D. Mehmet DOĞAN

D. Mehmet DOĞAN

Demirci’nin örsü!

A+A-

İbrahim Demirci’nin ilk şiiri 1975’te Edebiyat dergisinde yayınlanmış. Muhtemelen Erzurum üniversitesinde talebe iken. Bizim ilk kitabımızın yayınlandığı yıl.

Edebiyat’ta yazmak, bir görüş, bağlılık ve tavır gerektirir, hele o yıllarda.

Demirci’nin o zamanlar Ankara’ya gelmişliği, derginin idarehanesine uğramışlığı var mıdır? Eğer uğramışsa, farkında olmadan karşılaşmış olabiliriz. Ankara’nın Akay yokuşundaki Demirler Pasajı hafızamızdan silinmez. Orada Anadolu Fikir Derneği’ne bir oda tutulmuştu. Küçük bir oda, ufak bir masa, bir iki sandalye, minik bir kitaplık…

Arada bir uğrardık, gelenler gidenler olurdu.

Çaprazımızda Edebiyat dergisi vardı. Selâmlarımız karşılıksız kaldığı için oraya gidip gelenlerle bir muarefemiz olmamıştı. Oranın müdavimleri etrafta kendilerinden başka kimse yokmuş gibi davranırlardı. Nuri beyle sadece bir defa orada, aynı mekânda bulunmuşluğumuz var. 1980’lerde, o da arkadaş zoruyla! Bayramlardan bir bayramın üçüncü günüydü galiba. Nuri Şahin Yazarlar Birliği’nde bayramlaşma bittikten sonra “Nuri abiye gidelim dedi”. Demekle kalmadı, çok ısrar etti. Bu bize pek câzip bir fikirmiş gibi gelmedi, ama onun hatırını da kıramadık.

Onun Nuri Bey bağlısı olduğunu bilirdik. TRT’de yönetim değişince aynı odaya tıkıldığımız günlerde ondan sık sık söz ederdi. Çankaya yokuşundan bırakılacak son model mersedes hikâyesini epeyce dinlemişliğimiz vardı…

Daha sonraki mekânımız olan Hatay Sokağındaki Yazarlar Birliği ile Akay’daki Edebiyat yazıhanesi arasında çok fazla mesafe yoktu. Belki de asıl mesafe yazıhane ve idarehane ile “yazıevi” veya “yönetimevi” mesafesinde idi. Israr üzerine Nuri Şahin ve Hilmi Akben’le Demirler pasajının yolunu tuttuk. Selâm verip girdik yönetimevine, selâm alındığını hatırlamıyorum. Oturduk üçümüz. Ve başladı sükût nöbetimiz. Hilmi hemen saatinin kronometresini çalıştırdı. Duvarda bir Kudüs resmi vardı, bir de onun önünde susan Nuri Bey. Susmamız yarım saati geçince Akben işaret etti, ayağa kalktık, hayırlı bayramlar diledik…

Nuri Bey’le mekânında sükut dışında muhavere imkânımız olmadı, anlaşılacağı üzere. Ona Ankara sokaklarında ekseriya bir şeyler yerken rastlardık. Paylaşırdı. Bir defasında muhtemelen Bulvar Palas’ın önünde bir masada birkaç kişi oturduk. Çay içtik, Nuri beyin devrimci fikirlerini dinledik. Tahsilimiz itibarıyla Siyasal Bilgiler’de, Basın Yayın’da bu jargona haddinden fazla muhatap olmuştuk. Sadece devrimciliğe “islâmî” bir kıyafet giydirilmek isteniyor gibi göründü bize. Nuri Bey’le aynı dili konuşuyor, fakat aynı dili yazamıyorduk. Asıl ayrılık bu olmalıydı. O yüzden Edebiyat dergisini bilir, görür, fakat takip ve okuma hususunda pek istekli olmazdık. Bize göre, dil inkılâbı da Türkiye’yi asıl kimliğinden uzaklaştırma devrimlerinden biriydi, hatta birincisiydi. Bu hususta teslimiyetçilik, düşüncede zaafa ve zamanla sistemli bir yıkıma yol açabilirdi.

