KAYBOL(MAY)AN ÜSKÜP ve YAHYA KEMAL

KAYBOL(MAY)AN ÜSKÜP ve YAHYA KEMAL

Üsküp ki Şar Dağı'nda devamıydı Bursa'nın Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.Yahya Kemal Yahya Kemal'in "Kaybolan Şehir" adlı şiirinin ilk...

A+A-


Üsküp ki Şar Dağı'nda devamıydı Bursa'nın
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Yahya Kemal

Yahya Kemal'in "Kaybolan Şehir" adlı şiirinin ilk adının "Üsküp" olduğunu söyler Darulfünun'dan talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar. Şairin şiirinden, zihninde tasavvur halinde iken sık sık bahsettiğini, kendilerinin de öğrenci yaklaşımıyla Üsküp'ü mutlaka beyit sonunda düşünerek şiire kafiye bile aradıklarını Yahya Kemal'i bütün yönleriyle anlattığı eserinde zikreder Tanpınar.
İki bin yedi yılının Kasım'ında Üsküp Havaalanı'na bir grup kültür adamı ve şairle indiğimizde "Kaybolan Şehir'le karşılaşacağımızı umarak ve bunun da normal durum olduğunu düşünerek valizlerimizi alıp alandan otobüse doğru hareket ettik ki bir de ne görelim, kapıda bir folklor ekibi ellerinde Türk bayrakları, tek tip mahallî kıyafet ama kıyafetleri de müziği de, oyunları da bizden, hasılı bizi karşılayanlar da bizdendi. Kapıda onlarca Türkçe konuşan insan, bizlere "Hoş geldiniz." deyip tebessüm ediyorlar. Kaybolan şehir, Yahya Kemal ve ilk şok...
Otobüsle hareket, otele gitmeden Vodna Dağı'nın eteğinden Üsküp'e bir bakalım dedi Rehber Enver. Fakat o da ne? Tepeden bakıyoruz aziz Üsküp'e ama şehir kaybolmuş. İşte dedim göremediğiniz yer, kaybolan şehir Üsküp. Kuru ayaz, yoğun sis, hiçbir şey görünmüyor güpegündüz. Eyvah Üsküp sisler altında! Prizren doğumlu Üsküp Kadısı ve Ebussuud Efendi'nin talebesi Kadı Baba yerlilerin ifadesiyle Gazi Baba namıyla maruf Âşık Çelebi'nin bulunduğu mahalledeki otelimize acil giriş yaparak soğuktan donmaktan kendimizi zor kurtardık.
Üsküplü yazar Fahri Ali nezih ve fasih Türkçesiyle "Türkçenin konuşulduğu, yazıldığı, Osmanlı kültürünün çarşıda pazarda yaşadığını gördüğünüz Üsküp, kaybolan şehir değil elbette ki yaşayan şehirdir." diyor, sanki zihnimi okurcasına. Ben de kaybolmayan bir şehri görmek istiyordum. Bin üç yüz seksen dokuzda yapılan Kosova muharebesiyle Osmanlı himayesine giren bugünkü adıyla Makedonya'nın, Bin dokuz yüz on iki Balkan muharebesine değin hoş görünün, adaletin, hizmetin, imaretin en güzel örneklerini görmüş yaşamış bir coğrafyanın kolayca kaybolmasına gönlüm razı gelmiyordu. Şehir kendini korumalıydı müstevlilerden. Üsküp kendini koruyan şehirlerden olmalıydı.
