Hakan Bahçeci

Hakan Bahçeci

TAŞIN FISILTIYLA KONUŞTUĞU YER

A+A-

TAŞIN FISILTIYLA KONUŞTUĞU YER

Bağrında yaşadığımız topraklar Anadolu ismiyle bize hem analık hem atalık yapmaya devam ediyor. Hangi şehrine hangi beldesine giderseniz gidin sizinle konuşmaya, anlatmaya hemhal olmaya devam ediyor. Sizi de dinliyor bu şehirler, konuşuyor, dertleşiyor ve şehir, Anadolu coğrafyasında yeniden inşa ve ihya ediyor kendini.

Anadolu’nun derinliği ve cevheri şehirleriyle gösteriyor kendini bize. Gittiğimiz her şehir uğrak verdiğimiz her belde, başında eğleştiğimiz her çeşme kendine has dili ve edasıyla konuşuyor. Bu kadim şehirlerden biri de Sivas olsa gerek. Nice krallıkların ve devletlerin nice beyliklerin ve padişahların payitaht şehri ve gözdesi… Sivas; Anadolu’nun bağrında çetin kışları, engin dağları, coşkun pınarlarıyla bir Türk yurdu. Ne yana baksanız tarih ne yana baksanız söz ve şiir, ne yana baksanız medeniyet ve kültür.

Konu Sivas, menzil Divriği olunca vesilesine sarılıp düştük yola. Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi tarafından tertip edilen “Yazılacak Çok Şeyimiz Var” gezileri kapsamında Sivas-Divriği gezisine biz de dahil olduk. Şube Başkanı Ahmet Köseoğlu’nun kafile başkanlığında alanında uzman akademisyenler, yazarlar, şairler, fotoğrafçılar ve seçkin bir grup memleket sevdalısı Sivas seyahati için bir araya geldi. Böyle güzide bir heyetle yola gitmek ziyadesiyle faydalı ve muhabbet dolu oluyor elbet.

SİVAS’TA TAŞ KONUŞUR, ZAMAN SUSAR

Gezilerde alanında uzman yazar çizer takımı bilgiler verir, anlatır, düne dair hatıralar aktarır. Hem bilgi hem irfan cem olur. Lakin Sivas’la biz, yazarlar, sanatçılar ve akademisyenler eşliğinde; taşın konuştuğu yerlerde susmayı öğrendik. Nitekim bazı yolculuklar olur; sadece mesafe katedilmez o yollarda, zamanın içinden geçilir. Bir şehrin ruhuna kulak vermek istersiniz; rüzgârına sinmiş efsaneyi, taşına sinmiş sabrı, insanına sinmiş ezgiyi duymak istersiniz. İşte biz de üç gün boyunca Sivas ve Divriği rotasında, tam da böyle bir kültür gezisinin izinde, sözü tarihe bırakıp kalbimizle dinledik.

Sivas bizi, sabırlı bir ev sahibi gibi karşıladı. Gösterişsiz ama derin, vakur ama davetkâr. Tarihi Sivas Valiliği binası önünde başladık Sivas’ı dinlemeye. Sivas, yakın tarihimizin de şahidi ve ev sahibi olarak Sivas Kongresinin yapıldığı binaya çağırdı önce. Bir milletin var olma ahdi ve azminin kararlılığı bu binada cesamete kavuşuyordu belki de. Aynı bina lise çağında talebelerini Çanakkale cephesine gönderen tarihi bir mektep ve o yıl hiç mezun verememiş bir mektep…

Sakince akıp giden şehrin içinden yürüyüp vardık meydana. Kale Camii önünden Şifaiye Medresesine bakıyoruz. Anadolu’nun en büyük şifahanesi tam bir Selçuklu eseri. Sonrası Çifte Minareli Medrese; Sivas denince akla gelen o sembolik yapı ve ondan geriye kalan ön cephe üzerinde iki minare. Taşın sessizce konuştuğu, her kıvrımında ayrı bir çağın izini taşıdığı o büyülü yapı… Çifte Minareli Medrese, sadece estetik bir yapı değil, aynı zamanda geçmişin taşla yazılmış duası gibiydi. Her kıvrımı, her bezemesiyle bizi kendine çekti. Ardından Buruciye Medresesi; ilime, bilgiye, öğrenmeye bu kadar ehemmiyet vermiş atam. Aynı meydan içinde üç medrese, yani üç üniversite, üç ilim merkezi. Üçünün de o muhteşem taç kapıları; doyumsuz bir lezzet alabilene.

