Gazeteci Gözüyle Sivas ve Divriği
Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) Konya Şubesi’nin ‘Yazılacak Çok Şeyimiz Var’ sloganıyla başlattığı kültürel gezilerin 24’üncüsü, Sivas-Divriği oldu. TYP Konya Şubesi binasının önünden 4 Temmuz 2025 Cuma günü saat 10.52’de hareket ettik. Aksaray Ulu Camisinde Günlerin Efendisine, iki rekât zaman ayırdıktan sonra câmi çıkışında; Konya Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün 10 Muharrem 1447 Aşure Günü dolayısıyla dağıttığı aşurenin tadına baktık. Yarım saatlik moladan sonra Sivas’a, yolda bize yedi rengiyle birlikte parlayan ebemkuşağının altından geçerek iki gece konakladığımız Malia Otele saat 18.25’te vardık. Akşam yemeğinden sonra kıymetli eşimle birlikte iki buçuk kilometre yürüyerek sabah gezeceğimiz şehrin merkezindeki tarihî yerleri, akşam gözüyle de gördük.
SİVAS’A TURİST NEDEN UĞRAMAZ?
Soğuk bir havada içimiz, Sivas Dârüşşifası’nın havuzunun kenarında tanış olduğum halı/kilim satıcısının ısmarladığı sıcak çaylarla ısındı. Halıcı Ali’yle Sivas’ı konuşurken “Sivas’a ve buralara yabancı turistlerin yolu pek düşmez. Hatta yerli turistler bile uğramaz!” sözlerini, turizm ve kültür açısından son derece düşündürücü buldum. Sivas’ı gündüz gözüyle gezerken bu sözlerin ne kadar doğru olduğunu da gözlemledik. Alışveriş yapmak için girdiğimiz bir dükkânda 200 gr. ekmeğin fiyatının yeni gelen zamla 12.5 lira olduğunu, belediyenin ise 11 liradan sattığını öğrendim. Sivas’ta bizim Konya’da olduğu gibi dolmuşlar yok. Belediye otobüsleri ve Özel Halk Otobüsleri var. Otelimize giderken bindiğimiz “Bağdat” yazılı halk otobüsüne adam başı 25 lira verdim. Kartta tutuyor ve peşin para da veriyorsunuz.
5 Temmuz Cumartesi günü Sivas merkezde bulunan Atatürk ve Kongre Müzesi ile Sivas Lisesi’ndeki Etnografya Müzesi’ni gezdik. TBMM’ye 2009’da devredilen bu binanın 2 Eylül – 18 Aralık 1919 tarihleri arasında Millet Meclisi gibi kullanılan ve Millî Mücadele’nin yönetildiği önemli bir karargâh olarak kullanıldığını hatırlatmak isterim. Ayrıca Mondros Mütarekesi (1918 – 25 madde) ile İngilizler, Osmanlı Devleti’ne siyasî, askerî ve ekonomik olarak ciddi sınırlamalar getirdiğini biliyoruz. Günümüzde ise bu sınırlamaları Amerika ile AB Konseyi yapıyor. Kopenhag Kriterlerini küçümsememek lâzım.
Osmanlı döneminde (1580) yapılan Kale Camisi, Selçuklu devri eserleri Çifte Minareli Medrese, Buruciye Medresesi, Şifaiye Medresesi, İzzeddin Keykavus Türbesi’ni gezdikten sonra Gök Medrese ve Sivas Ulu Camisi’nde ruhumuzu dinlendirdik. Mekteb-i Sanayi İmalathânesi (1914) olarak yapılan ve 2009’da Sivas Arkeoloji Müzesi olarak açılan müzede Sivas’ın geçmiş Roma ve Hitit dönemine uzandıktan sonra Sivas Zanaatkârlar Çarşısı ve Müzesi’ndeki esnaflara merhaba dedik. alışveriş yaparak bir Sivas bıçağı aldım.
