TYB, Sille ve yan etkileri

TYB, Sille ve yan etkileri

"Nicedir kavrayamam, haller içinde halim" Dün gece birden bir dem durdum ve düşündüm Sille'de. Oradayken ve yani kültür evinin tam ortasında, bir konuşmayı...

A+A-

"Nicedir kavrayamam, haller içinde halim"

Dün gece birden bir dem durdum ve düşündüm Sille'de. Oradayken ve yani kültür evinin tam ortasında, bir konuşmayı sürdürür, dostları dinlerken, bir vardım orada bir yoktum. Kalbim sıyrılıp geçiyordu zamandan, mekândan sohbeti dinlerken... Zaman zaman, kesik kesik konuşmalar, uğultular duyuyordum, sözler, kelimeler. Ama o an orada benim hissettiğim bir muhabbetti, İbrahim Demirci'nin yanında. Sonra Vural Kaya, Duran Çetin, karşımda M. Ali Köseoğlu, Ahmet Aka ismini yazamadığım diğerleri...

Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesinin sohbet, muhabbet halkasına buyurun diyor, çiçekli böcekli bahçesine çağırıyor, bir çağrı yapıyorduk. Benim de içine beş altı yıl öncesinde dahil olduğum bir halkaydı o. Bu halkada bir zincir olabilmek anlamlıydı benim için. Geriye dönüp baktığımda, yaptım diyebileceğim bir şeyler varsa, kaldıysa herhangi bir şey, bir hedef, çıkar gütmeden, gözetmeden, sadece istediğim için, orada olmayı, böyle bir şey yapmayı anlamlı bulup kendimi anlamlı kıldığım için yaptım. Yapmıştım.

Sonra zaman epritir, heyecanların azalır, yıpranır ya da yıpratırsın bir şeyleri... Bırakıp gitme zamanın, tazelenme, tomurcuklanma zamanı için dinlenmeye ihtiyacın olduğunu düşünürsün. Tomurcuk açma derdinde olmayan kütüktür ne de olsa. Yaşamak törpüleye törpüleye eskitir, aşındırır her daim diri, taze, coşkun kalır zannettiğin, öyle olmasını istediğin değerleri, duyarlılıkları.

Bu hal üzre, yıpranmış, yorulmuş, aramaktan bıkmış, soruları kalmamış, say ki yürüyen ceset olmuş, ruhu bedeninden çekilmiş, özü kurumuş, damarlarından nehirler taşmayan, apatik, heyecansız, canlılık emareleri çevredeki hayat ışıltısının yansımasından ibaret ve kendisi bir ışık yayamaz bir halde iken, bir kenara halvete çekilsem, bir gök çekilse üzerime, sonra bulutlar, yıldızlar, dinse bütün yaralarım, sızılarım, sorularım, sorgularım, koşuşturmacam der insan.

Devam eder sonra, asırlardır seni ararım, sanadır bu yürüyüşüm, dindir bu yorucu kovalamacayı desem, dua etsem, duam olsa, mihraba dönecek yüzüm olsa da bütün yüzlerin, gönüllerin seslendiğine, döndüğüne dönüp seslensem, arzı hal eylesem ve teslim olsam. Seslensem o an, ben artık istemiyorum, istememeyi diliyorum senden. Neyi istemem gerektiğini bilmiyorum çünkü, ne verirsen sen ver, karşıma çıkar, ışıldat, aydınlat, doldur, taşır beni ya da bu hal üzre yanına al! Bir kurtuluş kapısı aralanacaktır elbet. Ve vardır bir umut ışığı sen yönünü döndükçe ve gözlerini kapamadıkça bulacaksın onu her zaman!

