Devletin memuru dayak atardı!

Devletin memuru dayak atardı!

Halk Edebiyatçısı, yazar şair İsmail Detseli ile Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanan ibretlik olayları anlattı. “Devletin köye gelen her memuru köylüden...

A+A-

Halk Edebiyatçısı, yazar şair İsmail Detseli ile Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanan ibretlik olayları anlattı. “Devletin köye gelen her memuru köylüden birkaç kişiyi dövmeden gitmezdi, halkın üzerinde devlet baskısı çoktu” diyen Detseli, zor dönemlerden geçildiğini söyledi

Ozan, şair, yazar İsmail Detseli buram buram Anadolu’dur… Konya’nın kayda geçmemiş halk hikâyelerini, adetlerini, gelenek ve deyişlerini günümüze yansıtan Detseli, 1940’lı yılların tek partili devrinde devlet-halk ilişkilerini, yaşadıkları eziyetleri, yol parasını ödeyemediği için yatalak babasının sal üzerinde nasıl Beyşehir yoluna çalışmaya götürüldüğünü anlattı. Bu sohbet sadece Detseli’nin hayatını değil, bir devrin Türkiye’sini yansıtıyor.

M.GÜDEN: Önce kendinizi tanır mısınız, nerede doğdunuz, hangi okula gittiniz?

İ.DETSELİ: Konya’nın tarihi en eski köylerinden Kilistra’da, 1945 yılının 1 Ekim günü doğmuşum. Anacığım patatesler sökülürken derdi ama o zaman nüfus kayıt işleri şimdiki gibi günü gününe yapılamıyormuş. Babamın bir arkadaşı askere gidiyormuş, bizim köy ile Hatıp’ın arası 40 kilometredir; ‘Bizim oğlanı da yazdırıver’ demişler. Adamcağız da Nüfus idaresine varıp ‘Osman Detseli’nin oğlu oldu, yazıverin’ demiş. “Ne zaman doğdu diye sorduklarında da ‘İki sene oldu’ demiş; öyle yazmışlar. Fakir bir aileydik. Babam aklım erdiğinde kemik veremi hastasıydı. Belden aşağısında iltihaptan dolayı 8-10 yerden cerahat akardı. Anneciğim vefakâr bir kadındı, babamın yaralarını sürekli temizler sarardı. Annem, dağın erkeği, evin kadınıydı. Çifti sürer, dağdan otun taşır, ekmeğini, yemeğini yapar, bize de atalık ederdi. Bu böyle yıllarca, biz büyüyünceye kadar devam etti.

M.GÜDEN: Eğitiminiz nerde aldınız?

İ.DETSELİ: Allah’ın lütfu üzere benim hafızam iyidir; 3 yaşında ne gördüysem bugün gibi hatırlarım. Mahalle camimizin imamı Hamit hocadan 4 yaşında dini eğitim almaya başladım; ilkin namazlıklarımı öğrendim. Bizim köyümüze ilkokul 1943’de yapılmış. 7 yaşına geldiğimde ben de okula gitmeye başladım. Birinci sınıfta okumayı söktüm. Benimle beraber okula başlayan arkadaşlarım ismini yazmayı bellerken ben okumayı sökmüştüm. Çok meraklıydım, sokakta bulduğum kâğıt parçalarını temizler, gece gündüz okurdum. Kur’an-ı Kerimi de ilkokul bitmeden öğrendim. 1957 de okuldan mezun oldum başka okul görmedim.

M.GÜDEN: Köy yerlerinde hayata atılmak erkendir. İlkokuldan sonra siz neler yaptınız?

İ.DETSELİ: Anacığımın gayretkeşliğini görüyor, üzerindeki yükü hafifletmeyi istiyordum. Bunun için de aile bütçesine katkı yapmalıydım. Bizim köylerimizde eskiden beri mevlit okutma geleneği vardır. Köyde durumu iyi olan aileler yemek verir mevlit okuturlardı. Bilen gençler erkeklere, yaşlılar da kadınlara okurdu. Yaşı küçük çocuklara da arada Kur’an tilaveti yaptırırlardı. Beni de onların yanına göndermeye başladılar.

Kadınlar arada hocadan ‘hikayeyi deveyi, hikayeyi geyik’i, hikayeyi güvercini de oku’ diye isteklerde bulunurdu. Bu mevlit Süleyman Çelebi merhumun eseridir. Hoca okur, onlar içlenerek dinlerdi. Kur’an’ı ben okuduğum için mevlit evi dağılırken zengin olan kadınlardan bazıları 25 kuruş, bazıları 50 kuruş vererek bana dua ederlerdi. Hoca da aldığı paradan bana 3-5 lira verirdi. Böylece evimize para getirmeye başladım.

