Geçti dost kervanı eyleme beni

Geçti dost kervanı eyleme beni

"Göç göç oldu. Dizildi yola yedi güzel adam… Önce Cahit Zarifoğlu, sonra Âkif İnan, Alâeddin Özdenören, Erdem Bayazıt, Nuri Pakdil ve Sezai Karakoç göçüp gitti bu âlemden. En son Rasim Özdenören katıldı dost kervanına." Leyla Yıldız yazdı.

A+A-

“Bu insanlar dev midir

Yatak görmemiş gövde midir

Bir yara açar boyunlarında

Kol kola durup bağırdıklarında                                                                                                                                                                                                                                                                     

Çekip pırıl pırıl mavzerler çıkardılar oyluk etlerinden

Durdular ite çakala karşı yârin kapısında”

Cahit Zarifoğlu / Yedi Güzel Adam

 

Maraş’ta kesişen yolları, “Büyük Doğu’nun kanatları altında şiirin, hikâyenin ve denemenin zümrüt tahtına çıkmıştı. 

Ah! Mine’l-mevt!

Abdurrahman Cahit Zarifoğlu

“Göç içimizdedir”

Yıl 1987… Haziran’ın 7’si. Göç kervanı onunla başladı. “Çocukları ürkütülmüş dünyadan” ilk o tası tarağı toplayıp göçtü… “Uçmayı öğrenemeden göçmeye mecbur kalmış bir kuş gibi” gitti.

          “Ve gözüm eşyamda değil
          Yoruldum maddemden
          Ta ki dünya bitti
          Köşk kurdum sakin oldum”

 “Kederli elini /Temiz alnına koyarken fikretmek için” “Çocukların susması/Kuşların ve kedilerin uzaklaşması /Lambaların kısılması” elzemdi. Kuşlar ve kediler uzaklaştı, çocuklar sustu, kısıldı lambalar. Yarım kaldı mısralar…

Ankara’da geldi dünyaya. Aslen Maraşlı’ydı. Siverek’te, Kızılcahamam’da ve Maraş’ta geçti çocukluğu.

          “Ne korkunç bir iklimdi çocukluğum”

Babası ve annesi vardı şiirlerinin satır aralarında. 

          “Her sabah gidersin
          Ekmeğimiz için
          Her akşam
          Yorgun
          Ama yüzün güleç
          Dönüşün bir düğün”

Başından hiç eksik olmasını istemediği annesi…      

          “Anam yeşil hırkalar görürdü düşünde
          Daha ilk güzelliğinde”

Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt, Alaaddin Özdenören ile aynı sıralarda okudu. Kardeş oldular ve aynı duruşu, aynı bakışı, aynı anlayışı sergilediler. Bir davası olmalıydı insanın. Filistin bir sınav kâğıdı gibi duruyordu önlerinde.

          “Kardeşim dedim
          Acılarıma da kardeş olur musun?”

Göğsünde bir küçücük derya bulmuştu. Şiir deryası. Anahtarı yalnız kendisinde bulunan bir odaya girer gibi okurdu şiirlerini. Diriliş Dergisi’nde yayımlandı manzumeleri. Kuşlar kederle uçtu mısralarında.

          “Yazdığın şiir değilse bırak bunları kalsın…”  

1976’dan itibaren, hikâyeleri, senaryoları, günlükleri ve şiirleri Mavera’da yer aldı. “Allah'ı unutma ve Allah'ı hatırlatanlardan ol.” diye ikaz ediyordu kendini. İnce ince işlenmiş mısralarında, kapalı ama sanatlı yazılarında, inandığı değerleri dile getirdi.

İstanbul Üniversitesi’nde Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü okurken ekonomik güçlükler sarmıştı etrafını, çepeçevre. Bazı gazetelerde sayfa sekreterliği yaparak okudu.

Yalnızlığına zalimce bir hayranlık duyuyordu. İçi kabarıyor, bıraksalar ıssızlarda başı önünde, kendine gömülerek dolaşmak istiyordu. Bir şehir kadar kalabalıktı onun yalnızlığı.

