
Nesillerin Mirası / Kâmil Uğurlu / Söyleşi: Ahmet Köseoğlu, Kaynak: Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı 2025 çıktı
Nesillerin Mirası / Kâmil Uğurlu / Söyleşi: Ahmet Köseoğlu, Kaynak: Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı 2025 çıktı
Kâmil Uğurlu: “ESTETİK VE GÜZELLİK HIZLA ÇEKİLİYOR ŞEHİRLERİMİZDEN”
Söyleşi: Ahmet Köseoğlu
Türkiye Yazarlar Birliği 2023 yılı yazar, fikir adamı ve sanatçıları değerlendirmesinde Üstün Hizmet Ödülü’ne layık görülen Dr. Kâmil Uğurlu ile Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi başkanı Ahmet Köseoğlu’nun yaptığı söyleşi…
Kıymetli Kâmil Uğurlu ağabey; kültür, sanat, akademik camia ve entelektüel çevreler sizi tanıyor. Ancak kişinin kendini tanıtması bazen farklı, hoş ve ilginç hususları ortaya çıkarabiliyor siz Dr. Kâmil Uğurlu’yu yeni nesile kendi ifadenizle nasıl anlatır, neler söylersiniz?
Vesile ne olursa olsun, sizinle sohbet etmek fakire her zaman yeni ufuklar açıyor, ilham kaynağı oluyor, memnun oluyorum. Hikâyemi arz edeceğim. Bu arada şunu tespit ettim. İnsan ömür olarak belirli bir haddi aşınca geçmiş hadiseleri ve günü farklı değerlendiriyor. 40 yaşındayken kendimi
anlattığım metin, aynı hadiseleri şimdi değerlendirdiğinde durum daha farklı görünüyor. Normal kabul edilmeli. Geçen zamanın kişiye eklediği tecrübe ve bilgi ile aynı olay başka şekillerde hatırlanıyor. Bu sebeple şimdi size arz edilecek durumlar daha öncekilere nazaran daha objektif, duygusallıktan belki biraz daha uzak, dolayısı ile gerçeğe daha yakın olacaktır.
Aladağ doğumluyum. Toroslar’ın zirvelerine yerleşik Türkmen ailelerinden birine mensubum. Dülgerler köyü, oradaki yerleşimlerin merkezindedir ve dağın bir kesimi buradan yönetilir. Bu yönetim kendiliğinden teşekkül eden bir sistemdir. Yani zorlayıcı ve buyurgan olmayan, saygı temelli bir yönetim. Bu sebeple oralarda hak ihlalleri en alt düzeyde yaşanır. Babam Arif Ağa, bölgeyi yönetegelmiş bir ailenin ferdidir. Aladağın bu zirve kesimlerinde, “Ağa”lık “Ayanlık” olarak algılanır. Gerçekten de öyledir. Rahmetli babamın ne büyük arazi veya hayvan varlığı, ne de oralarda çalışan marabaları vardı. Orta düzeyde, herkes kadar, yani ailesini geçindirecek kadar mülkü olan bir temiz insandı. Ne var ki, babası Konya’da dergâha kayıtlı çelebiyandan bir zat olduğu için şehirle ilgisi daha fazlaydı, okur- yazar olması onu ayrıcalıklı kılıyordu. Bu sebeple hep Arif Ağa olarak bilindi ve ailesi de bu adla anıldı. Anam da aynı bölgenin Türkmen kadınlarından biriydi. O dağların sonsuz kayalıkları kadar düzgün, dürüst, dirayetli ve haşmetli, çıtlık ve meşe ormanları kadar munis, sevecen ve şefkatli bir varlıktı. Onunla ve babamla, oldukça uzun bir süre beraber yaşama fırsatı lütfeden Cenabı Mevla’ya hep hamd ettim.
Altı çocuklu bu aile, sadece çocukların geleceklerinin düzgün planlanması için, itibar gördükleri bu ortamı terk etme kararı aldılar ve bu fakir daha bir yaşına bile yetmeden, Karaman’a nakl-i mekân ettiler. Köy ortamında alabilecekleri eğitimi almıştı çocuklar. En büyükleri 12 yaşında olan altı çocuk. Karaman günleri farklı ve heyecanlı bir serüvendir. Bunu anlatan oldukça ayrıntılı bir kitabımızı TEDEV (Türk Edebiyat Vakfı) yayınladı. İlk ve ortaokulun bir bölümünü Karaman’da okudum. Sonra bizim orta tahsile devam edebilmemiz için aile yükünü Konya’ya taşıdı. Sonra İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü, İstanbul Üniversitesi Sanat tarihi bölümünde doktora çalışması, devlet kurumlarında idari görevler, kardeşlerle birlikte çalıştığımız büyük bir mimarlık bürosu, sonra Selçuklu Üniversitesi’nde mimarlık hocalığı, yurt içinde ve dışında gerçekleştirilen bazısı önemli birçok proje, evlilik, çocuklar, derken
“Geldi geçti benim ömrüm Bir yel esip geçmiş gibi”.