Hava açık, yine kuru ayaz. "Şehrin sokaklarında kaybol" dedim kendime ama içimde bir naz. Soğuktan mı ne, otur otelde, önümüz bahar ve yaz. İşte o zaman gel de yemyeşil Üsküp'ü yaz. Kendime inat, otel kapısındaki taksiciye dedim, "Beni Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ne at." Bakalım şehirde kaybolan ne? Makedon taksici "Justinyen Köprü" diyerek benim gideceğim yeri teyit etmeye çalışsa da kıt Türkçe'siyle; ben de "Hayır Fatih Sultan Mehmet Köprüsü." diye ısrar ediyorum. Başka bir yere götürmesin diye de sık sık kendi kendime, biraz da seslice, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, Taş Köprü, diye mırıldanıyorum. Köprünün tartışma konusu olduğunu da çıkan haberlerden biliyordum.
Köprünün üzerinden, nazlı akan Vardar Nehri'ne dalgın dalgın bakakaldım. Türkçe kelimelerin de içinde geçtiği, ama günümüzdeki Türkçenin uzağında olan konuşmalar derinden kulağıma geliyor ve durgunluğumu bozmaya yetiyordu. Dikkatimi aşağıya nehrin kıyısına verdiğimde kızlı-erkekli gençlere gözüm ilişiyor ve bu konuşmaların onlardan geldiğini anlıyorum. Doğru yanlarına gittim ve konuşunca anladım ki bu gençler Üsküp'te "Şutka" denen büyükçe bir mahallede yaşayıp Türkçe konuşan çingenelermiş.
Köprü şehri ikiye ayırmış. İki bin bir yılında çıkan iç savaştan sonra bu ayrışma iyice netleşmiş. Vardar Nehri'nin batı yakası modern binaların koyun koyuna yükseldiği, büyük alışveriş merkezlerinin nehir boyunca uzun uzadıya dizildiği Ortodoks Makedonların sentetik kenti olmuş. Nehrin batı yakası kent, doğu yakası şehir. Hem de şehir gibi şehir. Şiir gibi şehir. Müslüman Arnavutların, Türklerin, Pomakların yaşadığı, tarihin geçmişin geleneğin yurt tuttuğu, çelebimiz Evliya'nın da gezdiğinde yüz yirmi yedi camisinden bir o kadar han, hamam ve sosyal müesseselerinden bahsettiği doğu yakası gerçek Üsküp. Bugünkü Üsküp'te ayakta kalan camilerin varlığına mı şükredelim yoksa yok edilenlerine mi üzülelim?
Balkanların köprü şehridir Üsküp. Süleyman Baki, Balkanların "Ummul Kurası" diyor Üsküp için. Dünyadaki bütün şehirlerin anası Mekke tabii ki... Üsküp'le neredeyse özdeşlemiş eserlerin başında gelen Taş Köprü'nün yapımına Sultan ikinci Murad döneminde başlanmış, Fatih döneminde tamamlanmış. Bir ucu batının modern kentlerinden birine açılan, diğer ucuyla da bilginin, hikmetin, erdemin, hâsılı ışığın merkezine, doğuya bağlanan köprünün iki yüz yirmi metrelik uzunluğu, on üç kemeri ve on dört gözünde değil Makedonların gözü. Köprüyü önemli kılan, özel yapan, taşıdığı misyon, temsil ettiği zihniyet, çağrıştırdığı dönem ve bunlara karşı duyulan nefret. Bu sebeple fanatik Makedonlar tamirat adıyla köprünün kitabelerini yok edip, mihrabını gece yarısı operasyonuyla buharlaştırıp kimliğini değiştirme zavallılığına düçar olmuşlar ve kendilerince Osmanlı Taş Köprü'sünü Jüstinyen Köprüsü yapma gayretlerine girişmişler.