          “… ah şu yalnızlık

          kemik gibi

          ne yanına dönsen batar”

Zarifoğlu, ruhunun dar bir şeridinin içinden sızılarla geçiyordu. “Bakıyoruz da gönlümüze, kırık.” diyerek… “Asrımızın zarif düşünceli genci” dediği kimdi?

          “Bir incelik gösterin alınmasın yüreğim.”

İsminin baş harfleri acz tutuyordu, acizdi. Çizilmiş bir yaşama atanmış gibi… Yaşamak bir sokak lambası gibi… Bir gece evden atılmış bir çocuk gibi… Tek bir damla, tek bir ses gibi yaşamak.

          “Yine de biri çıksa, nasılsın dese alışkanlıkla iyiyim diyeceğim.”

Dizindeki dermansızlık bu yaşın alameti miydi? Değildi. “Dönelim kendimize ve aldığımız yaralara bakalım.” diyordu. Gittikçe daralan dünyasında mutsuzdu.

“...sıkılıyorum mutlu değilim geceler uzun bitmiyor, gündüzler ağır bahar bir türlü gelmiyor.”

Cennet hediye, cehennem kendi eseri.  Ne çok yorulmuştu kendinden…

“Nasıl olmuşsa bilmiyorum, vurmuşlar bize, biz vurmamışız...”

Bu duyguları yapayalnız taşımak çocuk kalbine ağır geliyordu. Öyle uykusu vardı ki… Öyle istiyordu ki… Neyi? Belki de bir yolculuğu… İçinde yolculuklar sabırsızlıkla çırpınıyor.

          “İçim ey içim bu yolculuk nereye, yine bir şehrin ölümünü başlatır gibisin.”         

Pankreas kanserine yenik düştü, bir gün keşfedilecek özel bir ada” gibi beklerken. Daha kırk yedisindeydi.

Ondan geriye; “İşaret Çocukları”, “Yedi Güzel Adam”, “Menziller”, “Korku ve Yakarış” kaldı.

Mehmet Âkif İnan

“Her eylem yeniden diriltir beni/ Nehirler düşlerim göl kenarında”

Yıl 2000… Ocak’ın 6’sı… Urfa… Her akşam bir hayal kundaklarken, çarmıha gererken uykusunu sorular, her gece akrepler ağarken uykularına, bu diyardan hicret etti. Ruhunu kelepçe gibi kavrayan entelektüel gerilim içinde, varlığına dar gelen dünyadan bir kaçış arayışındaydı. Soyundu dünyadan ve işkencelerden. Kırıldı sesi, eridi gölgesi.

İçimin göğüne ağsam diyorum

Yoruldum kelime hamallığından

Toprağın altına yürüsem

Bir gün kurtulsam aklımın işkencesinden”

Tepesinde yılgının bombardımanı, durmadan uğulduyordu kulaklarında. Durmadan uğuldayıp yıkmaktaydı aklının mazgallarını… Gökleri yitik, kuyulardaydı. Niçin? Niçin görmüştü, insanı kirleten heykeller? Güneşi karartan kıyamet gibi… Akşam, kılıçlarını çekiyor; bu gökyüzü, onu her an kurşuna diziyordu. Bir zırha büründü bu çağa karşı, bir zırha. “Doğ Ey Güneş” dedi, çoğaldı sesinin tedirginliği…

          “Doğ ey güneş erit taştan adamı
          Ve kurut taşları diken elleri.”

1940 yılında Urfa’da doğdu. Umuttan zincirler ayaklarında. Urfa Lisesi’nde başlayan eğitim hayatına, sürgün gittiği Maraş Lisesi’nde devam etti. Derya gazetesini çıkardı burada. Başladığı Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, yarıda kaldı. Büyük Doğu’nun düşünce deryasına daldı: “Anamı sorarsan Büyük Doğu’dur.”

