M. Ali Köseoğlu

M. Ali Köseoğlu

Mekke - Medine Günlüğü

A+A-

Taşoz-i Osmaniye’nin mermerleri, mahzun Osmanlı revakları ve Medine İstasyonu’nda beklemek

 

Sen bu bahçenin gülüsün gülüm ben bülbülüyüm

elde zemzem kadehi üstümde kefen ölüyüm

bin lisanla geldim de kapına kader susmakmış

içip içip vuslatı aşk hep Sana susamakmış.

24.08.2023/Harem-i Şerif

 

1- MEKKE GÜNLÜĞÜ

Günlerdir yürüyoruz. Şurası Cin Mescidi, şurası Hira… Şurası Hz. Peygamberimizin hicreti sırasında Ebu Bekir Sıddîk ile sığındığı mağara… Kâbe’nin yaklaşık üç kilometre güneydoğusundaki Sevr Dağı’nın zirvesinde bulunuyor. Sevr Mağarası, Mekke’deki müşriklerin baskıları üzerine bir kısmı Medine’ye göç eden sahabenin ardından hicret etme kararı alan Efendimize, Allah Azze ve Celle’nin ikramlarından. Daru’n Nedve’de bir araya gelen ve Hazreti Muhammed’i öldürme kararı alan müşrikler, Sevr Dağı’ndaki mağaraya kadar geldiler ama önü örümcek ağlarıyla kaplı, kuşların yuva yaptığı mağarayı görünce planlarını gerçekleştiremeden geri döndüler. … Bu çöl coğrafyasının mermerle, asfaltla, taşla döşenmiş zeminine basan çıplak ayaklarımızdan ziyade yangınlar yüreklerimizde. Peygamberimizin hicrete kadar tam elli iki yıl yaşadığı Mekke’de ona dair izler arıyoruz. Elbette Kâbe, “taşın kalp kesildiği yer” olarak yeter. Fakat biz iç evimizde yeterin yetersiz kaldığı, dolu bardağın ırmakları aldığı ve taşmadığı bir ânı yaşıyoruz. … Hacerülesved’e ellerimizi sürmek; ona dudaklarını, alınlarını, takke ya da şallarını değdirme çabasında bizden daha antrenmanlı diğer Müslümanların setri yüzünden mümkün olamamışsa da -tavafa Hacerülesved’den başlayıp- Hz. Peygamber’in Vedâ Haccı’nın tavafında elindeki değnekle işaret ederek istilâm ettiği gibi yapıyoruz. Çünkü Hacerülesved’e dokunmak sünnet, başkalarına zarar vermekten kaçınmak ise vaciptir… Biz kısa bir tecrübenin ardından vacip olana teslim oluyoruz. Avuç içlerimizi Hacerülesved’e doğru kaldırıp ona dokunduğumuzu hayal ediyor, “Bismillahi Allahuekber” derken avuç içimizi onu öper gibi öpüyoruz… … Şimdi size biraz da her fırsatta söylediğim “Konya’nın Konya’yı aştığı”, “Türkiye’nin sadece Türkiye’den ibaret olmadığı”nın kanıtını taşlardan yola çıkarak anlatayım… Mescid-i Haram’ın zemininde kullanılan taşların Taşözü Mermeri olduğunu, Taşoz-i Osmaniye (Yunanistan-Thassos) adasının dağlarından özel olarak ithal edildiğini öğrendim. Kaderin cilvesine bakın: Aynı zamanda hemşehrimiz olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mısır’ı Fransız işgalinden kurtarmak için 1799 yılında Kavala’dan gönderilen seçme askerlerin başında Kahire’ye gelir. 1805’te de Osmanlı Devleti’nce Mısır’a vali olarak atanır. Suudi-Vehhabi kuvvetlerinin Tâif, Mekke, Medine’yi içine alan Hicaz bölgesini ele geçirmesi üzerine Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, Vehhabileri Hicaz’dan çıkarmak için görevlendirilir. Paşa’nın kuvvetleri, 1813 yılında Mekke ve Medine’yi tekrar Osmanlı yönetimi altına almayı başarır. Sultan II. Mahmud’un Mehmet Ali Paşa’ya ihsanı, memleketi Kavala yakınlarındaki -1457 yılında Has Yunus Bey tarafından fethedilen- Taşoz Adası olur. Taşoz Adası zengin mermer yataklarının yanı sıra altın, gümüş, bakır, çinko ve civa madenleri bakımından da zengindir. … Suudiler kendileriyle savaşan ve ordularını darmadağın eden Mehmet Ali Paşa’dan ne kadar nefret etseler de -şimdi Yunan’dan- ithal ettikleri mermerin çıkarıldığı Taşoz-i Osmaniye’nin kullanım tapusu onundur. Ve ataları toprak meselesi yüzünden Konya’dan Kavala’ya göç eden Mehmet Ali Paşa’nın kurduğu Kavalalılar Hanedanı, Osmanlının dağılmasının ardından Mısır’da 1953 yılındaki ihtilale kadar hüküm sürmüştür. … Yerlerde Taşoz-i Osmaniye’nin mermerleri, Kâbe’nin etrafında Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid tarafından yaptırılan mahzun ve mebrûr revaklar. Bu defa Hacerülesved’i öptüğümüz gibi hayal ediyoruz; -1781’de ecdadımız Osmanlı tarafından yaptırılan, 2002’de Suudi Arabistan tarafından yıktırılan Ecyad Kalesi’nde Allah ve peygamber aşığı neferler… “Bu tepeler tanır beni, ha bu ufuklar tanır; Şarktan güneş doğduğunda, gölgem garba uzanır.” 30.08.2023 Derkenar: (Ecyad Kalesi’nin aslına uygun olarak başka bir yerde inşa edileceğini vadetmişlerdi ama yapmadılar. Bu unutturulmamalı, sanatkârlarımız bunun resmini, minyatürünü yapmalı.)