Şimdi geriye dönüp baktığımda her günü yaşanmış, gerçekten yaşanmış, faturası ödenmiş 80 küsur yılı ve coşkun bir nehre benzeyen, akan, gürültüsünden hiçbir şey kaybetmeyen hayatı seyrediyorum. Bir kıyısından ve tebessümle.
Duygusal bir yapım var. Belki bu sebeple genel gidişata bazen ayak uyduramadığım oluyor. Şimdiye kadar bazen resmi mecburiyetlerle, bazen kendiliğinden teşekkül eden durumlarla birçok görevde bulunmak, birçok şapkalar giyip çıkartmak kısmet oldu. Bunların içinde bizi mutlu edenleri oldu şüphesiz. Mesela mimarlık şapkası bize yakışan şapkalardan biriydi. O şapkayla güzel şeyler yaptığımızı düşünürüz, içeride ve dışarıda. Belediye şapkası ile yorulduk ama hizmet deryasına girip çıktık bu vesileyle, mutlu olduk. TOKİ, çapı büyük bir hizmet halkasıydı, yorulduk, fakat mutlu olduk, yeniden bir TOKİ, bir tesis inşa ettik. Bütün bu hizmetlerin yorgunluğunu, sanat denilen denizin edebiyat denilen sahiline sığınarak çıkardık. Her şey, her fani olay gibi “oldu ve geçti ve bitti” fakat bu sahildeki, özellikle şiir denilen sefine, (gemi) bizi en fazla dinlendiren, tatmin eden yer oldu. Ve devam etti, ediyor. Büyük şükre sebeptir.
Türkiye Yazarlar Birliği’nin 2023 yılı ödülleri içinde zât-ı âliniz ‘Üstün Hizmet Ödülü’ne lâyık görüldünüz. Bu ödül yıllarca kültür sanat edebiyat düşünce alanında büyük hizmetler veren değerli şahsiyetlere takdim edilmektedir dolayısıyla şahsınıza tevdi edilen bu ödülü de dikkate alarak Türkiye Yazarlar Birliği’nin yıllardır verdiği bu ödülleri hakkında neler söylersiniz?
TYB’nin diğer ödülleri ve üstün hizmet ödülü ile ilgili elbette çok müspet düşünce ve kanaatlere sahibiz. “Marifet iltifata tâbiidir” sözü doğrudur. Başka dünyalarda olduğu gibi değil, bizim dünyamızda sanatı, özellikle sonunda maddi getirisi olmayan sanatı destekleyen bir anlayış yoktur. O, bin sancıyla ve fedakârlıklarla, feragatle oluşturulan eserler çoğu kişiler nezdinde önemli değildir, yok hükmündedir. Böyle bir ortamda bu çalışmalar için ödül çok değerlidir. Bu sebeple ödül adlı iltifat kurumu, sanatkârın eserini değerlendiren, taçlandıran önemli bir kurumdur. TYB bunu seviyeli bir şekilde ve dikkatle uygulamaktadır.
Bir de şu var: insanlar iltifat, en azından ilgi gördükleri yerin mensubudurlar ve onların havasını solurlar, onların davasını güderler. Aklı başında ve sağlıklı düşünme kabiliyetinde olan birçok kişiyi tanırız.
Ama onlara zamanında sahip çıkılmadığı için, ilgi ve iltifat görmedikleri için şimdi farklı mecralarda yüzmekteler. Sadece onlara kucak açtığı ve sıcaklık sunduğu, ilgi gösterdiği için bile Türkiye Yazarlar Birliği mübarek bir şemsiyedir ve (sayesi) gölgesi mübarektir. ‘Üstün Hizmet Ödülü’ ise ilgi ve iltifatın zirvesidir, değeri daha yüksektir. Buna layık görülen isimler, şimdiye kadar gösterdikleri çabanın boşa gitmediğini, onu anlayan, değer veren kişilerin olduğunu, aklı başında bir kurumun bunu anladığını ve değerlendirdiğini görüp herhalde derin şükürlere varmışlardır. Biz çok şükrettik… ve TYB ve benzeri, değer bilen, izleyen ve bunu izhar eden kurumların sayısının artması için dua ettik.
Türkiye Yazarlar Birliği’nin geçmişi ve bugünü hakkında bir değerlendirme yapabilir misiniz? Türkiye Yazarlar Birliği deyince sizde nasıl çağrışımlar meydana gelmektedir, neler söylersiniz?
Türkiye Yazarlar Birliği, kurulduğu günden bugüne, sağduyu sahibi her insanın derhal kabul ettiği gibi, Türk insanı için daima hayır dokumuş, insandan, milletten, doğrudan ve gerçek sanattan yana tavır koymuş bir kurum, bir sığınma alanı olmuştur. Siyasetin dışında düşünce geliştirdiği için de hep dürüst ve muteber kalmıştır, kalabilmiştir. Dostum rahmetli
D. Mehmet Doğan da böyleydi, mübarek mizacını kurduğu bu çizgi dışı kuruma da yansıttığı için TYB aynı yolda, aynı anlayışla ve istikrarla yürümektedir. İnşallah bu yolculuk, bu anlayışla sonsuza kadar sürecektir.
