AHMET KÖSEOĞLU

AHMET KÖSEOĞLU

OKUMANIN ÖTESİ BERİSİ

A+A-

 

 “Türkiye'de son yıllarda okuma oranı artıyor. Kitap satışları önemli oranda arttı. Toplatılan korsan kitap ve CD'lere depo yetişmiyor. Öğrenciler boş vaktimiz yok, diye kitap okumuyor. Dünya'da kitap okuma sıralamasında gerilerdeyiz. Kütüphanelere ilgi yok. Kütüphaneler internet ve kafe ile ziyaretçi çekmeye çalışıyor.”

Basın-yayın organlarında bu nev'i, biraz da çelişik haberler zaman zaman yer alır. Bu tür haberler insanımıza, bilgi toplumunun neresinde konuşlandığı hakkında sağlıklı bilgi veremediğini söylemekle birlikte kabaca bir kanaate ulaştırır desek yanlış olmaz. Öyle ki, bazen yapılan haberlerin hangi amaçla yapılıp neyi hedeflediğini, en iyi haberi yapan bildiği için yanılmalar/kaymalar olabiliyor.

Bilinen, ayakkabı pazarlamacısı örneğinde olduğu gibi, hadise bakış açısına göre değişince sağlıklı durum tespitinde bulunabilmek mümkün olamamaktadır. Ama her zaman bilinen o ki, okumadan-dinlemeden, bilgili topluma doğru yol alınamıyor.

Yıllar önce, bir ayakkabı şirketinin sahibi piyasa araştırması yapmak üzere Afrika'ya aralıklı olarak iki pazarlamacı gönderir. Birinci pazarlamaci araştırmasını bitirip şirket sahibine şu bilgiyi verir. “Burada bizim için hiçbir fırsat yok, çünkü kimse ayakkabı giymiyor.” Birkaç ay sonra giden ikinci pazarlamacı ise şirket sahibini arayıp heyecanla; “Afrika'da müthiş bir pazar var. Burada hiç kimsenin ayakkabısı yok!”der.

Geçtiğimiz günlerde Milli Eğitim Bakanlığının hazırlattırıp kamuoyu ile paylaştığı bir rapordan bazı karşılaştırmalı (rakamlı) bilgilerin hâl-i pürmelâlimizi göstermeye yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Yurdum insanının yılda kitaba harcadığı para dünya ortalamasının yarısına bile varmıyormuş.

Norveçlinin 137 $, Almanın 122 $, İsveçli-Avustralyalı-Belçikalının 100 $, Amerikalının 95 $, kişi başına yıllık kitap aldığı bir dünyanın ortalaması 1.3 $ olarak çok aşağılarda seyrediyor. Türkiye'de ise 0.45 $ olup, İsveçlinin kişi başına yıllık gelirinin binde dördünü kitaba yatırdığını, bizim insanımızın ise onbinde dördünü ancak yatırabildiğini görüyoruz.

BM İnsanî Gelişim Raporunda kitap okuma oranında 173 ülke içinde Türkiye 86. sırada yer alıyor.

Japonya'da yılda 4 milyar 200 milyon kitap basımı yapılırken ülkemizde sadece 23 milyon kitap basılıyor. Yılda bir Japon 25 kitap, İsveçli 10 kitap, Fransız 7 kitap okurken bizde ise 6 kişiye 1 kitap düşüyor.

Türkiye'de yüksek öğrenim görenlerin oranı 1965 yılına göre 14 kat arttı. Ne yazık ki kitap okuma oranı 1965'li yılların altında kaldı.

1930 yılından bu yana (75 yıl) kentleşmenin, okullaşmanın, okur-yazarlığın hızla arttığı, nüfusun % 25'inin öğrenci ve öğretmen olduğu bir ülkede kitap okuma oranının çok düşük olması düşündürücü olsa gerek.

Türkiye'de evlere kitabın girmediğini, her iki evden birinde 10'dan az kitabın bulunduğunu, 100'den fazla kitabı olan hane sayısının % 5'lerde kaldığını belirterek suçlu arayışına çıkalım, desem ilk zanlı olarak televizyon çıkar karşımıza. Ama, televizyon kitle iletişim ve bilgilenme aracı değil miydi.? Yoksa ilk zanlı kişinin kendisi mi? Mahkemede hâkim karşısına kişi ve televizyonu zanlı -suçlu değil- olarak çıkarmak işi halleder mi?

Dünyada, televizyon izleme süresinde dört saatle Amerikalılarla birincilik için yarışan yurdumun güzel insanları televizyona-sözümüz haberleri bile magazinel sunan boş tv'lere ayırdıkları zamanın lütfedip bir çeyreğini kitaba bahşetseler, bir çeyreğini de bilgilenmeye yönelik programları izleyerek yine televizyona iade etseler, vatanımızla ilgilenmeyi vazife bilen ülkeler(!) o zaman herhalde kendilerine şu soruyu sorarlar: “Türkiye nereye gidiyor? Ne olacak bu Türkiye'nin hâli?” Dışarıya Türkiye'nin nereye gittiğinin sorusunu sordurup, endişesini yaşatabilmenin yolu kitaptan geçiyor, kitapsızlıktan değil.