          “Batı ki sırtımda paslı bıçaktır.”

          Batı uygarlığı, tükeniş destanıdır ruhun.

“O Batı ki bize yâr olmayandır. Yâr olmak ne demek, bizi iflah etmeyendir. Dört milyon şehit pahasına ancak Anadolu’yu kendisinden kurtarabildiğimizdir.”

1960 yılı… Maraş’ta Necip Fazıl’la tanıştı. 1969 yılı… Nuri Pakdil’le Edebiyat Dergisi’ni çıkardı. Şiir bahçesiydi, gökdeleni oldu. Gönlünün dem çeken bülbülleridir şiirleri. Korkusunu, umudunu, yalnızlığını, hüznünü trajik bir biçimde işledi mısralarına. Bir acı tarlası sessiz yüzünde… Kuşlara ve güle ayarlı sesi, müjdedir en uzak okyanuslardan…

          “Sesin ki dansıdır kelebeklerin

           Yıldızlar devinir gamzelerinde”

Denizler taşıyordu sırrını insanın. Bu yıldırımlara dayanamıyordu. Her an kopmaktaydı bir dalı canından. “Uzatın” diyordu, “gövdemi uyku şehrine”… Göç nasibimdir, beka arzum.

          “Kim demiş her şeyin bitişi ölüm

          Destanlar yayılır mezarımızdan”

“Hicret”, “Edebiyat ve Medeniyet Üzerine” , “Tenha Sözler” ondan geriye kalanlar. 

Alâeddin Özdenören

“Gülümü karşı tepenin üstünde /Gizli bir el kırbaçladı”

Yıl 2003… Haziran’ın 26’sı. İçinde döngün bir ay kabarırken, içinden çöl rüzgârları gibi kervanlar geçerken, göğsünü yalayan gül alevinden sıyrılıp göçüp gitti “sonsuzluğa, aşka ve hürriyete doğru”. 

          Ve her şey kopar yerinden
          Bir buluş bir gülüş ve unutuş ellerinden
          Ellerinden beyazlıklar dökülür”

Altmış üç yaşındaydı. Kalbi sağ yanında çarpmaktaydı. Baktıkça gözlerine derinden, üstüne başına güller dökülen adamdı.

20 Mayıs 1940’ta doğdu, Maraş’ta. Güzelliğinden çırpınan gecenin
sularını, evliyalar getirdi. “Büyüttü yalnızlığını /Tepe güle kesildi”.  

          “Gülüm gülüm
          Bu kentin koynuna girdiğim günden beri
          Cebimde ölümüm
          Avuç avuç dağıtırım insanlara
          Bir türlü tükenmez ölümüm.”

Mısralarından “gökte bulutla oynayan çocuk”, “ökçesine yıldız çakan melek” ve “gözleriyle gül toplayan çocuklar” düştü önümüze…

Ondan geriye “Güneş Donanması” ve “Yalnızlık Gide Gide” kaldı.

Âdil Erdem Bayazıt

“Gamdan dağlar kurmalıyım/ Kayaları kelimeler olan”

Yıl 2008. Temmuz’un 5’i. İstanbul… Bir orman gibi büyürken içinde sevmek, kuşlar uçarken içinde, gözlerinden göğüne sayısız yıldız akarken göç eyledi. Yüzüyorken gözünün yeşil serinliğinde, gitti. Altmış dokuzunda düştü hicrete.         

          “Sevgililer ölür

          Bir hicret olur ölüm

          Bir sıla”

İçinde yalnız ve yapraksız bir kavak ağacı büyüyordu. Ama küskün, ama yalnız, ama yapraksız ve uzun… Ey hep bir kelime arayan kalbi… Sonra arayan, tekrar arayan kalbi… Arayan ve aradığını bulan kalbi…

          “Bir şarkı gibisin dünya!