Türkiye Yazarlar Birliği şahsınızı daha önce de Şehir Kitapları dalında ‘Konya Şehrengizi’yle ödüllendirmişti. Son zamanlarda yeni Şehrengiz çalışmalarınızın yayınlandığını ve bu alanda halende çalıştığınızı biliyoruz. Başta Konya şehri ve şehrengizi olmak üzere diğer şehrengizlerinizden bahsedebilir misiniz? Nasıl oldu, nasıl gelişti ve bunlar hangi şehirlerdir sizde hikayeleri vardır kısa hikayelerini anlatabilir misiniz?
Biz “Şehrengiz” meselesini fazlaca ciddiye aldık. Bu Farsça kelimenin “şehri karıştıran” anlamını farklı tercüme ettik. Meseleyi bir kültür arkeolojisi olarak düşündük. Klasik anlamdaki yazılış biçimini de değiştirdik. Yani Mesihi’nin (şehrengizi ilk yazan ve onu moda haline getiren divan şairi) yaptığı gibi mesnevi tarzında değil, şiiri ansıtan düzyazı şekline çevirdik,
böyle anladık. Şehrin sadece güzelleri ve güzellikleri lafından da, o şehrin nitelik ve tanımını sağlayan, gözden kaçmış değerlerini, güzelliklerini, önemsenmeyen, fakat değer ifade eden unsurlarını bulup çıkaran anlamını yükleyip yola böylece çıktık. Hiç kimseye yük olmadan, bir şey beklemeden, söz vermeden ve söz almadan yürüdük. Önce yazacağımız bölgeyi yüzeyden tanıdık. Sonra okumaya başladık. Orası ile ilgili yazılmış, çizilmiş ne varsa topladık. Onları, imtihana girecek bir talebi gibi okuduk, altını çizdik, not aldık. Dosyalar hazırladık. Sonra onları kolumuzun altına veya bohçamıza koyup “ol şara vardık.” Bir yer kiraladık ve orada bazen aylarca ikamet ettik. Halkla, sokaklarla, mekanlarla ve olaylarla yüz yüze gelip, aldığımız notların gerçek ile ne kadar uyuştuğunu dürüstçe tespit ettik. Notlarımıza ekler ve çıkarmalar uyguladık. Döndük ve bir kış boyu onları yazıya dökmeye çalıştık. Sonunda bir prototip kitapelde ettik. Bu taslaktan sekiz-on, onbeş kopya yapıp bize rehberlik eden kaynak kişilere yolladık. Onların ekleme ve çıkarmalarına kulak astık. Sonra, itirazsız, garezsiz- ivazsız bir metin elde ettik ve milletin huzuruna böylece çıktık. İş bu sebepten, o bölge halkı başta olmak üzere, okuyanlardan eksik-fazla, yanlış ikazı almadık.
TYB, yazdığımız ilk Şehrengiz, Konya Şehrengizine o yılın şehir kitabı ödülünü uygun gördü. Bizi çok sevindiren bir değerlendirme oldu bu. Devamı için güç ve umut verdi. Devam ettik. Onların birinin “dibacesinde” (önsözünde) Mevla’ya şöyle tazarruda (dilekte, yalvarmada) bulunmuştuk: “ya Rabbi, bu çalışmamızı hamselemeyi, (beşe ulaştırmayı) nasip kıl”. Mevla bize bu konuda da lütfetti, iltimas eyledi, beş tamamlandı, yani hamse ledik, hatta altıladık, hatta yediledik. Şimdi sekizincinin çalışmasında, heyecanında, zahmetinde ve rahmeti beklentisindeyiz. (Aziz dostum, şu anda vasıflı bir arkadaşla konuştuğumuzu bildiğimizden, birçok konuyu sadece ilk cümlesiyle arzediyoruz ve siz onu lütfen değerlendiriyorsunuz.) Şehirleri salt analitik ölçümlemelerle tanımak ve buna uygun imar planları geliştirmek yeterli değildir, hatta bazen yanıltıcıdır. Şehri planlayan tasarımcı eğer o şehirli değilse, yani şehri tam tanımıyorsa, şehrin ruhuna vakıf değilse, Şehrengiz ona yardımcı olacaktır. Yani planlama için yarı hazır subjektif bir veridir.