Biz 5 kardeş olduk, boğaz arttı, yazın biriktirdiğimiz kışa yetmez oldu. Babam hasta, arada Eğirdir, İstanbul Baltalimanı hastanelerine gidip çare arıyor ama iyileşemiyor, 6 ay bizim yanımızdaysa 6 ayı oralarda geçiyordu.

Bir gün evde otururken annemlere “Ben köyün sığırına çoban çıkacağım” dedim. Anam daha küçüksün “Yapamazsın kuzum” dedi. Üzülüyorlar bana daha küçük olduğum için. Kış sığırı kolay olur, çünkü yarı zamanlı gider. Mesela kar yağınca gitmez. Kendim muhtara gidip ‘Ben çoban olmak istiyorum’ Mehmet emmi dedim. Çobanlığa herkes talip olurdu. Çünkü fakirlik çok, başka iş de yok.


Muhtar bana ‘Aferin İsmail, sen akıllı çocuksun. Seni bu kış Allı Mahallenin sığırına Kıpık Ramazanı ile çoban yaptım dedi. Çobanlıkta 6 ayı tamamladım. Hisseme Konya ölçüsüyle 5 kile buğday düştü ki bu da 800 kilo yapar. Annem rençperlikten senede bu kadar buğday çıkaramıyordu. Ertesi yıl yine kış sığırına çıktım. Evin idaresi ve buğday unu temin edilmeye başlamış, ablam da büyümüştü. Ertesi sene kış sığırına aynı adamla yine çıktım evimizin ortamı rahatladı. Artık babam da yanımızda idi ben yine o yıl getirisi daha fazla olan yaz sığırına çoban çıkmak istedim. Fakat 12 kişilik çobanlığa 60 kişi müracaat etmişti. Ben pratik olduğum için tecrübeli eski çobanlarda yanlarında beni istiyordu. Zekâm da iyi idi; bin 200 sığırın kime ait olduğunu tek tek bilirdim. 1958’de bizim köyümüzün 470 hane ve 2 bin 58 nüfus vardı; belediyelik verilecekti ama köylü istemedi. Bunun üzerine İnlice köyü belediyelik yapıldı. O yıl çobanlıktan gelirim 12 kile buğday ve 90 lira paraydı. Babam sevincinden göklere çıkıyor, ‘Tuttuğun altın olsun İsmail’im’ diye ağlayarak dua ediyordu. İlk defa buğdayımız ambarlara sığmamıştı.

M.GÜDEN: Tek parti devrinin meşhur vergi memurlarını gördünüz mü?


İ.DETSELİ: Görmez miyim? Üç yaşındaydım. Buğdayımız yok, yetişmiyor. O zaman altı aylık un depolardık. Harman savurduktan sonra çıkan arpa buğdayı devletin memuru gelir ya elinde bastonuyla ya da ayakla ölçerdi. Buna Çeç ölçme denirdi. ‘Ben bu mahsulün içinden devletin hakkını alıncaya kadar sen alamazsın’ derdi sahibine. Ölçtüğü miktara göre vergi ne kadar tuttuysa alırlar, kalan kısmı biz evimize götürürdük.

Bir hatıram var. Evimizde un yok. Devletin memuru da vergiyi almaya gecikti. Buğdayımız harmanda serili duruyor. Babam anama ‘Hanım çocuklar aç, “gidelim kendi buğdayımızdan iki üç teneke çalalım da değirmende öğütelim. Zaten mal bizim’ dedi. Annem hassas kadındı; ‘Başımıza dert olur’ yapmayalım’ dediyse de çaresiz ikisi gece bir çuval alıp harmana gittiler. Şu derde bak; kendi buğdayımıza hırsızlığa gider gibi! Bir saat sonra babamla annem ağlayarak döndü. Devlet memuru babamı yakalayıp bastonla dövmüş. Bir de ‘Seni mahkemeye versem 6 ay hapiste yatırsın ama fakirsin idare ediyorum’ diye güya iyilik yapmış.

M.GÜDEN: Hayvan vergisine de muhatap oldunuz mu?

İ.DETSELİ: Miri denirdi ona. Davar başına miri salınırdı. Küçükbaş hayvan başına alınan miri çok zaman davar parasından fazla olurdu. Adamcağız hayvanın boğazına bir yazı asmış ‘Mirin 70 kuruş, kendin 50 kuruş. Al devletin ol’ diye. Sonra da çarşının ortasına salıvermiş. Böyleydi o zaman. Hayvan para etmiyor. Çok hayvanın olsa da miriyi ödeyecek gelir olmazdı.

Muhtarlık yarın miriciler gelecek dediği zaman köyde telaş başlardı. Elinde 100 davarı olan 20’sini evde bırakıp 80’ini sırkat kaçırır, dağlara sürerdi. Devletin memuru da biliyordu kaçırıldığını. Vergiciler evdeki hayvanı az gördü mü dağlara mal aramaya çıkarlardı. Yakaladığına da 1 yerine 5 lira yazar, cezalandırırdı.