İbrahim Demirci’yi erken zamanda tanıyamamızı başka türlü izah edemiyorum. Edebiyat dergisi, kuruculardan belli başlı isimlerin ayrılmasıyla daha üstüne kapanmış bir hale geldi. Her hamle başka bir hamle ile yeni bir sonuca ulaşır. Edebiyat’ın ötesi Mâvera oldu! Edebiyat’tan ayrılan veya Edebiyat’ı bırakan ekip Mâvera’yı çıkarmaya başladı. Mavera’ya çok gidip geldik, Erdem Bey, Rasim Bey, Âkif İnan ve elbette Cahit Zarifoğlu ile çok mükalememiz, muhaveremiz, musahebemiz oldu. Cahit Bey derginin yazı işlerini çekip çeviriyordu. Onun ilgisi yazar kadrosunu genişletiyordu.

baskan-koseoglu-ve-mehmet-dogan.jpg

Ahmet Köseoğlu, D. Mehmet Doğan, İbrahim Demirci, İstanbul 2022

 

Edebiyat, şubat 1969’da çıkmıştı, aralık 1984’te kapanmış. İbrahim Demirci, kendisiyle yapılan bir mülakatta “Ben ancak kendi adıma konuşabilirim ve Edebiyat'ın kapanmış olmasının hayatımda bir tür boşluk, hattâ başıboşluk doğurduğunu söyleyebilirim” diyor. Mavera ise 1976’da yayınlanmaya başlanıyor, 1990’a kadar devam ediyor. İbrahim Demirci’nin Mâvera’da yazmadığını söylesek, Edebiyat bağlılığı daha iyi anlaşılır herhalde.

Onu geç te olsa, İbrahim Kardeş olarak Yeni Şafak’ta gıyaben tanıdık. On yıla yakın “Dil Burcu” köşesinde yazdı. “İslâmcı” camianın dille pek işi olmaz! Yeni Şafak’ta dil üzerine yazan bir edebiyatçının olması bu yüzden fevkaladeliktir. Bu yazılarda ölçülü bir arıdil kullanılıyor ve dil yanlışlarına dikkat çekiliyor. Daha baştan yumuşak bir deneme üslubu okuyanı yakalıyor. Onun bu yazıları dâhil bütün yazılarında bir edebiyatçı, hatta sanatkâr hassasiyeti hissediliyor.

İbrahim Demirci’nin doktorası Ahmet Haşim üzerine. Böylece bir saha genişletmesi daha yaptı, diye düşünürüm. Hem de büyük çoğunluğun şair olarak bildiği Haşim’in -bence şiirleri kadar mühim olan- nesirleri üzerinde çalıştı. Ahmet Haşim islâmcıların edebiyat sahasına pek fazla girebilmiş bir isim değildir. “Müslüman saati” muharririnin bilcümle müselmanlar tarafından bilinmesi gerekmez miydi? İbrahim Demirci’nin hayli uzun süre içinde tamamlanan doktora tezi, Haşim’in kelimesiyle “mütekasif” emekle birlikte sanatkâr hassasiyetini de ortaya koyuyordu. Diyebilirim ki Demirci’nin Ahmet Haşim kitabı onu bütün yönleriyle tanımak isteyenlerin mutlaka başvurması gereken bir eserdir. (Demirci Ahmet Haşim’in hakkını teslim ederken, arada bir Molla Kâsımlığı da elden bırakmaz!)

          Yersiz yerlilik!

Burada yine Edebiyat dergisine dönmek lüzumunu hissediyoruz. Dergide “yerlilik” kavramının geniş yer tuttuğu erbabının malûmudur. Bu yerliliğin nasıl bir şey olduğunu daha önce TYB ile Çanakkale Üniversitesi’nin birlikte düzenledikleri “Yerlilik ve Millilik Sempozyumu”nda sunduğumuz bildiride ele almıştık. Edebiyat dergisinde yerlilik âdeta Müslümanlığın müstearı gibi kullanılıyordu. İslâmî demektense yerli, Müslümanlık demektense yerlilik deniliyordu. 1970’lerde hem açık konuşmamanın hem de İslâmı yerlilik kavramı ile tarifin kabul edilebilir bir tavır olmadığını düşünüyoruz. Yerlilik sloganı var, yerliliğin teorisi yok. Bu yerlilik yere, vatana bağlı bir yerlilik midir? Bu sarih değil.