Size örnekler sunayım: Meselâ, Kahramanmaraş için çalışma yapacak bir şehirci, Şeyh Adil Devletli’yi tanımadan tasarıma oturursa işin içinden zor çıkar veya yanlış neticelere varır. Şeyh Adil Devletli, Maraş’a tayin olunan valilerden biridir. Maraş’ta yaşayan ve birbirlerine rakip iki
hanedan var. Yavuz Sultan’dan sonra devam eden bu iki aile grubunun rekabeti bir zamanlar kanlı çatışmalara dönüşmekteydi. Bu valinin bulduğu mucizevi bir çözümle Bayezid ailesi ve Dulkadiroğulları, bu aziz idarecinin yönetiminden sonra sulha, sükuna ve huzura kavuştular. Bu kritik dengenin gözetilmemesi durumunda gelişmelerin istikametini tayin etmek mümkün değildir.
Mesela Eskişehir için masa başına geçen bir meslektaşın, Eskişehir halkı adına DDY’nin yani devlet demiryollarının ne ifade ettiğini bilmesi bir zorunluluktur. Aksi takdirde tasarımcı, mutlaka tasarımında eksiklikler yaşayacaktır. Demiryolları dün ve bugün şehir halkının gönlünün tam orta yerindedir. Nasıl olmasın, demir yollarının o çok özel lokomotifini ve vagonunu Eskişehirliler hâlâ anarlar, heyecanlanırlar ve duygulanırlar. Öyle bir lokomotifi vardı demir yollarının. Tamamen beyaza boyanmıştı. Arkasındaki vagon da öyleydi. Özel olarak garda bekletilirdi. Kumpanyadan (DDY’den) veya onların yakınlarından biri vefat ederse, bu vagon cenazeye göre tanzim edilir, o özel lokomotifle ve özel bir hat ile kabristana nakledilirdi. Cenazenin kumpanya içindeki mevkisi ve durumu fark etmezdi. Müdür, veznedar veya herhangi bir hat işçisi olabilirdi. Lokomotif cansız emaneti ve yakınlarını taşıyan vagonu arkasına takar ve düdük kolunu sonuna kadar çekerdi. Ve bu acı ötüş kabristana kadar susmadan devam eder, Eskişehir’in en uzak mahallelerinden bile duyulurdu, acı cümleten paylaşılır, Fatihalar okunurdu. Bu kurumun, çağ veya teknoloji nerelerde olursa olsun, şehir halkının belleğinden çıkması mümkün müdür? Mesela Sakarya’da şu anda bile yaşanan olağanüstü incelikli bir durum vardır. Bunu gazeteler yazmaz, fakat her yıl dikkatle ve heyecanla yaşanan olağanüstü bir oluşumdur. Genelde zengin eşrafın, şehirde fakir fukaraya, meczubine ikramda ve infakta bulunması âdettendir, olabilir, normaldir, olması gerekendir. Özellikli bir hâl değildir. Fakat olay tam tersine teşekkül ederse bu olağan dışıdır. Sakarya’da, Adapazarı’nda her yıl, Ramazan ayının 26. günü, yani Kadir gecesinden bir gün evveli, şehrin fukarasına ve meczubin eşrafa bir iftar yemeği şöleni verilir. Fakirler ve meczuplar esnaftan ödünç aldıkları tertemiz ve beyaz masa ve sandalyeleri, mevsimine göre içeride veya dışarıda dizerler, sofraları donatırlar, vali başta olmak üzere şehrin eşrafını bu iftar sofrasında ağırlarlar. Muhteşem bir toplantı olur. Teker teker masaları dolaşırlar ve hâl hatır sorarlar. Dua ile başlayıp dua ile bitirirler. Konuşmaları ve duaları genellikle anlaşılmaz, ama kesinlikle hayr okudukları bellidir, herkesi hayran bırakırlar. Bu durum bilinmeden Adapazarı veya Sakarya bilinebilir mi? Bilinmeyen bir milletin yolu, sokağı, mekân planlaması yapılabilir mi?
Mesela Konya’da, Kapı Camisi Cumhuriyeti’nin sırrına vakıf olmadan tasarımın sıhhatli olacağı düşünülebilir mi? Allah tarafından tanzim edilmiş bir network ile Sedirler’de vefat etmiş bir Konyalı’nın, Meram Köyceğiz’deki meczup tarafından anında duyulması ve haberin yayılma hızı her türlü matematik kurgunun dışındadır. Bu kişiler cep telefonu kullanmazlar, kullanamazlar ama “Ölü var Mustafa” haberi kuşun kanadıyla Yazır’daki Cemil’e ulaşır ve bütün meczubin o mevtanın başında anında cem olurlar. Amaçları ölü evinde yiyecekleri bir dilim etli ekmek değildir, asla değildir. Veya cenaze evinden onlara sunulacak üç kuruşluk ihsan değildir. Zaten çoğu bunu almaz, kabul etmez, ikram yemeği bile yemezler. Ama o cenaze evini ziyaret onların kitabında farz makamındadır ve bu rükun yerine getirilmelidir. Bu işin sırrına vakıf olmadan Konya planlanamaz. Çünkü halkı, her yerde rastlanan beylik halk profilinin dışında bir resme sahiptir. İşte Şehrengiz bunları araştırır ve yorumuyla insanlara sunar. Aynı zamanda planlamacılara da sunar. Elbette dikkate almak veya aldırmamak onların bileceği iştir. Biz bu şekilde çalışarak yedi şehrin, Karaman, Konya, Eskişehir, Kahramanmaraş, Sakarya, Oş, Kırgızistan ve Hatay’ı yazdık. Beş düşünürken yedi oldu. Hamdolsun.