Bundan 30 yıl önce Derbentli Ahmet ağa vardı, o anlatmıştı. Bir keçileri varmış. Miriciler köye geldiğinde annesi de ekmek yapıyormuş. Ekmeği bitirmek üzereyken aşağıdan ‘Ayşe kadın, miriciler geldi davarları çıkar, sayacağız’ diye seslenmişler. Kadıncağızda yok ki ne versin. Telaş ile ekmek ocağının ateşini söndürüp yanı başındaki o bir keçiyi ocağa katmış önüne de hamur senit’ini kapamış. Miriciler içeri girip aranırken, sıcak ocaktan keçinin ayağı yanmış. Keçi acı acı meleyince ocaktan çıkarmışlar. Miriciler, keçiyi saklamaktan 5 lira ceza yazmışlar.


M.GÜDEN: Kur’an yasağının da anısı var mı sizde?

İ.DETSELİ: Devletin köye gelen her memuru köylüden birkaç kişiyi dövmeden gitmezdi, halkın üzerinde devlet baskısı çoktu. 4-5 yaşlarındayım. Kuran eğitimi alıyorum. Hocamız bizden büyük ağabeyleri köyün dışına, giriş yollarına ‘Memur gelirken haber etsinler diye’ nöbete yollarlardı. Kur’an okumak yasaktı çünkü.  Devlet adamları Kadana denen büyük atlarla gelirdi, belli olurlardı. Bir gün Kadir abi koşarak geldi, ‘Hocam devlet adamı geliyor’ diye haber verdi. Hoca hemen mektebi dağıttı. Biz de merakımızda memurun geldiği yere doğru gittik. Bir adam öküzleriyle çifte gidiyordu. Memur ona ‘Muhtarın evi neresi lan’ dedi. İhtiyar da elindeki övendireyle işaret edip zaten yakın olan evi ‘Şurası beyim’ diye gösterdi. ‘Sen nasıl benim önüme düşüp götürmezsin de övendireyle gösterirsin’ diye kamçıyla ihtiyarı etrafında döne döne atın üstünden dövdü. Adam yerde sürünüyor,‘Götüreceğim beyim vurma’ diye yalvarıyordu. Ben çok korktum oradan bir köylümüz beni tutup babama götürdü. ‘Osman ağa, bunu dövmüşler galiba, ağlıyor’ dedi. Babam sordu ‘Ne oldu?’ diye. ‘Devlet adamı kamçıyla bizim köylü Tahir emmiyi dövdü’ dedim. Babam kalkıp muhtarın evine gitti,‘Bir bakayım’ diye. Biraz sonra eve geldiğinde ‘Allah’ım, devletin tahsildar adam dövüyor, ne olacak bu milletin hali’ diye ağlıyordu.

Ormancı adam döver, jandarma adam döver, tahsildar adam döver, tütün kolcusu (eksper, kaçak ekilen tütünü yakalardı) adam döver, üstüne bir de para cezası yazardı. 5 yaşlarındayım. Belik Nebisi diye bir adam vardı. Karısına da Kambur Şerife derlerdi. 8-10 metre kayaların arasına tütün ekmiş, onu da kolcu yakalayıp ceza yazmış. Ben de meraklıyım ya; biraz da laf öğrenmişim. Cezanın hırsıyla onlar‘bir ot bir çakmak’ köye gelirken ‘Şerife yenge geçmiş olsun ne yaptınız o işi’ dedim. Zaten kızgın olan kadın yüzüme sertçe bakıp ‘Verdik kırkı, geçtik arkı, sana da mı düştü o kadar laf’ Ismayıl diye beni azarladı.

M.GÜDEN: Özel sohbetlerimizde cezalı olarak Akyokuş tarafında yol yapımına gittiğinizden bahsetmiştiniz. Anlatır mısınız?

İ.DETSELİ: Güz gelince köylüyü bir telaş sarardı. Yol parası, miri, emlak vergisi hep bu dönem toplanırdı. Köylüde para yok, hangisini ödesin? Hele yol parası tam bir tedirginlik sebebiydi. Hastalık, sağlık bilmezler; ya parayı ödeyeceksin ya yol yapımında çalışmaya gideceksin!


Yanılmıyorsam 1949’un son aylarıydı. Eylül-Ekim ayları filan... Muhtarlığa yol parası emri gelmiş; Ya 6 lira para verilecek ya da 12 gün kazma kürekle yol yapımında çalışılacak. O sene Akyokuş yolu yapılıyormuş. Bizim bildiğimiz yerler değil. Köy bekçisi bize de yol vergisini tebliğ etti, adı Nafa vergisiydi. Babam o sene yatalak olmuştu. Annem beni yanına aldı, muhtarın evine gittik. ‘Mehmet emmi, sende biliyorsun, benim beyim hasta yatıyor. Paramız da yok, çalışabilecek kimsemiz de yok. Bize bir çare bulun’ dedi. Muhtar,‘Meryem kızım, biliyorum amma sizi göndermezsem benim gitmem lazım. Bu parayı siz ödemezseniz benim ödemem lazım. Başka çare yok; ya ödeyeceksiniz ya da yol inşaatına biriniz gidecek’ dedi.