Kemal Tahir ve bazı sol çevrelerin yerliliğinin oturduğu makûl zemine mukabil, islâmcı yerlilik retorikten öteye gidemiyor. Bu çevrenin “islâmî düşünce”den hareketle bir edebiyat oluşturma iddiası sazilebiliyor. “Yerli” olarak nitelenen “islâmî” düşüncenin muhtevası hakkında ciddi belirsizlikler/ tutarsızlıklar var. Çünkü hazır kalıp bir islâmî düşünce yok. Bu edebiyatı yapanların müktesebatına göre bir “islâmilik” sözkonusu olabilir ancak.

Tabiî, “yerlilik” olunca “yabancılık” da olur ve yabancılaşmaya karşı olmak da gerekir. Burada yerlilikle millilik aynileşiyor. Ulusal/millî kaynaklarımızı, sanatımızı, edebiyatımızı bilmek, iyice öğrenmek gerektiği çeşitli şekillerde ifade ediliyor ve kendi sanatımızı bilmeden, edebiyatımızı sindirmeden evrensel eser verilemeyeceği görüşü ortaya konuluyor.

Nazarî olarak bunlar dile getiriliyor ama uygulamada gelenekten beslenme konusunda başarılı örnekler ortaya konulduğu söylenemez. Gelenekle bağ kurma hususunda gerekli olan çabanın, gayretin, emeğin sarfedildiğine dair bir belirti de yok. Batı edebiyatına, çağdaş Arap edebiyatına gösterilen ilginin yayınlara yansımasına karşılık, bu topraklarda yükselen edebiyatımızla ilgili yayınlara rastlanmıyor. Ekseriya basmakalıp, daha çok Necip Fâzıl’dan mülhem aktüelleştirilmiş bir tarih algısı, İslâm tarihi ile ilgili edebiyatın ötesine geçmeyen naif bir arkaplan, güçlü bir düşünce ve edebiyat zemini oluşturmaya yetmiyor, bu durumda slogancılık öne çıkıyor.

Edebiyat çevresi, Osmanlı sonrası Türkiye’nin oluşumuna temelden itiraz eden bir görüşü savunur görünüyor. Bu çerçevede devrimlere ve laikliğe karşı da keskin bir tavır gözlenebiliyor. Fakat dil konusundaki tutumun bu çerçevede görülmesi mümkün değildir. Bizi köklerimizden, geleneğimizden (İslâm’dan) koparmak maksatlı devrimler arasında dil devriminin olmadığı söylenebilir mi? Dil ve düşünce beraberliği, içiçeliği düşünülürse, gelenekten (ve dinden) kopuş için uydurulan kelimeleri kabullenmek makûl bulunabilir mi?

Dil konusunda Ataç’tan hiza tutan bir anlayış, gelenekle sağlıklı bağ kurmayı imkânsız kılmaktadır. Yerlilikte esas atıf “ev”edir/”vatan”adır, düşüncenin evi, vatanı ise dildir. Dil manevî vatandır, yok edilen de bin yıllık manevi vatandır. Rejimin toplum mühendisliği faaliyetlerinin bir parçası olan üretilmiş sentetik dili esas alarak ona muhalefet ne kadar tutarlı olabilir? Yerli, yani yerleşik kelimelerin yerine, anlam alanları belirsiz uydurma kelimelerle gerçekten yerli bir edebiyat yapılabilir mi?

1960’ların başında çıkış yapan Sezai Karakoç’ta, yerlilik kelimesi/kavramı yok, medeniyet kavramını öne çıkarıyor ve onun üzerinden konuşuyor. Onun gelenekten Mevlâna, Muhiddin Arabî, Yûnus Emre, Mehmed Âkif ve Yahya Kemal’le kurduğu ilişki gözden kaçırılmamalı. Edebiyat dergisi çevresinde böyle bir ilgiden/ilişkiden söz etmek ise mümkün değil. Kendisiyle başlayan, öncesi, kökleri olmayan muhdes bir “gelenek” görünümünde bir kümelenme. Böyle bir edebiyatın ancak sentetik, toprağa basmayan bir hayalî yerlilik üretebildiğini söylemek durumundayız.