Yeni nesle altı yüz yıllık Osmanlı Taş Köprüsü'nü Jüstinyen Köprüsü diye yutturmak isteyen Mimar Vasil İlyov gibilerin varlığının yanı sıra, orta çağ karanlığına çerağ olan Osmanlı'yı ve onun medeniyetinin simgesi olan köprülerin, hanların, çarşıların, camilerin, hamamların, çeşmelerin bir bir envanterini tutup çıkaranlar da yok değil. Makedonya İslâm Meşihatı'nda görev yapan, El Hilal Yardımlaşma Teşkilatı Başkanı Behicüddin Şehabi "Kapanmayan Yaralar" adlı kitabında bin dokuz yüz on iki'den günümüze tamamıyla yıkılan ya da yerle bir edilen dini, sosyal ve kültürel yapıları, hasar gören eserleri, külliyeleri ve koruma altına alınan eserleri incelemiş, fotoğraflamış, Türkçe-İngilizce yayınlamış.
Bu çok milletli, çok kültürlü, çok dinli küçük ülkenin Osmanlı şehrinde kapanmayan yaralarımıza kül basarak köprüden kaybolan mihrabımızı düşüne düşüne Cuma salâsının verildiği Osmanlı Çarşısı içindeki Murat Paşa Camisi'ne yöneldim. Hava güneşli ama soğuk. Cemaat bahçeye taşmış, lâkin caminin içini de görmem gerek, zar zor girdim içeriye. Türkçe vaaz eden genç hatip İslâm kardeşliğinden bahsediyordu. Arnavut, Pomak ve Türklerden oluşan Müslüman cemaate. Namaz sonu musafahalar, hal hatır sormalar, gönül almalar ve Allah'a emanet bırakılıp vedalaşmalar. Çarşıda hemen her esnaf Türkçe anlıyor ve de konuşuyor. Kaybolan şehri ve kaybolan mihrabı düşünerek geldiğim camiden "Buna da şükür Üsküp yaşıyor." diye mırıldanarak ayrılıyorum.
Tek ve iki katlı, dalmaçya kiremitli kırma çatılı dükkânların bolca ve sıralı olduğu çarşıdan Kurşunlu Han'ı ve Bursa'daki Koza Han'ı andıran Kapan Han'ı görmeden ayrılmak olmazdı.
Kapan Han'ın önünde fıskiye ve büyükçe bir Çınar. Hey gidi Osmanlı, koca çınar. Ne muhteşem medeniyetsin ki bitirememişler. İsa Bey Camisi, Sultan Murad Camisi, Yahya Paşa Camisi, Alaca İshak Bey Camisi, Murad Paşa Camisi, Köse Kadı Camisi, Mustafa Paşa Camisi, Dükkâncık Camisi, Çifte Hamam, Davutpaşa Hamamı, Sulu Han, Vardar'ın gerdanlığı Taş Köprü hepsi ayakta, hepsi çınar, hepsi Osmanlı, hepsi Üsküp. Çarşı ve civarında hemen her köşe başında haşmetiyle, heybetiyle, zarafetiyle, estetiğiyle karşımıza çıkıveren Devlet-i Aliyye'nin medeniyetinin numune-i şahanelerini görmenin keyfiyle, şahsıma mahsus rehberlik yapan Yaşar İbrahim'den Üsküp türküsü söylemesini isteyiverdim. Tıp eğitimi olan henüz nişanlanmış İbrahim de;