Köylü 12’şer kişilik gruplara ayrılmıştı. Muhtardan babamın da içinde olduğu gruptaki isimleri alıp annemle o adamlara gittik. Durumu anlattık. O zaman insanlarda samimiyet vardı. O 12 kişi,‘Meryem, madem mecbur; bu iş biz Osman’ı götürelim. İsmail de yanında gelsin. Osman orada oturduğu yerde bizim yemeklerimizi yapsın. İsmail de eşekleri güder, suyumuzu getirir, babasına göz kulak olur. Biz akşamları birer saat fazladan çalıp Osman’ın hakkına düşen yolu da yapalım’ dedi. O zaman şimdiki gibi dozer, greyder yok; kazma kürekle herkesin günde bir metre yapması lazımmış. Bizim köy Hatunsaray yönünde, gideceğimiz yer Konya’nın Beyşehir çıkışı, Akyokuş’tan ilerisi Belenbaşı mevkisi. Babamın bu yola eşeğin üzerinde oturarak gitmesi mümkün değildi. Bunun için iki eşeğin arasına sal yaptılar. Altına kilim-keçe serip babamı da üzerine yatırdılar. Loras Dağının eteklerinden sabahtan akşama kadar Akyokuş’a geldik. 12 gün orada çalıştık. Ben sularını dolduruyor, eşekleri yaylıma götürüyordum. O seneki 6 lira yol vergisini böyle işçilik yaparak ödedik. Devrin şairleri yol parasına destanlar bile yazmıştı. Talihe bakın ki, ertesi sene yol vergisi kaldırdı.

M.GÜDEN: Çocukluğunuzdaki yokluğun sofrada yaşanan örneklerinden bahseder misiniz?

İ.DETSELİ: 6 kişi sofraya oturduk ama dört kaşığımız vardı. İki kardeş sırayla yerdik; bir o bir ben. Bir gün sofrada bu yüzden Rahmetli ablamla kavga ettik, sen fazla yedin diye. Babam bizi “Ülen, dokuz abdal bir kaşıkla geçinmiş, ağızları doluymuş da çadırın önünden geçenin selamını alamamışlar. Siz iki kişi geçinemediniz mi” diye azarlamıştı. Memlekette öyle yokluk vardı ki, sofrada herkese bir kaşık düşmüyordu.

Devletin memuru dayak atardı!

M.GÜDEN: Köyde sosyal hayat nasıldı?

İ.DETSELİ: Kırsal dağ köylerinde endeşlerine (akran) göre, ‘yaşıtlar’ demektir; 15-25, 25-50 arasıyla 50 yaş üstü insanlar kış günlerinde aralarında barana kurup her akşam birinin evinde otururlardı. Babam ihtiyarlar grubunun içindeydi. Hastalığından, her gün ben de babamla ihtiyarlar baranasına katılır, çaylarını ikram eder, su dağıtır, hizmet ederdim. Çok olgun insanlar vardı. Köyümüzde medresede okumuş yüzden fazla insan vardı. Her gün başka konular anlatırlardı. Onlardan duyduklarım hafızamda halâ durur. O sohbetlerde öğrendiklerim yıllar sonra bana çok faydalı oluyor.

GÜDEN: İzmir ve İstanbul gurbetlerinde neler yaşadınız?


İ.DETSELİ: Köyümüzün geleneği gurbetçilikti, herkes giderdi. Ben iki üç sene çobanlıkta yıpranınca annem, 1960’ın Mart ayında İzmir’den gelen amcasının oğlu Abdurrahman amcaya ‘Kardeşim bu oğlan çobanlık yapıyor. Çektiği sefalete dayanamıyorum. Bunu da alın gidin İzmir’e de bir yere yerleştirin, hem kendini hem bizi kurtarsın’ diye yalvardı. O sene Mart’ın 15’inde Abdurrahman amcam beni İzmir’e götürdü. Köyden o çıkışımla önce İzmir’e sonra İstanbul ve Ankara’ya da gittim. Askerliğim de bunlara eklenince tam 10 sene gurbetçiliğim oldu. Fakat köyümle alakamı kesmeyip senede 10-15 gün izine geldim. Lokantalarda 20-30 lira haftalık veriyorlardı, bende garsonluk yaptım. İzmir’den ilk kazancımdan 150 lira artırdım. Köye dönen birisiyle kutular içinde bir kilo tütün, bir teneke yağ, bir torba sabun ile kız kardeşlerime basma pazen yırtımları (kumaş) yolladım. Emanetçi, anneme ‘İsmail bir şeyler yolladı, bize gel de al’ demiş. Annem gitmiş almaya, bakmış ki kendi başına getiremeyecek. Kız kardeşimi de çağırmış. O zaman babam yatalak, anneme sormuş,‘İsmail kendi başına getiremeyecek kadar ne yollamış’ diye. Annem ‘20 kiloluk yağ, bir torba sabun, yırtımlar, sana bir kilo tütün yollamış. Ayrıca bir müjdem daha var; üç 50’de para yollamış deyince babam sevinçten bağıra bağıra dua etmiş. Üç 50 elli o güne kadar bir arada görmediği paraydı rahmetlinin.

