir felâketle ilgili harekete geçmenin tatsızlığı, onunla yüzleşmekten kaçınma… Olabilir mi? *Yapılacak işin büyüklüğü düşünülüp, önlem almanın bir işe yaramayacağı düşüncesi mi insanları böyle ilgisiz kılan? *Gözle görülür, somut bir eylem plânının yokluğunda insanlar, birey olarak kendilerini yetersiz gördükleri için mi, bu ciddiye almamanın sebebi? *Meseleye yeterli mali kaynağın aktarılamadığını düşünüp devletin zaten bu konuyu önemsemediği düşüncesi mi? *İnsanların geleceğe dair beklentileri mi çok sınırlı? *Her şeyi devletten beklemek gibi bir kötü alışkanlığımız var, bundan mı? *Üniversitelerin ve STK’ların çabalarının cılızlığından mı? *Aslında ciddi güç olan medyanın, basının, tanıtım faaliyetlerinin, hâdise gündemden düşer-düşmez ortadan kaybolması mı?..... Belki bunların hepsi.. Özet olarak şu klişe lâfları söylemek durumundayız: Âfete dirençli olma konusunda toptan bir seferberlik yaratma mecburiyeti vardır. Bu bir değişimdir ve yönetimden başlar. Yani Belediyeden. En önemli görevidir. Kapsamlı âfet direnci ve hazırlığı ancak bilim adamları ve devlet kurumları gibi uzmanların bu konuyu etik değerler, ilkeler doğrultusunda ele almalarıyla sağlanabilir. Denilir ki, âfete dirençli olmak ve kendini güvende hissetmek bir vatandaşlık hakkıdır. Devletin bunu sağlaması zorunludur. Bu, işbirliğiyle sağlanabilecek bir konudur. AFAD, Kızılay veya başka birkaç kurumun kişisel çabalarıyla sağlanabilecek bir durum değildir. Ne pahasına olursa olsun halkın, insanların bu çabaya ortak edilmesi şarttır. Bu da çok ciddi bir program, çaba ve bütçe gerektirir. Devletimiz gerçekten büyüktür ve bütün bu şartları sağlayabilecek güçtedir. Sadece işi ciddi tutmak ve takip etmek gerekir. Bu davranış, halkın devlete güvenini de artıracaktır. Halkla birlikte çıkılmayan yolun menzili uzaktır ve sonu yoktur, vesselâm...

adsiz-001.png

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.