Denemelerinizin ve araştırmacı yazarlığınızın yanında sanat tarihi ile ilgilendiğinizi çok güzel şiirlerinizin kitaplaştığını, destanlarınızın var olduğunu biliyoruz, edebi sanatsal ve kültürel hayatınızdaki eserlerinizden de bahsedebilir misiniz? Nihayetinde 2023 yılındaki ‘Üstün Hizmet Ödülü’ şahsınızın bu çok değerli ve uzun yıllara sari edebi, sanatsal çalışmalarınıza takdiren takdim edilmişti.
Biraz önce arz ettim. Şiirle dostluğumuz eskidir ve samimidir ve hasbidir. Ne zaman başımız sıkışsa önce onun kapısını çalarız. Bazı dostlarımıza garip geliyor nedense. “Bu yaşta hâlâ şiir mi” diye garipseyenler var. Evet, şiir asıl bu yaşlarda var. Masiva’yı, dünya gailesini arkada bırakıp her şeyi daha net veya üçüncü boyutuyla gören kalplerin heyecanı daha farklı oluyor. Her ay düzenli olarak yayınlanan Şehir ve Kültür dergisinde düzenli olarak bir şiir yayınlıyoruz. Dergi 125. sayısında ve şiirler devam ediyor. Şimdiye kadar destan şiirler dışında beş olan kitapların sayısı, dergide yayınlanan şiirler kitaplaştığı takdirde sekiz olacak. Destan geleneğinde de yayınlanmış ve yayın için bekleyen dört kitapla bu sayı yani şiir kitabı sayısı epeyce artmış olacak inşallah.
Medar-ı maişet kaygısı ile yapılan işler dışında ve onların üstünde sanat ile daima birlikte olduk. Şiir hep hayatımızdaydı ve gidişatımız da çok şey değiştirdi. Üniversitede hoca iken (1997’de) bir kutlu davet vuku buldu ve Struga şiir akşamına Türkiye’den çağrılan iki şairden biri olmakla nasiplendik. (Diğeri Ataol Behramoğluydu). Struga’daki zaman, başka dünyalardan ödünç alınıp getirilmiş bir haftalık bir zaman parçasıydı (biz onu 10 güne uzattık.)
•Selçuk Üniversitesi’nde çalıştığımız süre içinde birçok kere Moğolistan’a, Ötüken Vadisi’nde bulunan Türk Abideleri’ne gidip gelmek kısmet oldu. Abidelerin silikon kalıpları ve rölevelerini yaptık üç kişilik bir uzman heyetle. TİKA’nın davetiyle ve desteğiyle gerçekleşti bu hizmetler. Şu an orada bulunan ve abideleri muhafaza eden müzeler, müze depolarını proje ve uygulamalarını yapmak kısmet oldu.
•Üniversite mesaimiz sırasında Berkeley (ABD, San Francisco) Üniversitesi’nde 11 ay süreyle mimar F.L. Wright’ın izini sürmek kısmet oldu. (O esnada siz de resmi bir heyetle San Francisco’ya gelmiştiniz.) Kulakları çınlasın, muhterem rektörümüz Abdurrahman Kutlu 11 ay (ücretsiz izinle) orada çalışmamıza imkân sağladı. Sinan ile Wright arasındaki benzeyen ve farklı çizgilerin tespitleri idi çalışmanın konusu.
•Üniversiteye intisab etmeden önce S. Arabistan’da, sekiz yıl, çölde otoyol inşaatında çalıştığımızı zikretmeliyim. Kardeşlerimle birlikte, çölde geçen sekiz yıl. Çöl için uzun zamandır. Bu zaman içinde “Arap Elceziresi”nde (yarımadasında) bulunan Osmanlı mimari varlıklarını tetkik ve tespit etmek kısmet oldu. Rehberimiz Eyüp Sabri Paşa’nın Mirat ül-harameyn adlı eseriydi. Bu çalışma rahmetli Oktay Aslanapa hocanın talimatıydı. Çalışma yapıldı fakat kitap olarak yayınlanması kısmet olmadı.
•Yine üniversiteye intisaptan önce Avrupa’da ve Kuzey Afrika’da (Libya) çalışmalarımız oldu. Ülkenin ekonomik kriz yaşadığı dönemlerdi. Bu çalışmalar da sıkıntılı geçti. Fakat hamdolsun, geçti.
•TOKİ’den ve Başbakanlık Müşavirliğinden ayrıldıktan sonra beş yıl süren bir politika tecrübemiz oldu. Karaman’da belediye başkanı olarak çalıştık (2009 -2014) bizim için harika bir tecrübeydi. Halkla iç içe, önemli ciddi hizmetler ve projeleri geliştirmeye ve uygulamaya fırsat bulduk. Hatıralarımızın en güzel yıllarını yaşadık bu beş yılda. Hamdolsun.