ÂŞIK VEYSEL SÖZLÜĞÜ
Kent Meydanı’nda bulunan Sivas Belediyesi’nin yaptırdığı Âşık Veysel Müzesi’ni gezerken Âşık Veysel Sözlüğü bölümü dikkatimi çekti. “Bac” yazılı yuvarlak şeyi döndürdüğünüzde karşınıza şu cevap çıkıyor: “Yol haracı, zorla alınan para, (gelip geçen yolcuların bac’olur). “Sünmek” kelimesinin Âşık Veysel Sözlüğündeki anlamı şöyle: “Uzamak (herkes bir maksatla serpilir süner). Bu binanın giriş kapısının üzerinde “346 Buluşma Noktası” yazılı. Binanın en üst katında “Kafe-Restoran”, giriş kısmında ise Tarihi Kent Meydanı Yemekevi” var. Mis Kebapçısı kapalı olduğundan Sivas köftesinin tadına, belediyenin Yemekevi’nde baktık.
ŞEHİR MÜZESİ’NDEKİ SİVAS BASIN TARİHİ
Şehir Müzesi’ne girerken sağ taraftaki duvarda yazılı “Beni oku, beni izle, beni dinle, beni gör, bana dokun, köklerimde tarihin ve kültürün var! Ben Sivas’ım” sözleri, sizi karşılıyor. Burada Basın-İletişim Tarihi bölümü dikkatimden kaçmadı. Sivas’ın “Karanlık Dönem”i, Hitit Krallığı’nın yaklaşık İ.Ö 1200’lü yıllarda parçalanmasını ardından, Anadolu’nun içlerine doğru Balkanlar, Kafkaslar ve Suriye’den göç dalgalarıyla başlıyor. Yâni İÖ 1200 – İÖ 800 yılları arasında herhangi bir kültür kalıntısına rastlanmadığı, şehirler yağmalanıp ateşe verildiği için “karanlık dönem” olarak adlandırılmış. Konya’nın karanlık dönemleri ise; Haçlı saldırıları ile Moğol istilasının yaşandığı dönemdir.
Sivas’a ilk matbaanın 1878’de “Vilâyet Mabaası” olarak kurulduğu kabul ediliyor. “Sivas Gazetesi” de yarı resmî olarak o yılda basılıyor. İlk özel gazete ise 1909’da çıkan Vicdan Gazetesi’dir. Vicdan’ı Kızılırmak (1919), Mücahede-i Milliye (1921) ve Gâye-i Milliye gazeteleri izleyecek. Millî Mücadele’nin Sivas’tan yükselen sesleri arasında İrade-i Milliye Gazetesi de vardır. Atatürk Sivas’ta iken 16 sayı basılan İrade-i Milliye 250 sayı olarak 1922 yılına kadar çıkmaya devam etmiş. Sivas’ta 1950’ye kadar 11 gazete yayım hayatına başlamış, 1960’da bu sayı 20’ye kadar ulaşmış. 1971-80 yılları arasında 12’ye, 1981-90 yılları arasında ise 8’e düşmüş. 2001- 2010 arası 23 gazeteyle yükselişe geçse de dijitalleşmeyle birlikte bu sayının İnternet Gazeteciliğine doğru evrildiği herkesin malûmu.
Bir Milli Piyango satıcısında üç mahallî gazete gözüme ilişti. Birinin adı İRADE idi. Konya’nın Milli Mücadele’ye yayınlarıyla destek veren gazeteleri ise; Babalık ile ÖĞÜT’tür.
BELDELERİN ANASI SİVAS’TAN DİVRİĞİ’NE
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde, Sivas için düşündürücü şu ifadeleri kullanıyor: Sivas Şehri’ne tarihçiler “beldelerin anası” demişler, tüccar ve seyyahlar ise “Rum şehri” demişler. Acem dilinde ”Arpaçukuru” diye isim vermişler. Gerçekten de beldelerin anasıdır. Bütün Arabistan’da kıtlık ve yokluk olsa dünyanın anası Mısır bütün Arz-ı Mukaddes’i, doğu illerini, batı illerini ve Irak toprağını doyurur ama Rum diyarında, Yunanistan’da, Makedonya ülkesinde buğday kıtlığı olsa bu beldelerin anası olan Sivas Vilâyeti, o vilâyetleri doyurur. Bu yüzden beldelerin anası diye isim vermişlerdir.”