Biz sessizce taşı ve dile gelişini dinlerken tarih bilgisiyle donanmış, sanat tarihinde uzmanlaşmış yol arkadaşlarımızın yorumlarıyla sahne başka bir anlam kazandı. Herkes bir duvarın gölgesinde düşünceye daldı; kimi mimariye, kimi metne, kimi sessizliğe kapıldı gitti. Taşın dili vardır derler, ama o dilin mütevazı fısıltılarını duymak için insanın içinde de biraz sessizlik gerekmiş azizim.

Sivas, bizimle konuşmaya devam etti ve Ulu Cami’ye kadar çağırdı. 12. Yy Selçuklu eseri, tatlı bir huzur, az bir güneş ışığı ve derin bir sessizlik daha. Sonrası Gök Medrese; böyle muazzam bir eser yine muazzam bir kapıyla karşılıyor misafirini. Çifte minaresi ve çinileriyle bizi izliyor dünden gelen kelimeleriyle. Gök Medrese, zamanın rüzgârına meydan okuyan bir bilgelik yumağıydı. Mavi çinileri kadar, zamana gösterdiği sabır da etkileyiciydi. Ulu Camii'nin sade ama derinlikli mimarisi ise içimizde bir sükûnet bıraktı. Her durak, başka bir çağrıyı, başka bir hissi taşımaktaydı. Sanki biri sade ama hikmetli bir bilge, diğeri ise zarif bir şiir gibiydi. Her iki yapının da bize şöyle fısıldıyordu belki de: Güzellik, sadelikle yarışmaz; onunla dostluk kurar. Hem bu kadar heybetli ve mütevazı, hem bu kadar dingin ve sade.

Sivas Arkeoloji Müzesi’nde toprak altından gün yüzüne çıkan sabrın ve bekleyişin hikâyesi vardı. İnsan ister istemez şu soruyu sormadan edemiyor: “Bin yıl gömülü kalmış bir çanak, bizden daha mı kalıcı?” Daha bu soruya cevap vermeden Veysel sazı eline aldı. Sözüyle sazıyla ve gönül gözüyle seslenen ozanlardan biri. Müze yapmışlar iyi de yapmışlar. Aşık Veysel Müzesi’nde âmâ bir adamın nasıl olup da kalbiyle dünyayı gördüğünü bir kez daha idrak ettik.

Can kafeste durmaz uçar

Dünya bir han konan göçer

Ay dolanır yıllar geçer

Dostlar beni hatırlasın, diyordu muhtemelen biz oradan ayrılırken.

DİVRİĞİ: SABIRLA YONTULMUŞ BİR DUA

İkinci gün, yolu sarp dağlardan geçen ama gönlü dümdüz bir yer: Divriği. Ve elbette Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası... Herkesin dilinde aynı cümle: “Bu bir yapı değil, bir mucize.” Taşa aşkın, sabrın, inancın sinmiş haliydi adeta. Kapı süslemeleri değil, birer sırdı. Mimari değil, ilahi bir ezgiydi. İçimize işlerken fark ettik: burası anlatılmaz, burada sadece susulur.

Bu yapının önünde konuşmak değil, dinlemek gerekiyordu. Her taş oyma, her simetrik motif, yüzyıllardır dilden dile dolaşan bir hikâyeyi anlatıyordu. Estetikle işlevin, inançla sanatın, sabırla zamanın buluştuğu bu yapı, yalnız Anadolu’nun değil, insanlık tarihinin de bir cevheriydi. Katılımcılar arasında yankılanan fikir alışverişleri, hayranlıkla karışık bir sessizliği bozmadan sürdü. Herkesin gözlerinde bir sorunun cevabı değil, bir hayranlığın izi vardı. Ne şairimiz söyleyebildi ne yazarımız ne akademisyenimiz söze karışmak istedi ne gazetecimiz.