***

KUTLU NEBÎ’NIN MAHCUP MISAFIRLERIYIZ

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) doğduğu evin yerinde (Harem-i Şerif’in kuzeyinde, yaklaşık 300 metre uzaklıkta), günümüzde Mekke Kütüphanesi bulunuyor. Burada Efendimizin dedesi Abdulmuttalib’in evi varmış. Sonra oğulları arasında paylaştırılmış ve Mevlid-i Nebî’nin (şimdi kütüphanenin) bulunduğu yer, Allah Resûlü’nün baba sına verilmiş, ondan da Allah Resûlü’ne intikal etmiş. Burada, yüreğimizle çizdiğimiz tabloya gözyaşımız ve terimiz de karışıyor… Kapılar kapalı olsa da bir güvercin olup kanatlanıyoruz ve Kutlu Nebî’nin evine misafir oluyoruz. Mahcubuz. 25.07.2023

***

ARAFAT’TA NEBIYY-I MUHTEREM’I IŞITMEK

“Neyi arıyorsan o’sun sen” demiyor mu Mevlâna… Peki, ben hem de şimdi burada neyi arıyorum? Âdem atamız Cennet’ten çıkarıldıktan yıllar sonra Havvâ annemize burada, Arafat’ta kavuşmuş. Esmer gözler, kendisini yemleyen insanları kanat çırparak alkışlayan kuşlar gibi, rızıklarını arıyorlar… Kavurucu sıcağın altında annesinin kim bilir hangi istekleri sıraladığı ve yavrusuna iyi bir gelecek dilediği şu anda, huzursuzlanan çocuk geride bıraktığı oyun arkadaşını arıyor. Arafat’a çıkıp da gözlerini dört bir yana gezdiren ve kaybettikleri gençliklerini derman için bir lahza da olsa arayan yaşlı dedeler ve ninelere inat, gençler de belli ki geleceklerini arıyorlar. Peki ya ben, neyi arıyorum her şeyini kaybetmiş bu dünyada. Mekke’nin 21 km doğusundaki Arafat Dağı’nı izlerken ve “neyi aradığımı” düşünürken bir kez daha yankılanıyor içimdeki ses: “Zulmün peşindeysen zalimsin, Aşkı arıyorsan âşıksın, Gönlün neye kapılmışsa o’sun sen. Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir: Neyi arıyorsan o’sun sen.” … Gönlüm, ey biçare gönlüm! Bak ve gör: Ki sevgililer sevgilisinin vedasına şahit yüz yirmi dört binden fazla Müslümanın yürekleri arasındasın. Ve “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir.” diyen Nebiyy-i Muhterem’i işit. 27.08.2023