Sualinizin içinde vardı. Sanat çalışmaları içinde kayda değer olanlarını kısaca hatırlatmaya çalışırsak şunlar aklımıza geliyor:
*Mimarlık ve şehir kültürü üzerine olanlar: Orhun Anıtları / Türkistan Tasvirleri / Selçukluların oturduğu evler / (bu üç kitap iki ayrı vakıf tarafından ve prestij kitap tarzında yayınlandı) Sanat Tarihi İçin Önemli Notlar / Sosyal Bünyemize Uygun Konut Tipleri (bir heyetle) / Aşkan Yolu (bu basılmadı)
*Şehrengiztarzındaolanlar: Konya/ Karaman/Eskişehir/ Kahramanmaraş
/ Sakarya / Oş / Hatay /Konya hatırası.
*Hatıra ve deneme tarzında ise, Arif Ağa’nın Tuz Değirmeni, / Kelebek Kanadındaki Hayatlar / İşte Biz Böyleyiz / Masal Gibi Öyküler / Türkler İçin Masallar / (bu iki kitap Makedonya’da yayınlandı.)
*Şiir kitapları: Yemenimde Hare Var / Yüreğimde Yare Var / Gölgeli Sokağın Şiirleri / Nil Nehrinde Nilüfer (iki bası)
*Destan şiir tarzında: Mir Ali ile Gül Hanımın Destanı / Ötüşün Kuşlar Ötüşün (Türk Dünyası Yazarlar Birliği ödülü)
Bahtı Karahan Makale ve Enternasyonal sempozyum bildirilerinden basılmış çok miktarda bildiriler mevcuttur. Onlarla zamanı işgal etmek istemiyoruz.
Yüksek hizmet ödülü için değerlendirme yapan kurul, (Allahu âlem) bu çalışmaları hatırladı, dikkate aldı, sağ olsunlar.
Geçtiğimiz aylarda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne uzun bir seyahatiniz oldu. Bir görüşmemizde Kıbrıs’la ilgili de bir şehrengiz çalışmanızın olduğunu söylemiştiniz, bu nasıl gelişti? Bu çalışmanızdan da bahsedebilir misiniz?
“… öyleyse bir (hayırlı) işi bitirince hemen bir başkasına sarıl…” ilahi emrine uyarak, zihnimizi, daha doğrusu nefsimizi serbest bırakmak istemiyoruz. Bu sebeple çalışmanın biri neticelenince diğerini başlatıyoruz. Şimdi, buyurduğunuz gibi Kıbrıs’ın değerlerini yeniden keşfe niyetlendik. Aslında bildiğimiz veya bildiğimizi vehmettiğimiz Mavi Vatanı yeniden keşfetmeye, az bilinen değerlerini daha yakından hissedip kitaplaştırmaya çalışacağız. (Bu bizim niyetimiz. Mevla ruhsat verirse elbette.) Yüzey çalışmaları sonunda fevkalade kaynaklara ulaştık ve yeni bir Kıbrıs’ın, hatta birçok Kıbrıs’ın farkına vardık. Şaşırdık ve heyecanlandık. Şimdi bu hayali yaşıyoruz. Hüsn-i hatimesi için sizin de duanıza ihtiyacımız var.
Kıbrıs konusunda sizin ve Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin milli hassasiyetini biliyoruz. Kıbrıs Barış Harekatı’nın 50. yılı vesilesiyle Kıbrıs’a bir kültür çıkarması yaptınız. TYB ordunuz harikaydı ve yeni fetihler yaptınız. Biz bunu hissettik, daha sonra giderek yerinde gördük. Size ve bu kuruma olan hayranlığımız ziyadeleşti. Allah say’inizi devamlı kılsın ve meşkur eylesin. Kıbrıs bizim için zannedildiğinden çok daha fazla mana ve değer ifade ediyor. Ve bu heyecanımız her türlü hamasetin dışında ve üstünde devam ediyor. Sizi ve merkez yönetimimizdeki dostları tebrik ediyoruz.
Son ziyaretimizde mavi vatanın yeşil adasını Şehrengiz gözlüğü ile gezdik, dolaştık. İyi tanıdığımızı sandığımız Kıbrıs konusunda bütün ezberlerimiz bozuldu. Bu kıymetli adanın bizim için stratejik önemi dışında, nasıl sonsuz bir kültür hazinesi barındırdığını keşfettik. Şimdilik yalnız Kuzey Kıbrıs’ı yazacağız.
Lefkoşa’nın altında adı bilinmeksizin yatan şehitlerden söz edeceğiz. Onlar ki önce Türk tarihinin gidişatını etkilediler, sonra dünyanın. Türk tarihindeki ilk sosyal konutların burada uygulandığını resimlerle sunacağız. Kıbrıs’ın, Türkler için romantik bir heyecan olmadığını, onun suya düşürülmüş kutsal bir Türk sancağı olduğunu anlatacağız. Sancaklar asla yere düşürülmezler. Çünkü onlar bir milletin onurudurlar.