"Üsküp'e varmadan gelir Kumanova
Gel seninle güzel yarim kuralım bir yuva

Üsküp'ün içinde yatar bir Gazi Baba
Seni bana yar edenler girsinler sevaba

Üsküp'ün kal'asından görünür o Neraz
Nişanımız yakındadır sabredelim biraz" türküsünü naz yapmadan güzel sesiyle duyacağım şekilde makamlıca okuyunca Kumanovalı kuaför türkücü Arif Şentürk'ü duyup duymadığını sordum. "Babanız bilirdir her halde." deyip cevabını bile beklemeden ben de nişanlı kılavuzuma "Aman bre deryalar" türküsünü bed sesimle tutturuverdim...
Yunan asıllı oldukları öne sürülen Makedonlar milattan önce bin iki yüz yıllarından sonra bugünkü Selanik'e yakın Aigai civarına yerleşirler. Yunanlıların ve Bulgarların Makedon milleti bulunmadığı ve Makedonca diye bir dilin olmadığı iddiasına milliyetçi Makedonlar şiddetli ve hararetlice itiraz ediyorlar.
Şehrin doğu yakasındaki Osmanlı Çarşısı'ndan çıkıp Taş Köprü'den karşıya geçince başka bir kente girdik; sanki Belgrad. Bugün Yunanlılarla Bulgarların kıskacında yaşayan Makedonlar, milattan önce beş yüz on ile dört yüz yetmiş dokuz yılları arasında otuz yıl kadar bağlı kaldıkları Perslerin geri çekilmesinin ardından Birinci İskender döneminde topraklarını dört kat genişletiyor. İkinci Filip zamanında ise Makedonya Balkanların en büyük gücü haline gelip Yunan şehirlerinin büyük kısmına hâkim oluyor. Meşhur Büyük İskender de babasının yolundan giderek fetihlere devam edip Anadolu'ya geçiyor, tâ Hindistan'a kadar ilerliyor. Büyük İskender'in milattan önce üç yüz yirmi üç yılında Babylon'da ölümü üzerine her imparatorluğun başına gelen iktidar mücadelesi ve kargaşa neticesinde Makedonların Yunan şehirleri üzerindeki nüfuzları azalıyor. Makedonya Kralı Beşinci Filip'in Roma imparatorluğuna karşı Hannibal ile İttifak etmesiyle başlayan Makedonya Savaşları aralıklarla kırk altı yıl sürmüş ve Krallığın sonu gelmiş, Makedonya Roma'nın hakimiyetine girmiş. Milattan sonra üç yüz doksan beş yılından itibaren Doğu Roma'nın (Bizans) idaresinde olmuş; fakat, kısa süreli Bulgar Krallığının ve Sırp Krallığının hakimiyetinde de kalmış, tâ ki bin üç yüz seksen dokuz Kosova Savaşı'na kadar.

"Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kâfilelerle...

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!"

Sırp ve müttefik güçleri Kosova'da Osmanlı Ordusu karşısında aldıkları yenilginin acısını ve hıncını içlerine gömerler. Bin sekiz yüz yetmiş sekiz Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda yapılan Ayastefanos Antlaşması'na kadar tam dört yüz seksen dokuz yıl mutlu müreffeh ve ahenkle yaşayan Balkanların ağız tatları kaçar, huzurları kalmaz artık. Fırsatçı Bulgarlar silahlı çeteler kurup Makedonya'yı karıştırmaya başlar. Balkan Savaşı'na kadar Bulgar çeteleri vazifelerini yaparlar. Savaşı mütaakiben yapılan Londra Antlaşması ile Osmanlı diğer bölgelerle birlikte Makedonya'yı kaybeder. Üsküp başta olmaz üzere savaş esnasında ağır katliamlara maruz kalan Makedonya Müslümanları, sonraki yıllarda da baskılara direnecek mecalleri kalmaz ve beş yüz yıl önce ayrıldıkları yerlere göç etmeye başlarlar. Doğu Makedonya'daki Türklerin çoğunluğu, Batı Makedonya'daki Türk ve Arnavutların büyük kısmı Türkiye'ye göç eder ve o gün bugündür bu göç devam eder.

"Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin,
Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için.

Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!"