***

MEKKE’NIN MISKIN KEDILERI VE MÜEZZA

Mekke’nin kedileri bir âlem… Kalkmışız, Mekke’den 29 km uzaklıktaki Ci’râne’ye yeniden ihrama girmek için gelmişiz. Öyle karşılama mı olur? Allah’ım bu ne naz, bu ne burnundan kıl aldırmamak, umursamamak. Tamam, sizden Tekir berduşluğu ve aymazlığı beklemiyoruz, ne de olsa Peygamberimizin kedisi Müezza’nın arkadaşlarısınız. Fakat bu kadar da görmezden gelinmek fazla... Biliyorsunuzdur ama Müezza’yı bir paragraf yazayım: Peygamberimiz Uhud seferinde iken ordunun önüne yavrularını emziren bir kedi çıkmış. Efendimiz, kedinin başına nöbetçi dikip koca bir orduyu o kedinin etrafından dolaştırmış. Ve seferden döndüğünde o kediyi sahiplenerek adını Müezza koymuş. … Hil; Mekke ve Medine haremlerinin dışında kalan bölge için kullanılan fıkıh terimi. Bu bölgede olanların umre ihramına (yeniden) girmesi için en faziletli yerlerden birinin Ci’râne olduğunu öğrendik. Hz. Peygamber, 630 yılında Huneyn Gazvesi’nde alınan ganimetleri Ci’râne’de dağıttıktan sonra umre yapmak amacıyla burada ihrama girmiş. Hil’de bulunanların ihrama girecekleri yerler “Tenîm”, sonra “Ci’râne”, sonra da “Hudeybiye”... Biz daha sonra Allah izin verirse Tenim’e de gideceğiz. … Ci’râne Mescidi’nde ihram namazımızı kıldık. Burada, Huneyn ganimetlerinin dağıtımı sonrasında paylarına razı olmayan bazılarının Peygamberimizi nasıl da üzdüklerini hatırladık. Hüznümüz, sıcaklığın kavurduğu tenimizden süzülen terlere karışıp gitmese ve mescidin miskin kedilerini istemeseler de sevip azıklarımızı ikram etmesek asla dağılmazdı. … Müezza’yı anlattım. Bir de Ebu Hureyre var. Sahabeler arasında en çok hadis rivâyet eden Abdurrahman bin Sahr ed-Devsî’ye, kedilere düşkünlüğü sebebiyle Peygamberimiz (kedicik babası anlamına gelen) Ebû Hureyre lakabını vermiş. Evliyâ Çelebi, Ebû Hureyre için der ki: “Sağlığında binlerce kedisi vardı. Kabri (makamı) Mısır’da Giza şehrinde olan bu sahâbinin mezarının (makamının) etrâfında da nice yüz bin kedi vardır.” … Hoşça kal Hureyre… Peygamber beldesindeki miskin ve sevimli dostum. Hoşça kal. 28.08.2023

***

KÂBE: KARALARA BÜRÜNEN MABET!