Halvet diyorlardı eskiler galiba bu hale, halvet. Bir dost bulsan, bir mekan, bir yer, bir yar, bir sine, yöneleceğin bir kapı, gönül, sema bulsan. Halvete dalsan da beraber aksa üzerinden gelmiş ve geçmiş, gelecek zamanın bütün kirleri, yıkansan, arınsan birer birer... Yağmur diyordu Mevlana, yağmur. Arındırırken kendi kirlenir ama tüm kiri, bir dağdan eğimini bulup akarak, taşarak, yıkarak bazen bir nehir gibi, ummana taşır, orada yakarır, göğe doğru bir yöneliştir onunkisi... Güneş ısıtır, yakar, tutuşturur, kaynatır, hafifletir sonra onu.

Yükseltir yeniden arındırmak, tohumu çatlatmak, çiçeği tomurcuklandırmak, gönle baharı, vuslatı işaret etmek, sonbahara ya da karakışa, uzaklara, ölüme hazırlamak/hazırlanmak için yükselir/yükseltilir gönül, yağmur. (Hangi yükselişte bir inişimiz olmayacağını kim bilebilir?) Ve iner kendisi için takdir edilen bir gönle, bedene, toprağa, saçlara, sineye, surete düşer işte...

Süreç yeniden başlamıştır. Bir damlayken kendin bir bakmış bir ırmak, sonra bir denizde bir damla, bir zerresindir okyanusta... Bir nehir hangi denize ait olduğunun bilgisine sahip midir peki? Nereye akması gerektiğini hiç bilmeden niçin böyle akar da akar? Nedir, kimdir okyanusları dolduran, taşıran, yürüten, med ve cezirlerde milyontonlarca ağırlıktaki suyu göğe doğru çeken sancı, çekim nedir?

Bu gücü kim bilebilir, ölçebilir, tanımlayabilir, sınırlandırabilir. Önüne geçemezsin işte bunun. Sadece ona tabi olup ona kendini teslim ederek, onla uyum içinde yaşayabilirsin. Yoksa viran eder bu çekim gücü seni, o gerçeğe teslim olmazsan, dumandır halin... Bu hal'e teslim olmayanlara göre ise teslim olanların hali dumandır... Teslim olanla olmayanların gözlerinde, kalplerindedir gerçek sözlerinde değil. Anlarsın aradığın doğruyu, kimin sessizliği olduğunu, şeksiz ve şüphesiz, itminan halinde bilir, inanırsın en kalbi sezgiyle. Düşersin yola ve"bırakın, neylerse eylesin şehrin insanı" dersin.

Yağmursan ve sızıları dindirmek için düşüyorsan gökten yere, sel değil çare olmak istiyorsan, hangi zerreye düşeceğin bilgisi sana verilmemiştir zaten. Vay ki sana, kendini şanslı sayarken bir küçük, minik, tutsan, kucaklasan, sarsan tamamen kuşatacağın, dışarıda hiçbir parça bırakmayacağın bir kum tanesine düştüğün için ve fakat o tanecikte gizli çöl sancılarını görmüşsen sonra ki, vay ki vay, o taneciğe mi sana mı vay!

O anda başa gelen tercih edilen değil takdir edilendir. O kum tanesindesindir işte, zaman akıp gidinceye, şems çıkıp kayboluncaya ve seni buharlaştırıncaya ya da yerin dibine geçirinceye kadar oradasındır. Bunun başka açıklaması yoktur aslında. Vahim olan ya da olması gereken vukuu bulmuştur artık... Zerreyi arındırırken kendin kirleneceksin belki. Biri arınırken diğeri kirlenecektir, olsun. O kirlenme de bir arınma bir fıtrattır bu durumda.

Çıkarsın halvetten. Belki yine kirleneceksindir, batacaksındır hatalara, günahlara, yanlış yollara, arayışlara, susayışlara ama işte o halvet, arınma anı içindir bütün bunlar. Bu, rahmet yağsın diyedir gökten üzerine. O'ndan, karşına çıkan işaretlerden, üzerine sekinet inmesi, sevildiğini, gözetildiğini, sesinin, dualarının duyulduğunu anlamak gibi bir şeydir. Gizli işaretler, remz yani, görüp gülümsemek sonra hiç kimse anlamamışken bu işaretlere bakarak, bir daha gülmek...