“Beldelerin anası” Sivas’tan 6 Temmuz Pazar günü Sivas’tan sabah erken saatlerde ayrılarak 150 km. mesafede bulunan Divriği’ne vardığımızda, bizi, Divriği Kalesi ve “Divriği Ulu Câmii ve Dârüşşifası” ile rehber Mustafa Yıldırım karşıladı! Tarihî bir şehir olan Divriği’nin rehbersiz gezilemeyeceğini ben ondan öğrendim. “Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı?” suali burada yine karşımıza çıkıyor. Gezseniz de, okusanız da tarih kokan Divriği’ni gezerken rehberiniz Mustafa Yıldırım gibi olsun. Hem camiyi hem şifahâneyi kafilemize, gayet anlaşılır bir üslûp ve güzel cümleler kurarak dinleyenleri sıkmadan gezdirdi. Hele Cennet kapıyı anlatışı çok hoştu: “Temmuz-Ağustos’ta sabah 7’de bu Cennet kapının ortasında namaz kılan kadın gölgesi çıkar. Cennet kapının üstünde yer alan yıldız taşları, caminin önünde konuşulan sesi içeriye alır. Şafir taşları ise, caminin içinde okunan Kur’an sesini dışarıya iletir. Ecdat 800 yıl önce hoparlör sistemini yapmış. Şu alttaki sütundaki kazanın altında yer alan motif ise sonsuzluğun işaretidir.”
Divriği ile ilgili yazılacak o kadar çok şey var ki, Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Üşüyorum” adlı şiirinde dile getirdiği gibi; sanki “zikre dalmış her şey.”
DİVRİĞİ İSMİ NEREDEN GELİYOR
Evliya Çelebi, Divriği câmisi için “Öyle bir câmidir ki, ustasının gönlüne Mevla’dan ilham inmiştir. Her taşı zikreder, her sütunu secde eder gibidir. Bu eseri anlatmaya diller kısır, kalemler kırık kalır.” diyor. “Divriği” isminin ise Div-Riğ adında amansız bir devden mütevellid “Hazret-i Zekeriyya asrında Sivas Kalesi sahibi bu Divriğ’i yaptı. Sülayman Nebî’nin hapsettiği devin ismini koyarak Divriği diye isim verdiler. Divriği’nin 1085 tarihinde Selçukluların eline geçtiğini ifade eden seyyah Çelebi, Divriği’ni şu sözlerle methediyor: “Hayat suyu Fırat Nehri kenarına bağlı, bahçeli, bakımlı ve şenlikli, güzel haneler, büyük saraylar ile süslenmiş, cennet bahçeleri ile bezenmiş süslü bir şehirdir. Tamamı 46 mahalledir.”
YEMEKLERİ VE MEYVELERİ GİBİ KEDİLERİ DE MEŞHUR
Çelebi, ağaçlardan kopararak yediğimiz dut meyvesinden de bahsederek “dut meyvesinin renklileri meşhurdur. Özellikle siyah dutu, mor dutu ve beyaz dutunun hoşafı, pekmezi ve şerbeti yeryüzünde yoktur” diye, duttan övgüyle söz ediyor. Seyyahımız ayrıca, Divriği kedilerinden bahsederken ”Divriği’nin kedisi kadar nazlı, cana yakın, sevimli, avcı ve edepli kedi olmaz.” diyor ve ekliyor: “Acem diyarında Erdebil Şehri’ne hediye olarak götürülen kedilerin, Acem’de kafes içinde tellâl başında gezdirip şah pazarında ve bedestende “Bir tümen, iki tümen akçe!” diye şah mezadında satılır Divriği kedisi olur.” “Mihrâbe, maçı, pistan, mestan” diye kedi adlarını da sayan Çelebi, “yani kedi kıymetli olup Erdebil mezadında satılır. Ta bu mertebe Divriği kedisi meşhurdur.