          Çoğu zaman hüzün makamında”

1939’da doğdu, Maraş’ta. “Dünyanın en uzun hüznü yağıyor(du)/ Yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üstüne…” Hariçten bir ses: “Durma bana türkü söyle, Anadolu olsun/Susuz dudak gibi çatlak olsun.” Bir türkü tutturdu:

          “Telgrafın tellerini kurşunlamalı   

          Öyle değildi bu türkü bilirim”

Öyle değildi. Susmanın kalesine sığındı.

           “Susmam seni ürkütmesin, içimde çağlar var bilmelisin”

Önünde karanlıktan duvarlar… Sırtında insan yüklü bir gök vardı. Bir gök vardı ki az biraz gri, az biraz beyaz…  “Pas tutmaz benim içim, yeryüzü gibidir toprak gibidir” diyordu. Payına biraz mavi, biraz ümit düştü.

          “bir yüzün asya ey kalbim, bir yüzün afrika”     

Unuttuğu bir cennet daha varmış yeryüzünde meğer evinin içi ve kitapları… Şiir diye bir ömür tüketerek yazdıkları, iki saatte okunuyordu. Bundan ucuz ne olabilirdi, havadan başka?

“Birazdan Gün Doğacak” dedi. Doğmadı gün. Bir girdap derinliğinde kayboluyordu sanki. “Gamdan dağlar” kurmalıydı, “kayaları kelimeler olan”. İsli bir geceden seslendi: 

          “Duy beni ve dinle

          Denizler boğuşuyor içimde.”

Hep yarınları beklerdi insanlar. Geldiğini hiçbir zaman fark etmeden… İçinde kaynayan bir mahşer vardı.

Dünyanın ağırlığına eklesek yıldızları ayı güneşi,
Gene de ağır basarsın ey kalbim
Ey kalbimin güneşi…”

Yok gibi yaşamak bu, kalkıp kurtulmak gibi kalabalıktan… “Ulu ses dokununca çarka”, düşüyordu ölümün gölgesi eşyaya.

          “Ey nas, susun! İnnâ Lillâh ve innâ ileyhi râciûn.”

Meğer “belli bir bozgun yaşamışız”. Yenilgi… “Her şeye ölüm dadanmış sanki”. Başlıyordu içinde, sonsuz susuzluk… Sonsuz susuzluk, başlıyordu içinde. Avuçlarının içi terliyordu.

          “Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm

          Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm”

          Ondan geriye “Beyazıt”, “ Risaleler”, “Sebep Ey” kaldı.

Nuri Pakdil

“İnsan, kaç bin yıldır dayanıyor hâlâ yaşamaya?”

Yıl 2019… Ekim’in 18’i, Ankara… Acının her şeye egemen olduğu bir asırda yaşarken, bu çağdan, en çok insan öldürülen çağdan, bu uğultulu çağdan seksen beş yaşında göç etti.

          “İnsan, kaç bin yıldır dayanıyor hâlâ yaşamaya?”

İçi; uzun bir yol, upuzun bir yoldu. Çünkü yeryüzü, bir bıçağın sırtı gibi keskin. Çünkü yeryüzü, uzun bir kahkahadan ibaretti.

1934’te, Maraş’ta “Beton duvarlar arasında bir çiçek açtı”. Saçları ızdırap denizinde bir tutam başaktı, elleri zamana kök salmış ağaç. Ölümsüz çiçeği taşıyordu göğsünde…

Yaşama cesaretimi artıran
Ağır acı oturuşunuz vardı.”

Yazmaya ilkokulda başladı. Fakat bir gerilimin ortasındaydı. Anne ve babası neden bu yeni eğitim tarzıyla barışık değildi? Tam üç yıl geç başladı ortaokula. 

“Şu ilkokul, hep düğüm atılan acayip bir iplik miydi? Annem, babam ilkokuldan, genelde, tüm okullardan neden bu denli tiksiniyordu?”

“Kutlu öğleüstü ve akşam üstü”ydü. Muhalif yüzü çıktı meydana.