Öğle ezanı dinlendi, namaz eda edildi. Yüzyıllar öncesinde bir Selçuklu Sultanının durduğu safta torunları da niyet aldı namaza. Dualar edildi, gözler taaccüp içinde duvarlarda, süslemelerde, pencerelerde gezindi. En çok da Cennet Kapısı tarafında durdu herkes, hayranlık vardı çokça ve hafif bir gurur belki de. Anadolu’da benim memleketimde, atalarım bir mühür vurmuş ve taşı konuşturmuş.

Divriği, uzun yıllar önemli ticaret yolları üzerinde yer almış. Yüz yetmişten fazla tescil edilmiş konağıyla ve bağrından çıkan demir madeninin karasıyla tam bir Anadolu beldesi. Her ne kadar yol güzergahı günümüzde kenarda ve uzakta kalmış olsa da demiryolu tünelleri, demir köprüleri ile halen çalışıyor. Öte yandan Nuri Demirağ da buralı, yolu düşenler onu ve hikayesini öğrenmek için şimdi müzeye çevrilmiş konağına mutlaka uğramalı.

DÖNÜŞ YOLUNDA GÖNLE DÜŞEN

Üç gün çabuk geçti. Ama yolculuk kısa sürdü demek, eksik bir ifade olur. Zira biz zamanın derinliğinde uzun bir yol aldık. Her durakta biraz daha susmayı, biraz daha anlamayı, biraz daha görmeyi öğrendik.

Her kültür gezisinin gizli kahramanları vardır: programı elinden düşürmeyen katılımcı, her yapının kitabesini okuyan hoca, farklı bir açı arayan fotoğrafçı ve elbette her molada otobüse geç kalan o arkadaş… Gizli kahraman yolun kendisiydi sanırım öte yandan Ahmet Köseoğlu başkan heyeti çok iyi sevk ve idare etti. Memleket aşığı, derdi vefası ve kültür insanı Abdüssettar Yarar Hocamız da iyi ki bu gezide mevcut idi. Selçuklu sultanları ve Konya’da meftun hanedan mensupları ile ilgili müze çalışmalarını ve hatıralarını ilgiyle ve kimi zaman hüzünlenerek dinledik.

Otobüs içi sohbetlerde, Divriği Ulu Camii'nin taşlarındaki zanaat konuşulurken, arka koltuktan şu tespit geldi: “O taş işçiliği benim yazımdan daha estetik.” Hak verdik doğrusu. Sivas’a gelinir de yemekleri konuşulmaz mı… Yiyen yedi, kahvesini içen içti. Kimin ne zaman hangi köfteyi daha çok beğendiği ise gezi boyunca çözülemeyen bir diplomatik kriz olarak kaldı.

Birkaç kişi durmadan not etti, bazılarıysa sadece gözleriyle not aldı, bir başka deyişle "kalbinin kenarına yazdı". Şiirler okundu, anılar dile geldi, en havalı pozlar verildi, gülümsemelerle süslenen yorgunluklar, hatıraların en değerli çerçevesine yerleşti.

Üç günün sonunda geriye sadece ziyaret edilen yapılar değil, paylaşılan anlamlar, kurulan dostluklar ve derinleşen bakışlar kaldı. Kültür birikimimizin sadece kitaplarda değil, taşlarda, mekânlarda ve birlikte yaşanan anlarda da var olduğunu yeniden hatırladık.

Bu yolculuk, bize geçmişi bugün de anlama çabasının elzem olduğunu, taşla yazılmış hikâyeleri birlikte okuyabilmenin ne kadar kıymetli olduğunu gösterdi. Bazı şehirler konuşmaz azizim fısıldar ve sadece bekler, duymak isteyen gelsin anlamak isteyen duysun diye.

 

 

 

    

 

Önceki ve Sonraki Yazılar