Şayet Üsküp kaybolan şehirse, böyle olmasında kaybedilen savaşların yanı sıra göçe zorlansalar da göçmenlerin topraklarını terk etmelerinin de payı olsa gerek.
Mareşal Tito'nun kırk beş yıllık devr-i iktidarı da şehirlerin kaybolmasında ciddi pay sahibi. Komünist Tito Yugoslavya'sında imar planı düzenlemeleriyle, günümüz ifadesiyle kentsel dönüşüm planlarıyla Osmanlı'dan kalma eserler ve hatta mahalleler yok edilmiş. Üsküp merkezinde tarihî Yelenkopan Camisini yıktırıp yerine üniversite binalarının inşa edilmesini, yaşı müsait hemen her Üsküplü hatırlıyor. Eski(meyen) Üsküp bin dokuz yüz atmış üç depremiyle de epey tarihi eserini kaybetmiş.
Beş asırdan fazla Osmanlı idaresinde kalan ve Yahya Kemal Beyatlı'nın da on beş yaşına kadar yaşayıp;
"Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi çehre ve ruhuyla bizdi o." diye tasvir ettiği yüz otuzun üzerinde camiişerifi, onun üzerinde hanı, yine onun üzerinde hamamı, onlarca türbesi, çeşmeleri, saat kuleleri ve birçok medrese ve sıbyan mektebiyle binlerce Türk mimarisine uygun evleriyle Üsküp bizimdi.
Osmanlı'nın son döneminde ve özellikle yirminci yüzyılın başından itibaren Makedonya'da edebî hayat, düşünce hayatı bütün sıkıntı ve kısıtlamalara rağmen oldukça verimli olmuş. Arnavutça eserlerin yanı sıra Türkçe olarak da neşriyat hep hayatiyetini sürdüregelmiş olup Birlik, Elhan, Envâr-ı Hürriyet, Neyyir-i Hakikat, Hüsün ve Şiir, Hak, Hak Yolu, Hukuk-ı İbâd, Işık-Zrak, İttihâd-ı Millî, Kasatura, Kosova, Kurşun, Manastır, Mücahede, Mücahede-i Milliyye, Uhuvvet, Üsküp-Shkupi, Yeni Vakit-Novovreme gibi birçok gazete ve dergi yayımlanmış. Günümüzde ise Birlik Gazetesi, Sevinç Sesler, Tomurcuk, Köprü gibi dergiler ve Makedonya Meşihatı'na bağlı el-Hilâl Gazetesi yayın hayatını sürdürüyor. Dünden bugüne özelde Üsküp genelde Makedonya'nın düşünce, edebiyat ve kültür hayatına yön vermeye çalışan bu yayınlara son dönemde bölgesel içerikli yayınıyla Zaman Gazetesi'nin de dahil olması yerel yeni gazetelerin de bu heyecana ortak olması takdire şayan.
Çok milletli bir coğrafya olan Balkanların Osmanlıyla kültürel zenginlik içinde yüzyıllarca yaşaması artık mazide kalmış güzel hatıralar olarak dilden dile anlatılıyor.
Artık etnik çeşitliliğin acıyla kavurduğu coğrafya olarak anılıyor Balkanlar. Tito'nun Birleşik Yugoslavya'sında kabuk bağlayan yaralar doksanlı yılların başında yeniden kanatılıyor ve yine kan akıtılıyor. Kültürel ve dinî farklılığın, zenginlik ve hoş görü unsuru olduğu yıllara inat, ayrışmanın, çatışmanın yegâne sebebi hâline geldiği görülüyor. Zorla azınlık hâline getirilmeye çalışılan Müslümanların sabırları zorlanıyor, dinî semboller ya abartılıyor ya da tahrik amaçlı kullanılıyor. Yeniden bağımsızlığa kavuştuğu bin dokuz yüz doksanlı yılların başında fanatik Makedon milliyetçileri tarafından Manastır ve Pirlepe'deki Osmanlı döneminde yaptırılan saat kulelerinin üzerine takılan haçlar yüzünden epeyce kriz yaşanıp, sıkıntılar çıkmış iken iki bin bir yılında çıkan iç savaşın akabinde Üsküp Belediyesi şehre hâkim şekilde Vodna Dağı'nın tepesine iki milyon dolar harcayarak büyükçe bir haç dikmiş. Bunun bir benzerini de Bosna'da Mostar'da görmüştük. Bu tarz tahrikkâr çalışmalarda en büyük cesareti iki milyonluk nüfusun yarısından biraz fazlasına sahip olmalarından alıyor olmalı Makedon Ortodokslar.
Balkanlarda on milyon Müslüman yüz yıldır kâh ümit, kah yeis içinde ama inançlarını yitirmeden yönlerini Türkiye'ye çevirmiş vaziyetle yaşamlarını sürdürüyorlar.
Bizim onlardan haberdarlığımızın eksikliğine, ilgi zayıflığına rağmen onlar her şeyleriyle, her yönleriyle Türkiye'yi takip ediyorlar ve Türkiye'deler.
"Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene..."

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.