Bu zavallı kedilere Divriği kadılarının müflisçe olanları gayet hasımdır. Senede 40-50 adet kediyi gizlice katledip tabaklattırıp kış günlerinde kürk edip giyerler, Moskof ülkesinin sincap kürkünden asla ayırt edilmez.” diyor. (Kaynak: Seyit Ali Kahraman, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, Yeditepe Yayınları-İstanbul, Eylül 2022, 1.cilt, s. 347-353)
TAŞIN DİLE GELDİĞİ YER: DİVRİĞİ ULU CÂMİİ
Anadolu’nun kadîm beldesi Divriği’de yükselen bu azametli yapı, hem ibadetgâh hem şifa kapısıdır. 13. yüzyılda Mengücekli Beyliği tarafından inşa edilen Divriği Ulu Cami ve bitişiğindeki Darüşşifa, taşın dile geldiği, sabrın sanata dönüştüğü yerdir.
Ulu Camii’nin muhteşem taç kapısındaki silindir şeklindeki denge sütununun, 1939 Erzincan Depremi’nde dönme özelliğini kaybettiğini öğrendiğimde; Kamer sûresindeki şu âyet aklıma geldi: “Şüphesiz, biz her şeyi bir ölçü ve dengeyle yarattık.” Terazi motifi bize neyi ifade eder: Adalet, ölçü ve denge. Her şeyde ölçü kaçırılmaya, kantarın topuzu bozulmaya görsün; bak o zaman başına/başınıza/başımıza neler geliyor…
Tabiat bir denge üzerine kurulmuştur. Hayat ise bir dengeden ibaret. Davul bile dengi dengine vurur. Dünya ile ahireti bir dengede tutan sistemin adı ise: İslâm. Bir aşk ve denge dini olan İslâm’a, Müslümanlık ile kutsal değerlerimize alçakça yapılan saldırılar “muvazeneyi” bozmak için değil mi?.. Aslında denge “Tevhid”in ta kendisi. Ahlatlı Baş Mimar Hürrem, ilk ve yegâne eseri olan din, dili, ırk fark etmeksizin herkese şifâ dağıtan şifanâne ile câminin taş duvarlarına “tevhid-birlik” sembollerini o kadar güzel süsleme sanatıyla bezemiş ki..
Denge sütunu depremlerle yerinden kaydığına göre, bu neyin işaretidir?
O yapının taç kapılarına işlenen Gün Ata (güneş) ve Ay Ata (kamer) yüzleri bize ne anlatıyor?
Arz ve semâ insanın emrine verilmedi mi?
Bin yıllık Türk-İslam medeniyetinin taş kubbeli mührü olarak adlandırılan Divriği Ulu Câmi ve Şifahanesi’ni taşın, sonsuz mânâ ve figürlerden oluşarak zarafete dönüşmüş hâli olarak gördüm. Bu muhteşem yapının "methinde diller kısa" kalsa da, görenleri hayran bırakan bu muhteşem abide eser için kullanılan "Divriği mucizesi" ve "Anadolu’nun Elhamrası" gibi ifadeler az bile…
Bu muhteşem abideyi yaptıran Mengücekli Beği Ahmed Şah ve Fahreddin Behram Şah’ın kızı Turan Melek ile Ahlatlı mimar-mühendis Hürrem’in ruhları şâd olsun. Bu geziyi düzenleyen TYB Konya Şubesi Başkanı Ahmet Köseoğlu başta olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
NAZ MAKAMI NİYÂZ
Rabbim! Divriği Ulu Câmisi ve Şifahanesi’ni bir daha görmeden, namaz kılan ve secde eden kapılardaki insan gölgelerini, dile gelen sembolleri bir daha çekmeden canımı alma. Doğrusunu O (C.C.) bilir.