DÖRT ADEME DÖRT ZAMAN

DÖRT ADEME DÖRT ZAMAN

Işık Yanar'ın Dört Âdem adlı ilk romanı Hece Yayınları'nca yayınlandı. Son dönemin genel postmodern eğilimlerinin dışında olan Dört Âdem; gündelik...

A+A-

Işık Yanar'ın Dört Âdem adlı ilk romanı Hece Yayınları'nca yayınlandı. Son dönemin genel postmodern eğilimlerinin dışında olan Dört Âdem; gündelik hayatın alabildiğine canlılığı, diriliği üzerine kurulmuş. Her yeni dönem edebiyat anlayışının sanki öncekileri geçersizleştirdiği sanılarının aksine; hayata, kültürel değerlere atıf yapan; kelimelerin gücünü kendi kurgusunda değil de, yaşanmışlıklarda arayan gerçekçi bir roman. Işık Yanar anlattığı tipin ruh hallerini aktarabilmek için ritimden oldukça faydalanmıştır. Örneğin Oruç'u anlattığı bölümlerde ayrıntılara o denli önem verir ki cümleler neredeyse hiç akmaz, adeta aynı yerde dolanıp duruken; Cihan'ı anlattığı bölümlerdeyse diyaloglara çokça yer verir ve her cümle nerdeyse bir eylem bildirir. Roman bazı yerlerde ağırlaşır, ağırlaşır; bazense soluk soluya bir koşuya döner. Romana zaman zaman girdiği deneme parçacıkları yazarın metne açıkça müdahalesi gibi durmaktadır. Deneme cümlelerinin anlatının akışını akamete uğratması önemli bir zaaf olarak görülebilir. Bu konuyla ilgili sorumuza, yazarın verdiği yanıtlar umarız okuyucu için tatmin edici olur. Yeni roman çalışmaları da olduğunu bildiğimiz Işık Yanar'ın bu ilk kitabı, inşallah başkalarını da cesaretlendirir ve roman çalışmaları Müslümanların gündeminde hakettiği yeri bulur.

İslâm'da, Hıristiyanlık'ta olduğu gibi itiraf etme geleneği olmadığı ve İslâm'ın bireyselleşmeyi engellediği iddia edilerek; ülkemizde romanın gelişemeyeceği, gelişse bile futbolumuzun geldiği düzeyden daha ileriye geçemeyeceği tartışıldı bir dönem. Bu tartışmalar ışığında romana nasıl bakıyorsunuz?

Bu soruyla daha önce de karşılaşmıştım. İslam geleneği olan toplumda romanın söz konusu olamayacağı söylenmişti bana. Olsa da bu çabanın bir kıymet ifade etmeyeceği. Bu soruyu, düşünülen ve yapılan arasındaki ayrımdan kaynaklanan gevezeliklerle geçiştirmemek lazım. Öncelikle şunu söylemek istiyorum, Türkiye'deki insanlar farklı hayat kültürlerinin geleneklerini harmanlama kapasitesine doğuştan sahip. Her vatandaş zihnini hem İslam hem de batı kültürüne tahsis edebiliyor. Yani laik insanların İslam hakkında söylemek istedikleri olduğu kadar İslamcılarında laiklik hakkında söylemek istedikleri vardır. Ama dediğim gibi bu iç içe geçmiş bir konumdan kaynaklanmakta. Dolayısıyla bu ülkede modernliği ve batıyı eleştiren birisi size Farabi'den bahsetmeyip Heiddeger'den bahsederse daha gerçekçi kabul edilir. Romanın bu ülkenin geleneklerinde olmadığını söyleyen bir düşünür başka yerde, Robinson Crusoe'yu Daniel Defoe değil de bir Müslüman Arap'ın yazdığını söyler. İbn Rüşd'ün, İbn Sina'nın batı felsefesi üzerindeki etkisinin önemli olduğunu söyleyen bir yazar, bir başka yerde Aristo ve Platon'un İslam üzerindeki etkilerinden doğan düşünme biçimlerini eleştirir. Böyle sürüp giden oldukça kabarık bir liste mevcut. Buradaki ayrım, farklılık adına ne derseniz deyin kapanmak üzere. Üstelik bunu, muhafazakar, İslamcı gelenekten gelen insanlar başarmak üzereler. İtiraf geleneği ise elbette batıdaki anlamda söz konusu değildir. Ama burada referans noktasından başlayan bir ikircim söz konusu. Yani romanın kaynağının bir itiraflar silsilesiyle ilişkilendirilmesi hususunda bir problem var.

Dört Âdem son dönem roman eğilimlerinin tamamen dışında. Edebiyat ortamı postmodern roman anlayışını öne çıkarıp dururken, siz niye bu genel eğilim dışında kalmayı tercih ettiniz?