Muhafazakâr hissiyat olmadan yerli olunabilir mi? Şöyle veya böyle bir muhafazakârlık hissi taşımadan yerli olmak üstesinden gelinebilir bir iş olamaz. İslâm’ın yaşanmışlığını, kültürünü reddeden, “selefî”lik yolunu tutan akımlarla edebiyat çevresinin benzerlikleri dikkat çekici. Hatta bu yerlilik anlayışının devamlılığı, sürekliliği değil, gelenekten kopuşu temsil etiği söylenebilir. Edebiyat dergisinden ayrılan yazarlar tarafından kurulan Mâvera dergisinin bu anlamda daha yerli ve millî zeminlere yöneldiğini, gelenekle daha görülebilir ve sahici bağlar kurduğunu da söyleyebiliriz.

          Yolcuyu yol götürür!

İbrahim Demirci’den bahsedecekken mevzudan uzaklaştığımız düşünülebilir. Büyük resmi görmeden, çevre şartlarını dikkate almadan dönemin şartlarında edebiyatla iştigal eden, orta ve yüksek öğretimde hocalık yapan, telif eserler ortaya koyan, arapça ve fransızcadan tercümeleri ve Osmanlı edebiyatından aktarmaları olan bir müellifin, mütercimin mevkiini tayin etmek noksanlık olur.

Yıllarca batılılaşma ve onun savaş sonrası versiyonu kemalizm gibi ideolojilerin beyin yıkamadan öte hafıza silme ve millî varlığımızı yıkma ameliyelerine (operasyonlarına) dikkat çekmek için çabaladık. Bu yabancılaştırma uygulamalarının merkezinde maneviyatımız olduğu, maneviyatın merkezinde de “dil”in bulunduğu kanaatini birçok kere izhar ettik. Yabancılaşmayı dert edinen ve yerlilik kavramını dilinden düşürmeyen kesimlerin dil konusunu hafifsemeleri karşısında elem duymaktan başka elimizden bir şey gelmedi!

“Bir milletin lisanı, şiir gibi ateşîn bir örs ve çekiç arasında işlenebilir.”

Yahya Kemal’in 20. Yüzyıl edebiyatımızın temel karakterlerinden olduğunda şüphe yok. Bu söz de ona ait. Dilin şiir gibi ateşli bir örs ve çekiç arasında işlenebileceği fikri sırf edebiyat yapmak için ortaya atılmış olmamalı. Dilin işlenmesi, güçlü bir şiir dilinin kurulması, bütün edebiyata ruh verecek bir hamle olacaktır. İşlenmiş, oturmuş, istikrar kazanmış bir edebiyat dilinin bir milletin kültür hayatına nizam vereceğinden şüphe edilemez. Yahya Kemal neslinin konuşma dilinin bugünün yazı dilinden daha zengin bir kelime haznesine sahip ahenkli bir dil olduğu hatırlanmalıdır.

İşlenmiş bir diliniz varsa, büyük bir edebiyatınız, güçlü bir fikir hayatınız ve hatta ilim literatürünüz olur. 20. Yüzyılın başında, Cumhuriyet’tin başlangıcında böyle bir dilimiz vardı. Şiirimizi idare eden zengin ve âhenkli dil birikimimiz edebiyatımıza yön veriyor, düşünce ve ilim nesrimizi güçlendiriyordu.

Yahya Kemal kendisinden önceki edebiyatımızı temsil edecek bir mevkide idi. Bu sebeple de kendinden sonraki nesile ışık tutacak, yol gösterecek bir köprü şahsiyetti; fakat ne yazık ki, üst üste icra edilen harf ve dil inkılâpları onun temsil ettiği köprünün ayaklarını kırmıştır.

Demirci’nin dil konusuna eğilmesi kendi arzusu mu idi, yoksa gazeteyi çıkaranların “İbrahim ağabey bu mevzularda yazar” diyerek daveti üzerine mi oldu, bilemiyorum; hatırımda kaldığına göre, 1995’te Konya merkezli bir kuruluşun rolü vardı gazetenin çıkışında. Her ne sebeple olursa olsun Demirci’nin yazmasından hayırlı neticeler hasıl olmuştur. Bildiğim kadarıyla bu süre içinde merhum Âsım Gültekin’i saymazsak, hatırda kalan bir ismin dil konular etrafında kafa yorduğu görülmemiştir. Burada çok fazla bilinmeyen bir ismi, Hüseyin Rahmi Göktaş’a da analım.