İnsan kendisinin kim olduğundan ziyade karşısındakine ne hissettirdiğidir aslında. Onunla bir bağ kurarız, anlaşılmaz bir bağ insanlar arasında. Ay ya da yıldız hepimize aynı şekilde parlamaz. Kimi için çok uzaktadır ay ve yıldız kimi için dostun gözbebeklerinde, yüzünde, gönlünde, sinesinde, içten bir sözündedir. Gördükçe onu, dostu, yıldızlar ışıltılar serpiştirilir ondan ruhuna/ruhumuza. Bir an içinde binlerce anı yaşamaktır işte bu. Büyük bir gönül rahatlığı ile, yar olan, candan içre can olan, can özüm, iki gözüm diyebileceğin, ruhuna temas etmiş, ruhunu sana teslim etmiş, bir dosttan, sevgiliden, yardan, dağdan ya da tih çölünden Musa'dan başkası sağlayamaz sana bunları.

Bu hal üzereyken ne gelmesi gereken gelemeyen, gelmeyen önemliydi ne gelmesi beklenmezken ansızın çıkagelen ne de gelmesi gerekip de gelen. Varlık da yokluk da birdi, önemsizdi o dem. "Orada duyumsatmadı kendini yokluk bile" Gönülde bir dost, bir yar, bir yaren olduktan sonra gelenlerin fazlalığı gelmeyenlerin eksikliği hiç'ti. Olması gereken oluyordu belki de, her zaman olduğu gibi, olacağı gibi.

Birden bir dem baktım sohbet bitti. İkrama geçildi. Yendi içildi. Sonra bir hiç hesapta olmayan bir ud taksimi başladı yenip içildikten sonra başlayan başka bir sohbetin eşliğinde. O an aklıma gelmedi, "rindlerin akşamı" ne iyi giderdi. Bıraktım sonra kendimi Ud'un, aynı yerde ama ayrı ayrı duran tellerden çıkan nağmelerine...

Geride bırakıp giderken birçoğunu dostların ve yola düşmüşken yanımda sevgili dostlardan biri ile, Sinan, arabayla, Sille'den gecenin bir yarısı ayrılırken işte, cebime ne zaman koyduğumu hatırlamadığım kaseti çıkarıp, "amentü" dedim, "amentü." "Gecenin gümüş ipliklerden işlenmiş olması/nisan ayı gelince ruhu hafifletir". Nisan ayındayız değil mi dedim, duydu herhalde, baktı, güldük. Mısralar döküldü birden bire birer birer... Sür, dedim, hayat yolda olmak, yola koyulmaktır mı demiştin bir ara... Gecenin sokak lambalarının, arabaların, tramvayların ışıklarından geçiyorduk hızla "pişirilmiş çamurun zifiri tortusunu, ham yüreğin pütürlerini geçtim/gövdemi alemlere zerk ederek, var olduğum kayrasıyla var edenin" mısraları ile birlikte.

Sahi, neydi o fotokopideki şiirin sonu Sinan: "hayat bir ölme biçimidir" mi?

Sille'de bir bahar akşamının, kır kahvesinin, avlusunun, dostların, muhabbetin, gecenin, yan etkisi, bende yansıması işte böyle. Her dem olmaz biliyorum ama o dem bende böyleydi o gece. "Dem bu demdir dem bu dem" Aynı mekânda farklı zamanları yaşadık belki ama kimin ne yaşadığını yazmadıkça, yaşamadıkça, söylemedikçe kim ne bilecek? "Yazmanın anlamı dünyayla ya da kendinle hesaplaşmak, bulduğun bir hakikati paylaşıma açmaktır benim için" demiştim bir soruya cevap olarak o akşam. İşte bu yazıda üçü de mündemiç, içkin ve aşkındır. Vesselam...
Memleket 05.04.2010 http://www.memleket.com.tr/author_article_detail.php?id=11657

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.