Bu sabah “son buluşmamız” gibi, son tavafımızı yaptık. Belki bir daha göremeyiz diye uzun uzun bakıştık, tekrar nasip olması niyazıyla vedalaştık. Peygamber Efendimiz gibi “Kâbe sen ne güzelsin, kokun da ne güzel” dedim onu seyrederken. Kalbimde bir mukabele hissettim. Bu sabah ilk defa serindi (en düşük 31°) Mekke… Gökyüzünde güneşi örten bulutlara bakıp, Peygamberimizi gölgelendirdikleri günlerin hasretini duydum içimde. Yine eylüldü ve bulutlar Kâbe gibi siyahtı. … Kâbe’nin siyah örtüsüne bakarken aklıma merhum Ali Ulvi Kurucu’nun bir hatırası geldi. Şöyle anlatıyordu: Afganistan’ın Suudi Arabistan sefiri şair bir dostumuz vardı. Cidde’de bulunur, fakat on beş yirmi günde bir mutlaka Medine-i Münevvere’ye gelirdi. Kütüphaneye uğrardı, görüşürdük. Bir defasında, Farsça bir şiir yazmış. Getirdi, okuduk. “Bu kasidenin şah beyti, taç beyti, en güzel beyti sizce hangisidir?” diye sordu… Gösterdim. “Aferin” dedi, “Ben de öyle düşünüyorum. Bu beyit beni ağlattı ve hep ağlatacak…” Beyitte şair Kâbe-i Muazzama’ya bir sual soruyor ve cevabını alıyordu. Mealen şöyleydi: “Ey Kâbe, senin elbisen niçin siyahtır, niye siyahlar giyindin, niye karalara büründün?” Kâbe cevap verir: “Ey şair! Benim halimi anlayan şair, derdimi soran şair, ben karalar giymeyeyim de kimler giysin? Mekke ahalisi sevgili Muhammed Mustafa’nın kadr u kıymetini bilemediler, Onu gücendirdiler. O da gidip Medine’ye yerleşti. İşte ben bunun için, sevgilimden ayrı düştüğüm için karalar giyiniyorum.” 02.09.2023 2- MEDINE GÜNLÜĞÜ “Beşiğin, yurdun, yuvan Mekke’de bunalırsan Medine’ye göçerdin.” Arif Nihat Asya Peygamberimiz 622 senesinin Eylül ayında Mekke’den Medine’ye hicret etmişti. Biz de Mekke’ye “elveda” deyip Medine’ye 2023 yılının Eylül’ünde, adeta arkamızdan asılan güce mukavemetli soy atların üzerinde gibi hicret ediyoruz. Konforlu otobüsümüzle dört saat kadar sürecek yolculuğumuzu, tarihe yön veren büyük medeniyetini kaybetmiş milletin çocukları olarak, şiirden ve musikiden kâm almamış, kültürel alanda iddiasızlığımızın ispatı, kötü ama müşterisi olan bestelere maruz kalarak sürdürüyoruz. Bazen de umre heyetine başkanlık eden hocaların anlattıklarına kulak kesilerek, çölde başıboş bırakılmış develerin boş vermişliğine benzer bir tavırla sükûneti dokuyoruz. … Mekke’de Müslümanların yaşam şartları son derece zorlaşmış, Hz. Peygamber ve kendisine inanıp tâbi olanlar da daha evvelki peygamberler ve ümmetlerinin âkıbetine mâruz kalmıştı. Müşrikler Efendimizi alaya aldı, ona inananlara baskı uyguladı ve bu baskılar eziyet, işkence ve cinayete dönüştü. Müslümanların kahir ekseriyeti gizli gizli hicret ederken Hz. Ömer kılıcını kuşanmış; yayını, oklarını ve mızrağını yanına alıp Kâbe’ye böylece gitmişti. Kâbe’yi yedi defa tavaf ettikten sonra orada bulunan müşriklere şöyle seslenmişti: “İşte şimdi ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul bırakmak, anasını ağlatmak, çocuklarını öksüz bırakmak isteyen varsa önüme çıksın!” Hz. Ömer, meydan okuyan bu seslenişten sonra, yirmiye yakın Müslümanla gün ortasında Medine’nin yolunu tuttu. Müşriklerden hiçbiri arkalarına düşme cesareti gösteremedi. … Müslümanların bölük bölük Yesrib’e (Medine) hicret etmesi üzerine Hz. Muhammed’in de Mekke’den çıkarak onların başına geçmesinden endişe duyan müşrikler Resûlullah’ı öldürme kararı aldılar. Planları şuydu: Onu Kureyş kavimlerinden birer gencin katılacağı bir grup öldürecek, böylece Hâşimoğulları’nın kan davası