Demirci’nin bu işi yaparken keskin bir ikilemle karşı karşıya kaldığı hep zihnimin bir köşesinde durur. Dili önemsemeyen ve dil devrimi sonucu ortaya çıkan anlayışa paralel konumda bir yayın anlayışı benimseyen -ki bu sahada hâkim ötekine ‘ben de varım’ demek maksatlıdır- Edebiyat dergisinin üzerindeki tesiri böyle bir gerilime yol açmıştır diye düşünüyorum.

İbrahim Demirci gerek günlük bir gazetede, gerekse dergilerde yayınlanan yazılarda geçmişimizi doğru gittiği gibi, bugünün dil, edebiyat ve düşünce hayatıyla ilgili konulara da temas ediyor. Böylece zengin bir yazar ve eser listesi ortaya çıkıyor. Bu zemini kurmak önemli. Yer tayini yapılmadan yerlilik iddiası boşta kalır. Diğer bir husus da İbrahim Demirci’nin temel konularda öfkesinin -muhatap kim olursa olsun, ki ekseriya ötekidir- tezahürüdür. Öfke kıymet üzerinde ısrarın belirtisidir.

Çok fazla örneklemeyeceğim. Onun birkaç satırından bazı sonuçlar çıkarmaya çalışacağım.

“İslâm ümmetinin devletsizliğe mahkûm edildiği, medeniyet hamurunun din mayasından koparılarak çamurlaştırılmak istendiği, halkın üzerine devlet zoruyla karanlıkların boca edildiği bir dönemde…” (“Besmele” başlıklı yazı. Yaralı Yazılar sf. 11)

Yaralı Yazılar kitabı bu yazı ile başlıyor. Geleneğimizde vardır, besmele, salvele, hamdele ile kitaplara başlamak. İkinci yazı “Selâmlaşmak”tır. Bu yazı da selâmın mâna ve ehemmiyetini anlatan bir yazıdır. Sonra “Allah Allah” ve “Ne kelime ne cümle” yazıları ile devam ediyor kitap.

Bunlar dil yazısı olmasına dil yazısı da dil üzerine bina edilmiş fikir yazıları esasında.

“Ülkemizde dil tartışmalarının, daha çok kelimelerin nesebi çevresinde cereyan etmesi, her bakımdan bir talihsizlik olmuştur. Bu talihsizlik, zihnimizdeki ve hayatımızdaki tabiî medeniyet çerçevesinin parçalanması ile, bu parçalanışı ıskalayıcı yahut telafi edici teşebbüslerin, genellikle şekilci bir karakter taşımasıyla yakından bağlantılı olsa gerek.”

Kitaptaki dördüncü yazının “Ne kelime ne cümle” başlığı beni şaşırtmadı diyemem. Gerçekten şaşırdım. Sadık bir İbrahim Demirci okuru olarak onun “sözcük” kelimesine gösterdiği rağbeti bildiğimden (bu tercihden de rahatsız olduğumdan) bu tereddütün hâsıl olduğunu da bir daha ifade etmek isterim. Sözcük kelimesi bana göre, dil devriminin asıl hedefini hizmet eden temel uydurmalardan biridir. Bu kanaatimi “Bir kelimeden ne çıkar?” başlıklı bir yazı ile ifadeye çalışmıştım. Bazı kısımlarını burada aktarmak gerekiyor:

“Birileri zihin dünyamızı allak bullak etmek ve dimağımızın olağan işleyişini dumura uğratmak maksadıyla habire kelimelerimizle oynuyor. Kaç neslimizin asırlardır dilinden düşürmediği, kaç usta kalemimizin yazmaktan vazgeçmediği kelimeler, görünmez bir elin tasarrufu ile yok hükmünde sayılıyor.

Bir de bakıyorsunuz “kelime” yok!

“Kelimeler kifayetsiz” de ondan mı?

Ne var? “sözcük” var.