İlginç keşifler yaptık. Çoğu insanın, hatta Kıbrıslıların belki bildiği, fakat önemsemediği, halbuki o nesnenin, objenin, menkıbenin, köşenin, kişinin... Kıbrıs esprisini tamamladığını elimizden geldiğince ortaya çıkarmaya çalıştık yani bir manada kültür arkeolojisi yaptık. Veya inci avcılığı... Kıbrıs deryası derinliklerindeki benzersiz incileri topladık. Onları irfan sofralarına sunmaya çalışacağız. Çalışmalarımızın ikinci merhalesindeyiz. İnşallah bahara, eriklerle birlikte çiçek açmış olurlar. Samimi bir heyecan ve gayret içindeyiz. Allah’ın yardımına sığındık, hep yaptığımız gibi. Bu sekizinci Şehrengiz olacak.
Şehirler üzerine hem teorik hem nazari çokça çalışmalarınız oldu yayınlarınız tebliğleriniz oldu, Karaman şehrimizde Belediye Başkanlığı da yaptınız, kimi şehir yazarların söylediği gibi kent ve şehir ayrımına katılır mısınız sizce kent neye denir nerelere şehir demeliyiz?
Bu konuyu açmanıza sevindim. Birtakım okur-yazar takımı bile bir yanlışın peşinde yürüyor. Şehir, Farsça bir kelimedir. Anladığımız manadadır.
Arapça kökenli sanılır, değildir. Arapçada da bir “şehr” kelimesi var, fakat o ay anlamı taşır. Şehr-i ramazan gibi. Bir de yine, bizde şehir kelimesinin eş anlamda kullanılan “kent” tabiri vardır. Kentin de kökeni Farsçadır, Türkçe zannedilir, yanlıştır. Bazı ilericiler, Arapça “şehrin” yerine Türkçe “kent” diyelim diye diretirler. İkisi de Farsçadan dilimize, evimize gelen misafirlerdir. Aralarında anlam olarak da bir nüans vardır. Kent kelimesi
20. yüzyıla kadar köy anlamında kullanılmıştır. Şimdi o nüansta kaybolmuş ve şehir kelimesinin yerine oturmuştur. Bu söylenenlerin önemi ve değeri yoktur. İkisi de aynı varlığı, müesseseyi anlatmaktadır.
Asıl önemi ve değeri olan şudur; estetik ve güzellik hızla çekiliyor şehirlerimizden. Çok değil, yüzyıl evvel, biz vardık şehirlerimizde ve bizim tasavvurumuz inşa ediyordu o şehri, şehirleri. Şimdi biz yokuz, ne olduğu belli olmayan bir rüzgâr, bir kaos, kökü ranta dayalı acayip bir anlayış var şehrin hakimi olarak. 100 sene evvel biz şehri inşa ediyorduk ve şehir bizi şekillendiriyor, inşa ediyordu. O zamanki anlayış şehri bir ruh olarak kabul ediyordu. İlginç bir tespitten söz edelim; özellikle şehir estetiği konusunda felsefe üreten bir isim, M. Ali Kılıçbay diyor ki; bazı kentler bana erkekmiş (onlara kent diyorum) diğerleri de dişiymiş gibi (onlara da şehir diyorum) gelmektedir. Uygarlığı da dişi bir olay olarak gördüğüm için, ayrım kendiliğinden netleşiyor. Bana göre şehirler uygarlık yanları ağır basan yerleşim yerleri, kentler ise daha çok insan ve bina yığılmaları olarak ortaya çıkmaktadır. Şehri neden dişi bir oluşum olarak gördüğümü açıklamalıyım: Uygarlığın beşiği olan şehir bir kadın icadıdır. Yani şehrin varlığını mümkün kılan yerleşik hayata, yani şehir hayatına geçmeyi zorunlu hale getiren tarımı kadınlar buldular. Barınak ve korunaktan, yani doğanın sunduğu imkanlardan eve, yani üretilmiş konuta götüren sürecin her anına damgasını vuran yine kadınlar olmuştur.”