gütmesi önlenecekti. Müşriklerin planlarından haberdar olan Efendimiz hemen hicret hazırlığına başladı, öğle sıcağında Hz. Ebû Bekir’in evine gitti ve orada yolculuk planı yapıldı. Akabinde Mekke-Medine yollarını iyi bilen bir kılavuz tutuldu ve onunla, yolda binilecek develeri üç gün sonra Sevr Dağı’nın eteğine getirmek üzere anlaşmaya varıldı. Evine dönen Hz. Peygamber, kendisini öldürmek için evini saracak müşrikleri yanıltmak amacıyla Hz. Ali’yi yatağına yatırdı. Karanlık bastıktan sonra evinden ayrılıp tekrar Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Gece yarısı Hz. Ebû Bekir’le birlikte arka kapıdan gizlice çıkarak Sevr Dağı’na tırmanıp buradaki mağarada üç gün gizlendiler. … Peygamberimizin peşindeki müşrikleri yanıltmak için üç gün geçirdiği, Medine’ye ters istikamette olan Sevr Dağı’nı çoktan ardımızda bıraktığımızda, önümüzde uzanan vadinin içine doğru yol alırken, görevlerini tamamlamış ve ödülü hak etmiş kâhyaların beklentisi okunuyordu gözlerimizden. Buna elbette ümit ışığı da diyebilirsiniz. Günlerdir ihramlı ya da ihramsız tavafla, sa’yle, namazla, sadakayla, gözyaşı ve pişmanlıkla Rabbine yalvaran Müslümanlar, bir müjde umuduyla, Resûl-i Ekrem’e doludizgin koşuyorlar. O’nun Mekke’den Medine’ye hicreti böyle konforlu da değildi ve sürekli yer değiştirerek on bir gün sürmüştü. Medine’ye yaklaştığımızda şiddetlenen yağmur ve boşluğa düşen yıldırımların ışığı arasında bunları düşündüm. Sonra Nurullah Genç’in şiirinden şu mısraları okudum kendime: Yağmur, ayrılığıma seninle derman düştü, Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü, Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün, Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü. … Abraham Maslow’a göre, insan “olmaya” devam eder ve bu şartlarda hiçbir zaman sabit kalmaz. Kişi daha arı ve ayrı bir şekilde kendisi oldukça önceden benlik dışı olan dünya ile birleşebilme yeteneği de artar. Örneğin sevgililer daha çok yakınlaşarak iki kişi olmaktan çıkıp bir birlik oluşturur; yaratıcı, yaratılan eserle bir olur; anne kendini çocuğu ile bir duyumsar; duyarlı kişi müzik, resim, dans olur (ya da müzik o olur); gökbilimci “orada” yıldızlarla birliktedir, teleskopun deliğinden derinliklerdeki kendinden ayrı bir varlığa bakan başka bir varlık değildir. Medine’nin içine doğru yol alırken onun da benim içimdeki yolculuğu çoktan başlamıştı. Bunu şöyle hissettim; Medine’yi diğer şehirlerden ayıran aşk, beni her taraftan kuşatmış, cisimsizleşmiş ya da Medine olmuştum. O, nasıl ki Kutlu Nebi’ye içini açarak Yesrib’ken Medine olmuşsa ben de içimi Medine’ye böylece açtım. … Otele akşam vakti vardığımızda kabul görevlileri bizi güllerle karşıladılar. Öyle aşkın duygular içinde ve o duygunun bir parçası olarak eşyalarımızı odalarımıza bırakıp Mescid-i Nebevî’ye ve güller gülü Efendimize koştuk… Ravza-i Mutahhara’nın hududundan geçerken bu defa bir medeniyetin kıymetli mirası olarak içimizde beliren musiki, dudağımızdan çağlıyordu: Toprağı güldür taşı gül Kurusu güldür yaşı gül Has bahçesinin içinde Serv-i çınarı güldür gül Peygamberimizi, hücre-i saâdetlerinde tarifi imkânsız duygularla selamladık, eş ve dostumuzun emaneti salavat-ı şerifeleri ve selamları takdim ettik, rûh-i tayyibelerine sayısız Fatihalar gönderdik. O ki salat ve selam okuyanın salatının kendisine ulaştığını bildirmiştir, biz de sayısızca kere öyle yaptık: Allâhumme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed. 03.09.2023