Edebiyatın büyük bir geleneği mevcut. Her yazar bunu besler ve yazarlar kişisel ilişkilerle de bunu pekiştirirler. Faulkner, "yazmayı diğer yazarlardan öğrendim" derken ya da Orhan Pamuk, "Türk yazarlardan, yazarlığa ilişkin tavrı öğrendim" derken aynı noktayı vurgular. Her yazar geçmişi bildiği kadar bu zamanda yazar. "Ses ve Öfke" ismi Shakespare'nin bir şiirinden alınmıştır. Oğuz Atay hayranı bir yazar ilk roman olarak "Cevdet Bey ve Oğulları" gibi tam anlamıyla klasik bir romanla yazarlığa giriş yapmıştır. Buna şaşırmamak lazım. Bu büyük gelenek içerisinde yazarlar için bir çok seçenek vardır. Dolayısıyla bir yazar için yaşayan yazarlar kadar diğer yazarlar da önemlidir. Ben süregelen böyle bir geleneği takip ettiğim ölçüde onlardan hem güç aldığımı hem de bir katkı yaptığımı hissederim. Kimi yazarlar için modern dönem postmodern dönemden daha etkili ve önemlidir. Kimisi için klasik dönem, modern döneme geçiş hala aşılamamış eserlerin verildiği bir çağdır. Ne olursa olsun yazarlar bu gelenekle ilişkilerini farklı düzeylerde belki dönüp dönüp okudukları kitaplar vasıtasıyla, isimlerini herkesten gizledikleri şair ve yazarlarla sürdürürler. Bu etkilenmede tarihsel bir zincirin bulunduğuna da katılmıyorum. Daha çok edebiyatçıların bulunduğu bir atlastır bu. Dönemler bu atlasta önemlidir ama en önemlisi okurun beğenisi, hayranlığıdır. Bu hayranlıkla yazarlar arasında kurduğu köprülerdir. Ama yazarlar, bu köprüleri kurmak yerine belli bir yazın anlayışının sınırlarından çıkmamaya yeminli hale getiren süreçlerden geçmeyi de seçebiliyorlar. Oysa her yazarın kendi yazarları, şairleri ve düşünürleri vardır. Mehmet Akif için Değirmenimden Mektuplar çok önemli bir yapıttır ya da belirli bir eğilim için Mayakovski çok önemli bir şairdir; fakat her iki yazar da benim için çok şey ifade etmez. Conrad, Dostoyevski'den nefret eder, Faulkner Hemingway'ı Afrika saçmalıklarını yazmakla suçlar. Bu liste uzayıp gidebilir ya da listelerimizde bir çok isim üzerinde ittifakımız vardır. Ama bu Türkiye'de belirli eğilimlerin üzerine kuruluyor ve Avrupa'daki bir çok sıradan yazar oldukça önemli hale getiriliyor. Bu da bir genç yazarın yolunu bulmasındaki güçlükleri artırıyor. Şunu da belirteyim bu dönemin yazarlarından hiçbir şey öğrenmediğimi ve etkilenmediğimi de söyleyemem. Tabi bir de ne yazarsanız yazın yaşadığınız dönemle mutlaka ilişkilendirileceksinizdir.

Romanınızda farklı anlatı biçimlerine yer veriyorsunuz ve yer yer denemeye yakın bir dil kullanıyorsunuz. Bu deneme parçacıklarının romanın genel akışını zedeleyebileceğini düşündünüz mü; çünkü bakış açısının kayması söz konusu olabiliyor. Açıkça yazarın metne müdahalesi olarak görünen bu parçalar neyin çabası?

Yaşar Kemal, İnce Memet'in girişindeki Çukurova tasvirinden dolayı çok eleştiri aldığını söylemişti. Hatta o bölümü atmak istemediği için romanın basılması tehlikeye girmiş. Ama umursamamış, "Yeni Cami'nin önünde arzuhalcilik yapacağını" söylemiş. Yapıtlar için her zaman söz konusu olan bir eleştiridir bu. Yapıt okurun okuma soluğunu tabi ki kesmelidir. Ama onu kendi zamanına çağırmalıdır. Demek istediğim kendisini çok çabuk bir şekilde ele vermemesi değil bunaltmak hiç değil. Her yazar metne müdahale edebilir. Bundan doğal bir şey yoktur. Akışı en yüksek romanlarda dahi bu görülebilir. Aynı zamanda bu sanat eserinin ayırt edici unsurudur. Gogol'un Rusya'nın sefaletini Ölü Canlar'ı bitirmeme pahasına anlatması, Proust'un Tolstoy-Dostoyevski karşılaştırması, Kemal Tahir'in siyasi notları, Peyami Safa'nın insan ruhuna dair savları ilk aklıma gelenlerdir. Kimi okur elinde kalemle altını çizeceği cümleler arar kimisi ayraç bile kullanmaz. Böyle bir zenginlik kitabın içerisinde barınmalı diye düşünenlerdenim.

n Çalışmanızda ayrıntılara çok önem vermişsiniz. Bunca ayrıntı niye? Üstelik dilsel akışkanlığı akamete uğratma pahasına?