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce.

Haydi bakalım Orhan Velinin şiirini “sözcük”le okuyalım!

Dilimize mal olmuş, bizim olmuş ve başka dillere bizden geçmiş yerleşik bir kelimenin yerine konulmak istenene her zaman şüphe ile bakarım. Neden? Dilin malı olan, konuşurken yazarken kullandığımız, anlaşılmasında sıkıntı olmayan bir kelime neden değiştirilir ki? Daha doğrusu böyle bir kelime neden cinayete kurban edilir ki?

Dil Kurumu bir zamanlar zihnimizi kelime mezbahasına çevirdi. Nelere kıyılmadı ki? Şu sıralar bu kötü son “kelime” için de sözkonusu. Kelime yerine “söz-cük” demekten ne çıkar? Bazı aklı başında kişilerle konuştuğumuzda bu cevabı alıyorum. “Hem kurallara uygun!”

Kurallara uygun mu o tartışılır, (Agop Dilaçar dahi itiraz ediyor) fakat türkçenin ruhuna aykırı!

Bu türkçenin bedeni var, ruhu yok!

Dünyanın en akıllı milleti biziz! Habire kelimeleri değiştiriyor ve böylece dili özleştirdiğimizi sanıyoruz. Avrupa’nın köklü dillerinde neden böyle şeyler görülmüyor? Almanlar neden wort yerine başka bir kelime aramıyorlar? İngilizler neden “word”a “bu German’ın kelimesi” demiyor? Fransızlar niçin “mot”la yetiniyorlar. (Mot’u “mota mot”dan hatırlayın).

Mot gerçekten fransızın kelimesi mi? İtalyanlar motto diyor, latincesi muttum. İngilizcede motto şiar, düstur anlamı kazanmış, bize de böyle geçmiş. Avrupa dillerinin hiçbirinde latince kaynaklı kelime oranı yüzde otuzlardan aşağı düşmez. İngilizcede, fransızca kelimeler yüzde yirmi beşe varır.

Bu “aptal” kavimler neden dillerini bizim gibi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmıyorlar? Salaklıklarına doymasınlar!

“Kelime” değişince ne değişir?

Türk dünyasıyla dil birliği iddiasında olanlara sözümüz: Azerbaycan’dan itibaren kullanılan ortak bir kelimeden vaz geçmiş olursunuz! Dil diye meselesi olmayan, sığlıkta boğulan “islâmcılık” müddeilerine sözümüz şu: “Kelime”den vazgeçtiğinizde ‘kelime-i şehadet’i, ‘kelime-i tevhid’i, “kelimetullah”ı ne yapacaksınız? Kolayı var: “tanıklık sözcüğü”, “birlik sözcüğü”, “Tanrı sözcüğü” der geçeriz! Zaten “İ'la-yı kelimetullah” diye bir meselemiz de yoktur!”

Yaralı Yazılar’dan şu cümleler yüreğime su serpti:

“Kelime-i Tevhid’de ifadesini bulan ‘Allah’tan başka tanrı yoktur’ inanışını zihnimizin ve hayatımızın hâkim ve âmir ilkesi olmaktan çıkarmayı şu veya bu şekilde, şu veya bu oranda içimize sindirmeye başladığımız anda; bilerek ya da bilmeyerek zulmün en büyüğü olan şirke razı olduğumuz anda, bütünlüğümüzden, dengemizden, kimliğimizin sıhhatinden uzaklaşmaya da başlamış olduk.”

Demirci bugünlere hamulesini örsünde döve döve geldi. Hammadde zaman içinde işlenerek ortaya çıktı.

Ne diyor türkümüz?

Demirciler demir döver tunç olur!

Zaman mı değişti, Demirci mi, yoksa eser mi? Yapan yapılır; eser değişir, müessir de. İbrahim Demirci’nin dille ilgili uzun süren mesaisinin böyle bir noktaya varmasının edebiyatçıların ilgi alanına girdiğinden emin değilim!

Bir hayli edebiyat iltisaklı şairimizi, yazarımızı geçen sene yaptığımız Türkçe Şûrası’na davet ettik. Cevap veren çıkmadı, İbrahim Demirci hariç!

hece dergisi kapak

 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.