Gurbette de sevildiğim yanlarım oldu. Çok insan beni yanında tutmayı, hatta kızını verip beni damat edinerek ailesine katmak isteyenler oldu. Fakat ben ailemden, köyümden kopmak istemedim. Manisa’da 26 ay askerlik yaptım.  Talimgâh çavuşuydum. Terhis olacağımızda Kıbrıs davası zuhur etti, fazladan 57 gün askerlik yaptım. 1968’in birinci ayının ilk günü Ramazan bayramıydı, o gün terhis oldum. Konya’ya gelmeden de İzmir’e gittim. Oradan 8-10 ay çalıştıktan sonra İstanbul’da seyyar zeytinyağı satan bir köylümüz, kız kardeşimin kayın pederi, Allah razı olsun geçici olarak bana işini devretti. 17 ay orada zeytinyağı, sabun, deterjan satışı yaptım. Ticaretteki berekete bak; 17 ayda tam 17 bin lira biriktirdim. Sonra işi sahibine devredip 1970’in 11 ayında köyüme döndüm.

M.GÜDEN: 17 bin lira sizi köyün ağası yaptı mı?

İ.DETSELİ: (Gülüyor) Ağalık derdimiz yoktu çok şükür. Üç arkadaş ortak kamyon aldık. Böylece araba kullanmayı da öğrendim. Konya’ya gelip imtihana girdim ve ehliyet aldım. Bundan sonra 6-7 sene pazarcılık ve uzun yol şoförlüğü yaptım. Ama kamyonu çalıştırmayı, yani para kazanmayı beceremediğimiz için bir buçuk senede satıp ortaklığı bitirdik.

DEVAM EDECEK
****************************************************

Gezdi, gördü, kaleme aldı

Ozan, şair, yazar İsmail Detseli, “MEDAŞ’ta çalıştığım senelerde Konya’nın hemen hemen bütün köylerine gitmiş, merakımdan buraların özelliklerini öğrenmiştim. Makalelerimde de pek bilinmeyen, yöresel masalları, deyimleri hatta yaşanmış olayları yazdıkça ilim ve edebiyat çevresinde ilgi görmeye başladım” dedi


Ozan, şair, yazar İsmail Detseli buram buram Anadolu’dur… Konya’nın kayda geçmemiş halk hikâyelerini, adetlerini, gelenek ve deyişlerini günümüze yansıtan Detseli, 1940’lı yılların tek partili devrinde devlet-halk ilişkilerini, yaşadıkları eziyetleri, yol parasını ödeyemediği için yatalak babasının sal üzerinde nasıl Beyşehir yoluna çalışmaya götürüldüğünü anlattı. Bu sohbet sadece Detseli’nin hayatını değil, bir devrin Türkiye’sini yansıtıyor. Konya kültürüyle ilgili önemli bilgileri kaleme alan Detseli, “MEDAŞ’ta çalıştığım senelerde Konya’nın hemen hemen bütün köylerine gitmiş, merakımdan buraların özelliklerini öğrenmiştim. Makalelerimde de pek bilinmeyen, yöresel masalları, deyimleri hatta yaşanmış olayları yazdıkça ilim ve edebiyat çevresinde ilgi görmeye başladım” diyor.

M.GÜDEN: Bekarlıkla geçen gurbetten sonra ne zaman evlendiniz?

İ.DETSELİ: Babamla annem Kumralı köyünden Esma hanımı münasip gördüler. Nişanlandık, 1971’in Şubat’ında da evlendik. Bu evlilikten Meryem, Fatma, Osman, Zeynep, Naciye ve Fatih olmak üzere 7 çocuk sahibi olduk.

M.GÜDEN: Köyde yaşarken MEDAŞ’ta işe girmek nasıl oldu?

İ.DETSELİ: 1974’de muhtarlık seçimlerinde; köy muhtarının ricasıyla hesap işlerine bakmak üzere köy kâtibi oldum. 1980’e kadar da devam ettim. Bu işi yaparken devlet memurlarıyla münasebetlerim gelişti, çevre edindim. Bu sayede de sonraki yıllarda TEK’de (şimdi adı MEDAŞ oldu) işe girdim.