Özetle şu söylenebilir: Şehir, bugün ve geçmiş zaman için anlatabileceği hikâyesi olan, tarihi olan, muktesebatı olan bir oluşum, ruhu olan bir varlıktır. Kent ise bir şeyler anlatabilmek için çabalayan, bu esnada çoğu zaman kafası karışan ve nereden estiği belli olmayan rüzgâr ve hareketlere karşı tavır belirlemeye çalışan bir oluşumdur. Huzurdan ziyade bir güç gösterme, bir yarışma alanıdır. Sözü bir tek örnekle müşahhas kılalım: Eski Konya yerleşimi şehirdi, Selçuklu yerleşimi ise kenttir. Daha önce birkaç cümleyle ifadeye gayret ettik. Tevazu bir yana, buyurduğunuz gibi gerek nazari gerekse uygulama olarak tecrübelerimiz var. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde beş yıl (bizim için altı yıl) ülkenin ve dünyanın tanınmış, gerçek uzmanlarıyla eğitildik. Sedat Hakkı Eldem, Muammer Onat, M. Ali
Handan, Utarit İzgi, Köksal Anadol, Ahmet Kutsi Tecer, Burhan Toprak, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Hüseyin Gezer, Gündüz Gökçe, Bülent Özer, Emin Barın... gibi dünya ölçeğinde uzman hocaların atölyelerinde çalıştık. Sanat tarihi konusunda Oktay Aslanapa’nın danışmanlığında Faruk Sümer, İbrahim Kafesoğlu, Nurhan Atasoy... gibi Türk sanatı tarihini gerçek ölçüde bilen ve uzman olan hocaların tedrisinden geçmek kısmet oldu. Şükr’olsun.
Uygulama olarak Konya’da, Ankara, İstanbul, Libya, S. Arabistan... da büyük ölçekli uygulamaların içinde, çoğu zaman başında olduk. Bu tecrübelerden sonra çocukluk ve ilk gençlik çağlarımızı sokaklarında yaşadığımız Karaman’da, bir fırsat zuhur etti. Oraya belediye başkanı olduk. Şerefle, keyifle gittik. Eşimin de Karamanlı olması, konuyu daha da heyecanlandırdı. Onunla, oradaki iyi insanlarla birlikte, Karaman’ı yeniden planladık ve onlara, Karamanlılara, tarihin seçilmiş şehirlerinden, başkentlerinden birinde yaşamakta olduklarını tekrar hatırlattık. Hazreti Mümine Hatun, Hazreti Mevlana’nın validesi, kendisi ve ailesi bizi konuk ettiler, sinelerinde muhafaza ettiler. O heyecanla çalıştık, beş yıl süreyle çoğu geceler uyumadık ve şehrin sadece bugününü değil gelecek 50 yılını planlamaya çalıştık. Bunların öncelikli olanlarını uygulamaya aldık. Ve önemlisi, halkı aydınlık günler için umutlandırdık, inandırdık. Çünkü biz yaptıklarımıza inanıyorduk.
Şiir size neyi ifade ediyor, şiir ve şehir deyince neler söylemek istersiniz?
Şehir ve şiir buyurdunuz. Birbirine aşina iki güzel unsur. Divan şairi hayalini gezdirirken hep şehri anlatmıştır. Yetenekleri olan herkes gibi eski zaman şairi de şiirini hep şehre dönerek söylemiştir. Fakat buna rağmen modern çağdaki şair kadar şehirle içli dışlı değildir. Nedim, İstanbul’u yüceltirken, mesela Cahit Külebi veya Orhan Veli kadar gerçekçi veya halkın özünde değildir. Behçet Necatigil günün şehrini anlatırken, ağlamaz, sızlamaz, şikayet etmez, suçlamaz, abartmaz ama şehrin ta yüreğini okur, onu anlatırken düz kelimelerle bile insanın kalbine imkânsız duygular sunar. Yaşayan şehri anlatır.
Rahmetli ile Yenikapı’da “Darvakit” bahçesindeki sohbetlerimizi hasretle hatırlıyoruz. Harikulade bir şehirliydi, şehrin içinde boyut kazanmış şiirden bir heykeldi.
Önümüzdeki dönemlerde yapmayı düşündüğünüz çalışmalar, edebi faaliyetler muhakkak ki vardır bununla birlikte ülkemiz adına geleceğe dair söylemek istediklerinizi de bizimle paylaşırsanız istifade etmiş oluruz. Saygılarımla başarılı huzurlu, sağlıklı yıllar dilerim.
Önümüzdeki dönemler için kendimizi tamamen zuhurata, kadere, kısmete, yazgıya bıraktık. Yani zamanın akışına tabi olduk. Nefes alabildiğimiz sürece okuyacağız, gözlerimizin himmetine sığınacağız. Dizlerimizde derman olduğu sürece yürüyecek ve gezeceğiz. Dünyanın ve bu dünyalar güzeli memleketin görülecek, keşfedilecek o kadar çok yeri var ki. Biz daha oraları görmedik. Buna rağmen kutsal ormanın serinliğine sığınmak, kuş ve yağmur, kar ve güneşin musikisine kulak vermeye de her an hazırız. Söylenecek o kadar çok ve güzel söz var ki onların bitmesini beklemek muhaldir. Çünkü söylenen en yeni söz, söylenmiş en eski sözün tekrarıdır. Yani daha önce söylenmiştir vesselam.
Dikkate aldığınız, hatırladığınız ve şu değersiz sözleri kaydettiğiniz için size ve TYB teşekkür ederiz. Belki bir gün birileri bu notları rastlar ve bir Fatiha’ya vesile olur. Umudumuz ve niyazımız bunun üzerinedir.
Sağ olun.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.