Ben insanların, dört insanın hayatını anlatırken onların hepsi için ayrı bir dünya kurmaya çalıştım. Bu dünyaların zaman ve mekanları oldukça farklı. Bu farklılıktan dolayı değişik anlatı biçimlerinin kullanılması gerektiğini düşündüm. Tek bir dil tutumuyla bütün bir roman anlatılsaydı sanırım bir şeyler eksik kalacaktı. Yani kahramanlardan birisi bütün detayların farkında ama diğeri için bu detaylar önemsiz. Buna ek olarak şu da söylenmeli: Ben de romanda anlattığım insanlar da seksenli yıllarda çocukluklarını ve doksanlarda da gençliklerini yaşadılar. Birçok farklılığı kültürel değişimin zirvesinde tattılar. Görsel kültürü bütün hücrelerine dek sindiren bir kuşağın mensubuyum ben. O dünyadan kopunca etrafımda her şeyi sanki yeniden keşfettiğim duygusuna kapılmıştım. On iki yıl boyunca evimde televizyon yoktu. Odamda benden önceki sakinlerin çaktığı çivileri saydığımı hatırlıyorum. Bu radikal bir değişime verilen radikal bir cevaptı. Bu radikallik içinde her şeyin benim tarafımdan keşfedilmesi ve tanımlanması lazımdı. Görünen dünyanın gerisinde, şehirlerin ruhlarındaki gizem, en temel noktada yani sıfır noktasında bir insan ve dünya algısı. Hayatı yeniden kurma heyecanı. Büyük bir bölümümüz öyle ya da böyle o dönülemeyecek yollardan geri döndü. Sonunda bu özellik bize miras kaldı.

Romanın final bölümünde: "En büyük keşif, ortak bir temanın etrafında, hayallerle esneyebilen bir hayat yanılsamasının oluşturulmasıydı" diyorsunuz. Bir ilkokulun bahçesinde, Âdem'in macerasıyla başlayan romanın ilerleyen bölümlerinde aslında biz Âdem'in başka yanlarıyla tanışmış oluyoruz. Her yeni tip Âdem'e gönderme yaparak, bize aynı hayatın yanılsamalarını taşıyor. Yanılıyor muyum?

Evet, roman boyunca kahramanlar geriye dönerek yaşlanıyorlar. Bir nevi anılarla. Bu anlamda hayatı erteleriz çünkü anılar yanı başımızdadır. Diğer taraftan farkında olmadan yaşlanmışızdır. Tanpınar'ın takvim zamanı dediği şey ilerlemiştir. Ben zamanı, insanın nasıl yaşlandığı temelinde ele almaya çalıştım. Yani aslında temel meselem zaman değildi. Bizim onu nasıl değerlendirdiğimiz, yaşadığımızdı. Sonuçta ortaya zamanın hayatımızın belirli dönemleri arasında nasıl sıçradığı çıktı. İlk sıçrayış çocukluktan başlıyor. Sizin de dediğiniz gibi her yaş ona dönmek zorunda kalıyor. Ama burada bir döngüsellikte var. Yaşlandığınız zaman çocukluğa daha yakınsınızdır. Çok kullanılan bir deyim vardır, bir ileri iki geri gitmek. Düşünün bir adım öne attığınızda iki adım geri gidiyorsunuz. Ama geçmişi de tekrar etmiyorsunuz. İleri doğru atılan her adım hep ileride kalıyor. Şimdiki zamanın içinde kendisini her günle yeniliyor. İşte tam olarak böyle yaşlanıyoruz.

Yine finalden bir alıntı: "En önemli arayış, insanın aldığı mesafenin boyutlarını görmeye çalışmaktır" diyorsunuz. Romanınızın alışık olduğumuz bir finalle bitmemesi; uçlarının açık kalması, Âdem'in kıyamete kadar sürecek macerasına bir gönderme mi acaba?

Aslında roman bir olay etrafında sona eriyor ama söylediğiniz gibi okurun zihninde bıraktığı anlamın ucu açık. Ucu açık kalmalıydı çünkü önümüzde bilmediğimiz bir süre, birçok hayat var. İnsan olarak biriktirerek yaşadığımızdan geçmişi birçok açıdan ele alma şansımız var. Tarihte metodolojik çalışmalar, gizli tarihler, resmi tarih dışında araştırmalar yapan tarihçiler var. Ama asıl karanlık geleceğin içerisinde. Ona yaklaştıkça uzak düşüyoruz. Bu ise, o gelecekten çok daha bağımsız bir başka yerde oluşumuzdan ve ömrümüzün başka başka yüzleriyle onun bize yaklaşmasından kaynaklanıyor. Bizse her seferinde onu kurmaya, belirli sayılarla ifade etmeye meyilliyiz. Herkesin kendisine sakladığı fikirleri, sırları, hayata dair ip uçları vardır. Bunlarla onu belirlemeye, kurmaya çalışır. Ama bir de bakar ki o tasarladığı dünya hayatının üzerine balyoz gibi inmiş. İşte kırılan o parçaları toplamak bizim trajedimizdir. Bu trajedi, bazı kısa anlar dışında birikerek bizi ölüme taşır. O yüzden yaşlılar her şeyi hatırladıklarını sanırlar ve her şeyi anlatmak isterler, torunlarının hayatlarını düzenlemek isterler, onları eksik bulup azarlar, huy olarak kime çektiğini araştırırlar. Bu bitmeyecek bir maceradır.

Yeni Şafak Kitap Şubat Sayısı

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.