M.GÜDEN: Dopdolu geçen hayatın içinde şairliği konuşmaya sıra ancak geldi. Şiir yazmaya ne zaman ve nasıl başladınız?

İ.DETSELİ: Ben bade şairiyim. Çocukluğumda 9 yaşlarında babam Eğirdir kemik hastanesinden dönmüştü. Orada hasta arkadaşı Mustafa Amca’ya “Benim oğlum var 9 yaşında ama çok iyi okur’ demiş. O da bana yanında bulunan Kerem ile Aslı kitabını yollamış. Dersi bıraktım, onu okuyorum. Kendimi çok kaptırmışım. Bir gün babam anneme “Bu kitabı bunun elinden al, yarın Polisin Fikret gibi ‘ben âşık oldum’ diye Halep’e gitmeye kalkıverir” dedi.

O zaman idare ve gaz lambası vardı. Hepimiz aynı odada yatıyoruz. Annem bizi yatırıp idareyi söndürdü. Biraz sonra ben idareyi tutuşturup kenarda kitabı okumaya devam ettim. Sonra uyumuşum. Uykumda binitleri at ya da deveye de benzemeyen üç adam bizim evin önüne gelip beni çağırdılar. Sekiden kolayca öndeki hayvana bindim. Biri de bizi çekti, köyün 5 kilometre dışına Oğlan koyağına gittik. Bir ağacın altına oturup sohbet ettiler. Arada biri bana “Bir istediğin var mı?” diye sordu. Susadım, dedim. Oyma çanakta yeşilimsi bir su verdiler içtim. Sonra kalkıp “Haydi gidelim” dediklerinde “Ben anama gideceğim” diye ağlamaya başladım. Demek ki sesli ağlamışım, anam beni yattığım yeden kucağına alıp sallamaya başlayınca uyandım. Bu olaydan sonra ben şiirsi sözler söylemeye başladım. Kadınlar bana bu ‘Ceccel-meccel olmasın, bilinmedik şeyler söylüyor’ derlerdi. Annemin babası dedem hanımlarının ikisini boşamış, diğer ikisi de ölmüş. Beşinci defa evlenmeye çalışıyormuş. Kadınlar kendi aralarında bunu konuşlarken ben, “İzmir’de kışlayan dedem/Avradı düşleyen dedem/Gönlün yerine yattı mı/Nikahı beşleyen dedem” diye söyleyiverdim. Kadınlar şaşırdı, “Bunu nereden duydun” diye sordular. ‘Bir yerden duymadım, kendim söyledim’ dedim. Belki de ilk şiirim buydu.

1965’li yıllardan beri şiir yazdım ama o zamankileri saklamadım, kayboldu. Emekli olduktan sonra maddi sorunlarım da ortadan kalkınca içimdeki birikimi önce sigara kâğıtları üzerinde yazmaya başladım. Bunları 1995’den sonra bazı gazete ve televizyonlara vermeye başladım. Bendeki cevheri keşfeden bazı yapımcılar televizyon programlarına davet etmeye başladılar. Bu arada Konya Valisi Ziyaeddin Akbulut’la tanıştık, bana destek oldu. 2001’de de ilk şiirlerim Hakimiyet, sonra Konya Postası’nda yayınlandı. Ardından Memleket’te, Pusula’da ve Yeni Konya’da yazdım.

GÜDEN: Makaleleriniz sizi Konya folklorunun aranılan isimleri arasına taşıdı. Makale yazarlığınız nasıl başladı?

İ.DETSELİ: Memleket Gazetesine şiir verirken Annesi köylümüz olan yazı işleri müdürü Hakkı Biçer ile tanıştık Hakkı kardeşimiz makale yazmaya da teşvik etti. Yazdıklarımı Hakkı redakte etti. Böylece pazartesi, çarşamba cuma günleri köşe, pazar günü de tam sayfa kültür yazıları yazmaya başladım.

M.GÜDEN: Doğaçlama, anında şiirler yazma kabiliyetinizle katıldığınız programlara özgü eserler de oluşturdunuz. Şiir kitabınız ne zaman yayımlandı?

İ.DETSELİ: 2004’de Gönülden Dile Dilden Kaleme adlı şiir kitabım basıldı. Benim için çok büyük bir mutluluktu. İlgi de gördü.

M.GÜDEN: Özgünlük taşıyan makalelerinizi kitap haline getirmeniz de güzel bir eser oldu.