Bilginin-hikmetin, yitik mal mesabesinde olduğunu bilen, oku ilk emrinin farziyyetini her daim duyagelen, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını da bilen bir topluluğun fertleri okumadan dinlemeden bilgili olunamayacağını da idrak etmeli artık.

Erdemli topluluğa giden yolun bilgiden geçtiğini belirten Bernard Shaw, “Kötülük nedir, bilmemek erdem değil, bir ahmaklıktır. Buna hayranlık duymak, saat kullanmadığınızı bilmeyen birini saatinizi çalmadı diye ödüllendirmeye benzer... Erdem, kötülükle iyilik arasında seçim yapabilmektir ve bilgili olmadan seçim yapmak imkânsızdır.” diyerek adeta temel referanslarımıza reverans ediyor.

Eskiler erdemin ışığıyla ortalığı aydınlatması için önce devlet işlerini yoluna koyarlardı. Devlet işlerini yoluna koyabilmek için önce ev işlerini yoluna koyarlardı. Ev işlerini yoluna koyabilmek için önce kendilerine çekidüzen verirlerdi. Kendilerine çekidüzen verebilmek için önce düşüncelerini yoluna koyarlardı. Düşüncelerini yoluna koyabilmek içinse önce bilgi eksikliğini giderirlerdi, diyen Konfüçyüs'ün, bilgi toplumu oluşturmanın yolunun bireyden geçtiğinin üzerine vurgusu da-oku emrinde olduğu gibi- ilâhî değerlerle birebir örtüşmüyor mu?

Okumanın yanında dinlemenin de toplumumuzda geleneksel bir yanı vardı. Vardı diyorum, Dede Korkut'tan günümüze değin bilenlerin bildiğini öğretmesiyle / anlatmasıyla yerine getirdiği sorumluluk hasleti de azalıp gitmekte. Sohbet halkaları, vaaz ve nasihatler, minber ve kürsüler, mahalle toplantılarıyla cemaat, cemiyet birlikteliklerinden ciddi bilgi akışı/paylaşımı söz konusu idi.

Batı tarzı yaşam modeli, geleneğin güzelliklerinden bizleri koparmaya devam ediyor. Kırsaldaki çiftçiden şehirdeki seyyarına kadar birçok vatandaş kitap okumamasına rağmen ilâhî kıssalardan, edebî efsane ve hikâyelere kadar birçok olayı-bilgiyi bir lâhzada size anlatıverir. Nuh tufanından, Yunus'un balık karnındaki yaşamına, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) ay'ı ikiye ayırma mucizesinden, Züleyha'nın Yusuf'un güzelliği aşkına yaptıklarına kadar ve hattâ Ergenekon dan çıkıştan Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'daki şehadetine, Leylâ ile Mecnun'dan Ferhat ile Şirin'in ölümsüz-unutulmaz aşklarının en ince ayrıntılarına kadar bilmenin altında yatan gerçek anlatı-dinleme geleneği olsa gerek.

Tabidir ki, bu tarz bilginin ölçümü ve istatistiklere girmesi mümkün görünmüyor. Modern batı için anlatı geleneğinin varlığından söz edemeyeceğimize göre, biz bu geleneğimizi unutmak yerine gençlik için çağdaş enstrümanlarla devam ettirmenin yollarını da bulmamız gerekiyor. Çünkü okumayan gençlik, dinlemiyor da. Argoya teslim olmuş, yiyip-içip def-i hâcet edip, gelenekten-gelecekten haberi olmayan eğlence endüstrisinin çağdaş köleleri konumuna düşen gençliğin eksiği-yanlışı, öğrenemedikleri var da; medyanın, öğretmenin, hocanın, aydının öğretemedikleri yok mu?

Gençliğin kim-liğini bulması, kazanması, kaybetmemesi noktasında münevverler, erdemli topluluğa giden yolun şifrelerini göstermek mecburiyetindeler. Küreselleşen endüstriyel eğlence sektörünün hedonist hegemonyasına gönüllü, maddeci bir kısım gençliğin, duygudan düşünceden yoksun hayat sürmesine kızmanın-sövmenin bir getirisi yoktur.

 

“Lügat bir isim ver bana hâlimden,

Herkesin bildiği dilden bir isim.

Eski esvaplarım tutun elimden,

Aynalar söyleyin bana, ben kimim?"

 

Üstad Necip Fazıl'ın da belirttiği gibi, ayna karşısında bugünkü giyim kuşamıyla dilini, eski esvaplarını hatırlayıp kendini tanı(ma)yacak ve geleneğinden güç alarak geleceğe hayırlı bir yolculuğa çıkmasına vesile olacak hikmetli işler yapmanın getirisine bakmak gerek.

 

-Ahmet KÖSEOĞLU

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.