          “Geliyor üstümüze bir yakup titremesi
          değişimin belirtisi şapkanın ironisi”

“Çelik dişliler arasında direnen insanlığın” kahramanı oldu. Soluğu, umutsuz ceylanların gözyaşına sünger…

          “Konuşma sırası geldi mi bana anne
          ortadoğu çocuğu değil miyim anne
          düşünüyorum o halde savaşacağım anne”
      

Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt ve Âkif İnan ile birlikte “Sabır üssü” dediği Edebiyat dergisini çıkardı, ardından Edebiyat Dergisi Yayınları’nı kurdu. İlk olarak “Batı Notları” sonra “Harikalar Tablosu”, “Ay Operası”, “Umut” yayımlandı.

          “Damladı yere
          bir damla yağmur
          bir damla eylem
          bir damla yağmur
          bir damla eylem”

Muhalif. İnsan! Seni savunuyorum; sana karşı!” diye haykırdı. Yazmak onun nezdinde cenk etmektir. Bu yüzden çığırından çıkan her şeye savaş açtı. “O /sesin /yankısını /betondan sağlam /bastırdılar göğüslerine /yeni bir eylem yüklediler /kelimelerine bile.”

“Ben, antikapitalist, antifaşist, antinazist, antisiyonist, antisosyalist ve en önemlisi de Türkiye özelinde olmak üzere antifiravunist bir bilince ve iradeye sahip, devrimci bir yazarım.”

Devrimcidir. Put kırıcı. “Arkadaş, kıl tartan terazi misin/
Artıyor katsayısı direnişin” diyerek zulme karşı, haksızlık, adaletsizliğe karşı devrimci bir “klâs duruş” sergiledi.

“İslâm dini, kıyamete kadar sürecek sürekli devrim anlayışını öngörür. Yeryüzünde zulüm, haksızlık, adaletsizlik var olduğu sürece, bu zulmün, bu haksızlığın, bu adaletsizliğin kaynağı olan egemen güçlerin yok edilmesi için Müslümanların devrimci mücadelesi de sürecektir.”

İmanın güneş yüzlü çocuğudur. Yüreğinin yarısı Mekke, öteki yarısı Medine’dir. Kudüs, onun şiirlerinin sıkça işlenen motifi. “Ben Kudüs’ü kol saati gibi taşıyorum.” “Gel / Anne ol / Çünkü anne / Bir çocuktan bir Kudüs yapar.” diyordu.

            “Kudüs kalbimin üstünde ince bir tüldü; şimdi alınyazımdır.”

Bazen çok kırık bir aynaya bakmak gibiydi hayat... “Hayatını gün gün yaşamak isteyenin omuzları çöküyordu.” Gün gün yaşadı hayatı. Evlenmedi. Otelleri mesken tuttu. İnzivada bir münzevi. Kendiyle hesaplaşmalar, sorgulamalar… Altı kitaplık deneme serisi “Otel Gören Defterler” en yakın şahididir.

“Yeryüzünün yorgunluğu geçiyor(du) hepimize.” Sükût Sureti’nde suskunluğu seçip duvara astı; çok uzun bir suskunluğu, on üç yıl süren en uzun suskunluğu…

          “Hayır! Yazar havlu atmaz.

          Olsa olsa, sükûtunu duvara asar, tüfek gibi; bakar.”

Seksen bir yaşında Kudüs’e gitti ve huşu içinde Mescid-i Aksa’da kıldı Cuma namazını. “Kutlu öğleüstü ve akşamüstü” sıyrıldı dünyadan.

Ondan geriye “Bir Yazarın Notları”, “Put Yapımevleri”, “Anneler ve Kudüsler”,“Kalbimin Üstünde Bir Avuç Güneş” kaldı.

Sezai Karakoç

“Uzatma dünya sürgünümü benim”

Yıl 2021… Kasım’ın 16’sı. İstanbul… Arılarda bir vahiy uğultusu, karıncalarda hikmet suskunluğu varken, dağda bir başka coşkunluk çağlarken, gün gelecek diriliş yüklü bulutlarla toprağın altına uzanacaktı, bilirdi.

“Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar.”

Hatıralarını birer birer yakarken, ölüm ne demektir anladı. Seksen sekizinde kendinden bir şeyler katıp güzelleştirdi ölümü.

          “Ben o güzelliği söylüyorum

          Ölümün ötesindeki güzellik”

1933’te Ergani’de açtı gözlerini hayata. Nüfusta Ocak diye geçse de bir bahar günü, gülle karşılandı, Mayıs’ta baharın ta kendisi oldu.

          “Çiğ düştü göklerden
          Ve bir bahar günü doğdun sen”

İlkokul eğitimini Ergani’de, ortaokulu Maraş’ta parasız yatılı okudu. “Ben ağıt yazmayı sevmem /Ölümden değil dirilişten yanayım” diyordu. “Bir kente girdim mi /Bahar yağmuru gibi girerim.” diyordu.

“Maraş çocuk yüreğimin ateş aldığı yer, belki ondan öncesi bir rüyaydı, bu ateş Maraş’ta yanmaya başladı.”

Baharı koklayarak girerdi kelimeler ülkesine. Bir anda yükselen bir bülbül sesi olurdu. Gülle başlardı “Gül Muştusu”na, “Diriliş Muştusu”na.

          “Annem bana gülü şöyle öğretti

          Gül, O’nun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi”   

“Çocukluk, güzün dökülen yapraklar gibi”. Annesinin ona öğrettiği ilk kelime; Allah, şahdamarımdan yakındır, bize; bizim içimizde. Babası, uzun kış gecelerinde cenkler okurdu, lambanın ışığında. Binmiş gelirdi Ali bir kır ata.

          “Biz o atın tozuna kapanır ağlardık

          Güneş kaçardı, Ay düşerdi, yıldızlar büyürdü

          Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü”

“Çağ güç, çetin bir çağ, bir batış çağı.” Ah! Taş olsak, toprak olsak; denecek çağdı. Böyle bir asırda “Bir zindana ışıklı kapılar açan Kur’an’dı, tek avunuş, tek umut, tek düşünce”… Allah’ı kaybetmiş insan, neyi aramaktadır? Allah'ı aramayan insan, neyi bulacaktır?

          “Geldik, çağı gördük ve ürperdik.”

“Hakikate susamıştı, ruhu. Açıyordu işte gönlünün çiçekleri tek tek. “Ruhun Dirilişi”, “Çağ ve İlham”, “İnsanlığın Dirilişi”, “Taha'nın Kitabı”, “Gül Muştusu”, “Alınyazısı Saati”, “Zamana Adanmış Sözler”…

Her eser, bir yankı ister. Her eserden binlerce yankı çağladı. Her mısradan döküldü ürpertiler…

          “Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;
          Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.
          Bir hançer bölüyor, ah, rüyaları:
          Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...”

Rasim Özdenören

“Sessiz bir gülümseme yerleşiyor dudağının iki kenarına, sessiz bir protesto olarak”

Yıl 2022… Temmuz’un 23’ü. Ankara… Düşüncelerine aykırı düşen bir toplum düzeninde umutsuzca yaşarken, şehir ve insan yıkıntıları arasında kendini çok eğreti görürken sessiz bir protesto gibi çekip gitti.       

Ölüm nedir biliyor musun? Önünde sonunda çalacağımız tek hakikat kapısı.”

“Şehrin bir yerinde birileri ölüyor, ne korkunç!” dediği hâl, şimdi kendi can damarına dayanmıştı. Seksen iki yaşında “Çok Sesli Bir Ölümdü”.

Kaçan, yüzleşmekten kaçar; hicret edense meydan okur ve yüzleşmek ister. Biri yaşasa bile ölmüş gibidir; öteki ölümüyle bile meydan okumaya devam eder.”