İ.DETSELİ: Gazete yazılarım rağbet gördü. Sonra bu yazıların kitap haline getirilmesini hem benden hem de gazeteden talep edenler oldu. Hakkı Biçer de beni cesaretlendiriyordu. Sonuçta karar verdik; Hakkı derleyip düzenledi ve ‘Hatırla Ey Şehir’ adlı kitabım Memleket gazetesi tarafından yayınlandı. Türkiye Yazarlar Birliği’nde tanıtım toplantısını yaptık. Sağ olsun dostlarımız bizi yalnız koymadı.

M.GÜDEN: Halk hikâyelerini nasıl derlediniz?

İ.DETSELİ: MEDAŞ’ta çalıştığım senelerde Konya’nın hemen hemen bütün köylerine gitmiş, merakımdan buraların özelliklerini öğrenmiştim. Makalelerimde de pek bilinmeyen, yöresel masalları, deyimleri hatta yaşanmış olayları yazdıkça ilim ve edebiyat çevresinde ilgi görmeye başladım.

Yakın Çağ Tarihi Profesörü Hasan Bahar, 5 Profesör ile birlikte düzenlendiği Uluslararası Hatunsaray Lystra Sempozyumu’nu hazırlarken bir görüşmemizde, benim de bir sunumla katılmamı istedi. Profesörlerin arasında ilkokul mezunu bir ben vardım. Dört günlük sempozyumda ‘Pavlos bir Havari değildir’ adlı bir sunum yaptım. Ses getirdi. Çünkü halk diliyle anlattım. Hani o köyün büyüklerinden dinlediklerim vardı ya, işte o bilgiler işe yaramış, beni Uluslararası sempozyumun yıldızı yapmıştı. Alman Profesör bir hanımefendi “Biz akademisyen olarak okuduklarımızdan bilgi topladık, İsmail bey halktan derlediği yerel, yöresel bilgileri anlattı ve daha yararlı oldu” dedi.

M.GÜDEN: Enteresan bir konu, Aziz Pavlos Havari değil mi?

İ.DETSELİ; Elbette havari değil. Pavlos Lystra’ya geldiğinde Tarsus’ta yetişmiş bir Haham’dır. Lystra’da Hıristiyanlığı yaymaya gelen elçileri öldürtürmüş. Bir heyetle Kudüs’e hacca giderken Amanos dağlarında molla vermişler. Gece sırayla nöbet tutuyorlarmış. Pavlos nöbetteyken bir ağaca yaslanmış. Bir ara ağacın yarılıp kendini içine çektiğini hissederek korkuya kapılır. Bu sırada sakallı bir genç belirir, elini uzatıp Pavlos’u tutarak “Seni kurtarayım mı?” diye sorar. Pavlos, “Kurtar ama sen kimsin?” der. Elini tutan adam “Ben İsa’yım, sen benim dinimi ne kötülünü gördün de insanlar arasında yayılmasını engelliyor, dinime inanan insanları öldürtüyorsun” der. Pavlos ağaç kendini yutarken, “Beni kurtar, bundan sonra senin dinine hizmet edeyim” der. İsa onu çekip ağacın içinden alır. Pavlos bu olaydan sonra sabah Kudüs’e gitmekten vazgeçip döner. Arkadaşlarından ayrılıp tek başına Konya da kalır. Burada Hristiyanlık üzerine çok bilgiler edinir ve Lystra’ya döner halka Hristiyanlığı anlatmaya başlayınca da oranın halkı Pavlos’u taşlayarak kovalar. Oradan kaçıp Kilistra ya gelir. İsa’nın 12 havarisi var, isimleri de bellidir. Bunlar arasında Pavlos yoktur. Onun Hristiyan oluşu da böyledir. Havariler İsa’nın yüzünü canlı görenlerdir. Pavlos bu olayda İsa’yı hayali olarak gördüğünden kendisinin de havari olduğunu iddia etmiştir. Halk kültüründe böyle anlatılır.

M.GÜDEN: Kürsüye de alıştınız, epey konferans verdiniz, değil mi?

İ.DETSELİ: Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin haftalık programlarına, Konya Aydınlar Ocağı Salı Sohbetlerine, Konya TEYAD’a, Koyunoğlu Kütüphanesi İkindi Sohbetleri’ne Konya Hanları, Köy Düğünleri, Yöresel Kadın Giysileri, Su Değirmenleri, Delibaş Hadiseleri, Abbas ve Tahir Hocalar, Sınanmış Yerler ve Şifalı Bitkiler üzerine pek çok defa konuşmacı olarak davet edildim.

M.GÜDEN: Hayatın size hazırladığı tatlı sürprizlerden biri de sinema idi. Filmlerde rol almanız nasıl gelişti?

İ.DETSELİ: Yöresel hikâyeler yazdıkça ilgi görmeye, aranır olmaya başladım. İlk defa Kanal 7 Televizyonunun sevilen programcısı Şoray Uzun, “Şoray uzun yolda” programında Kilistra’yı anlatmam için telefon etti, tanıştık. Köyümüzü, yöremizi gezdirdik. Daha sonra Şoray Uzun Konya’ya bir geldiğinde bir türkü filmi senaryosu yazmamı istedi. Ham Çökelek adlı 58 dakikalık filmin hikâyesini yazdım. Çekimlerde bana da rol verdiler. Sille’de çekimleri yaptık.  2019’da Fatih Sezgin’in yönettiği İhtiyarlar Taburu adlı film de Konya’da çekildi. Set arkadaşlarımız arasında Türkiye’nin yakından tanıdığı Turgay Tanülkü’de Komutan Şahin’i oynadı. Bu filmde ben de Gazi Hayrullah rolünü oynadım. Konya’nın sinema sektöründeki emekçisi Saffet Yurtsever’de şu sıralar montaj aşamasında olan filmin önemli isimleri arasındaydı. 7-8 sene kadar önce de Selçuk Üniversitesi’nin yayın kuruluşu olan ÜN TV’den arkadaşlar şahsıma özel bir belgesel hazırladılar. Çekimleri Meram’da, Dere’de, Koyunoğlu Konağı’nda ve Akyokuş’ta yapıldı.

M.GÜDEN: Bu sene Korona salgınından dolayı Ramazan’ı birçok alışkanlığımızdan mahzun yaşıyoruz. Eski Ramazanlarla bugünün Ramazanları arasında ne fark var?

İ.DETSELİ Kırsalda Ramazanlar çok manevi duygularla karşılanırdı. Recep ayından itibaren ‘ilk namaz başladı’ diye küçük büyük herkes kendine çeki düzen verirdi. Sırasıyla ilk namaz, orta namaz, sonra yerel adıyla Iramazan gelirdi. Çokları üç ay oruç tutardı, sevabı bol olacak diye. Erişteler kesilirdi. Köyün her yeri, evlerin çevresi süpürülür temizlenirdi. Davulcu tutma, top atma işini köyümüzün vakfı yapardı. Eski köyümüzün İhtiyarları buraya bir tarla vakfederdi. Bazıları bu vakfa nakdi yardım da yapardı. Yaban ağıllarımız vardı köyümüzün. Buranın gübreleri cuma camisinin önünde ihaleyle satılır geliri vakfın olurdu. Köylülerin kazdırdığı kuyuların, sarnıçların bakımlarını da, top için Konya’dan barut temin işini de bu vakıf yapardı.

M.GÜDEN: Konya, İzmir, İstanbul, Ankara’da yaşadınız. Bizim şivlilik geleneğimizi başka yerlerde gördünüz mü?

İ.DETSELİ: Yok. Onca gurbet gezdim böyle bir gelenek Konya’dan başka şehirlerde görmedim. Şeker, çikolata bilmezdik; Şivlilik pişi günüydü. Yufkanın arasına pişi dürer dağıtırlardı. Kışları çok leziz olurdu bir ay onu yerdik. Bizim köyümüzde son yıllarda çoban kalmayınca Konya’nın Yenimahalle semtinden çoban gelirdi. Bir gün emsalim olan abdalların gençlerine oturmaya gittik, onların evinde iki çuval pişileri vardı. Gelince babama “Bizim pişimiz bitti, abdallarda daha iki çuval” var dedim. Babam da “Tabi oğlum, abdalın unu pişisi, tükenmiş köylü çeksin tasasını” dedi. İğde dalından babamızın anamızın yaptığı, ortasından yukarıya ucu sivri değnekli bir pişi toplama çalımız ya da aletimiz olurdu. Onunla gezer “pişi pişi yağlı pişi, bunu gezen iki kişi, bir erkek biri dişi, pişi verin pişi” diye bağırırdık. Kadınlarda elimizdeki çatala pişi takarlardı. Şivlilik usulünü diğer şehirlerde görmedim. Konya’mızın güzel geleneklerinden biridir. Ayrıca köyümüzde ölenin ardında da bolca pişi yapılıp okul çocuklarına cami önlerinde cemaate ölen kimsenin niyetine ailesi tarafından dağıtılırdı.


M.GÜDEN: Yeni kitap çalışmalarınız ne aşamada?

İ.DETSELİ: Üç kitap hazırlığım var. Birisi Ninemden Masallar, diğeri Yaşanmış Hikâyeler. Üçüncüsü ise Şiirleştirilmiş Dini Hikâyeler olacak. Bunları ben derliyorum ama editörlüğünü Hakkı Biçer mi yapar, Mustafa Güden mi, bilmem!

M.GÜDEN: Sohbetimizin finalini bu teklifle yapalım. Detaylı hatırat, tadında sohbet için teşekkür ederim.

 

Kaynak: Konya Yeni Gün Gazetesi http://www.konyayenigun.com/yenigun-ozel/gezdi-gordu-kaleme-aldi-h265992.html

Devletin memuru dayak atardı!

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.