1940’ta Maraş’ta açtı gözlerini, ikizi Alâeddin’le. İlk ve orta öğrenimini Malatya, Tunceli’de tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Yaklaşık iki yıl kaldığı Amerika’da, Batı kültürüne aşina oldu.

Tanrı’ya tapmayı reddeden insan, kendine tapınmaya başladı. Tanrı’ya kul olmayı reddedeyim derken kendi zâtına kul oldu.”

1975 yılı… Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği’ne getirildi. Lise sıralarında başlayan yazmak, zamanla derin bir tutkuya dönüştü.

“Bir şairimizin dediği gibi ben de kendi kendime sesleniyorum: Bir köprüden geçtiğimi ruhuma duyurmak istiyorum: Duy ruhum, bir köprüden geçiyorsun!”

Bir kum çölünün ortasında bırakılmış insanın ilk duyumsayacağı şeylerden biri, kendi aczini fark etmektir. “Yakınmak, insan ömrünün bir parçasını boşuna harcamaktır.”

“Hani bazen filmlerde olur, adam masumdur ama bunu yalnızca seyirci bilir, asıl bilmesi gereken bilmez. Bütün hayatım boyunca böyle bir durumda yaşadım ben.”

Şurada burada, kıyıda köşede gül yetiştiren üç beş adam vardı. Tuhaf insanlar. Onlardan biriydi. Sessiz bir gülümseme yerleşiyor dudağının iki kenarına, sessiz bir protesto olarak kıyıda köşede gül yetiştiriyordu.

“Taş devri gibi, tunç devri gibi, insanların bir de gül devri geçirdiklerini düşünüyorum. Nasılsa o devirden kalma birtakım adamlar yaşıyor yeryüzünde.”

Roman ve hikâyelerinde taşra kentinden metropol hattındaki insanı, ülkede yaşanan sosyokültürel değişimler sonucu aile ve bireylerde görülen çarpıklık, çelişki ve çözülmeleri; modern-muhafazakâr fertlerin kendileri ve birbiriyle çatışmalarını, kişilerin bilinçaltı derinliğine inilerek yapılan ruhsal çözümlemeler ve dil işçiliği ile trajik bir şekilde anlattı.

“İnsan, Tanrı'yı yok sayan bu kadar insan arasında yaşayınca umutsuzluğa kapılıyor.”

Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikâyeleri, filme dönüşmüş, Uluslararası Prag TV Filmleri Yarışması’nda jüri özel ödülünü almıştır.

“Toprağın sesi, yerini buzdolabının homurtusuna bırakmıştır.” Denemelerinde modernleşmenin öteki yüzü, Batılılaşma, Batının çelişkileri, kent ilişkileri gibi konuları işledi.

“Modern hayat, hiç bilmediğin bir kentte, dünyanın en büyük kentinde bile olsanız, hiç kimseyle hiçbir şey konuşmadan, size asla kimseyle konuşma ihtiyacı hissettirmeden, gündelik işinizi kendi kendinize yapmanızı sağlıyor. Yeter ki sizin yerinize konuşmanın işlevini yerine getirebilecek parasal tedarikinizi hazırlamış olun.”

Kentin bu derin uğultusu, bu sürgünlük ve krallık bir gün silinip gidecektir. Ne tuhaftır ki, ebedîlik iştiyakı da bu sürgün hayatının ve bu fena olma hâlinin içinden sökün ediyordu.

“Bizim için her şey çabuk trajikleşiyor. İğreti şeylere tutunuyoruz. Üstelik tutunduğumuz her şey, bir an sonra elimizin altından kaymaya başlıyor.”

Ondan geriye “Gül Yetiştiren Adam”, “Denize Açılan Kapı”, “Uyumsuzlar”, “Kent İlişkileri”, “Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler” ve “Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı” gibi eserler kaldı.

          “Bu insanlar dev midir
          Yatak görmemiş gövde midir

          Bir yara açar boyunlarında
          Kol kola durup bağırdıklarında”

 

Leyla Yıldız  |  www.dunyabizim.com

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.