***

RAVZA-I MUTAHHARA’DA ÜRKEK DAKIKALAR

Hz. Âişe’nin, “Eğer orada ibadetin ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi insanlar izdiham sebebiyle aralarında kura çekerlerdi” sözü, günümüzde hemen hemen gerçek olmuş. Ravza-i Mutahhara’ya girip iki rekât namaz kılmak için heyet olarak randevu almamız gerekiyordu. Randevu saatinde orada olmamışsanız, bu buluşmanın tekrarı çok da mümkün olmuyordu. Bu yüzden ve ikindi namazı sonrasına verilen randevumuza yetişebilmek için Cennetü’l-Baki önündeki 37 numaralı kapıda kıldığımız namazın ardından, hızla -tesbihat ve duayı terk edip- mescidin avlusunda, askerler nezaretinde oluşturulan sıraya geçtik. Önce ikişerli, sonra tek sıra halinde dizilerek, sanki gözlerine baksak içeriye almayacaklarmış gibi hissettiğimiz askerlere nazar etmeden önlerinden koşarak Ravza-i Mutahhara’ya kendimizi attık. Az önce ikindi namazını kıldığımızdan kendi kerahet vaktimizin içinde olduğumuz bu anda, on-on beş dakikalık bu rüya süre içerisinde (tavsiye üzerine) kılabildiğimiz kadar kaza namazı kılıyoruz. Ravza-i Mutahhara’da, bir yanda ömrünü Osmanlıyla mücadeleyle geçiren Memlûk Sultanı Kayıtbay döneminden kalan mihrap, diğer yanda da Osmanlı Sultanı III. Murad’ın armağanı minber etrafında, sanki cennet bahçesindeyiz de “yasak meyveden koparınca kovulacakmışız” gibi ürkek hislerle ve kelimelerin gönlümüzden dilimize aktığı kadar taleple dualar ettik. 04.09.2023 *** MESCID-I KIBLETEYN’DE KUDÜS’Ü ANDIK Mescid-i Kıbleteyn’de iki rekât şükür namazı kıldık. Burası hicretin ikinci yılında Efendimizin öğle namazını kıldırdığı esnada aldığı ilahi emirle yönünü Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Kâbe-i Muazzama’ya çevirdiği yer. Bu yüzden ona “iki kıbleli mescit” anlamına gelen “Mescid-i Kıbleteyn” denilmiş. Namazın ardından hemen her büyük mescidin “ikramlık” bölümündeki zemzemlere yöneliyoruz. Bu esnada Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya, oradan da göğe yaptığı yolculuğu hayal ediyoruz. Medine’den Mekke’ye, oradan da Kudüs’e kanatlanıyor ruhumuz. … Bundan yarım saat kadar önce Uhud’daydık… Okçular Tepesi (Cebelü’r-Rumât) olarak bildiğimiz Ayneyn Tepesi’nin zirvesine oğlum Muhammet Vefa’yla neredeyse koşarak çıktık. Eşim Gülşah Hanım ise gazi babasının selamını iletmek üzere kafileyle beraber Uhud Savaşı’nda şehit olan Peygamberimizin amcası Hz. Hamza’nın ve yetmiş şehidin kabirlerinin bulunduğu Uhud Şehitliği’ne yöneldi. Okçular Tepesi’nde Muhammet Vefa anlattı ben dinledim… Tepe anlattı ben dinledim… Rüzgâr anlattı ben dinledim… Uhud anlattı ben dinledim. Uhud Savaşı’nda düşman ordusunun arkadan saldırmalarını ve Medine’ye girmelerini önlemek için Peygamberimiz, Abdullah b. Cübeyr kumandasındaki elli kişilik okçu birliğini bu tepeye yerleştirmişti. Hz. Peygamber’in kesin emrine rağmen okçuların burayı terk etmesi savaşın neticesini değiştirmişti. Sanki Peygamberimizin emrine itaatsizlik edenler bizlermişiz gibi mahcup duygularla tepeden aşağıya inip otobüslerimizin bulunduğu noktaya ilerlerken, başımızın üzerinde uçuşan güvercinlerden her biri “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Hayır, onlar diridirler. Rab’leri katında rızıklanmaktadırlar. (Âl-i İmrân, 3/169)” ayetini taşıyorlardı. 05.09.2023

***

MEDINE: ISLAM ŞEHIRLERININ ILK MODELI

Prof. Dr. Mustafa Demirci, “İslam’da Şehir ve Şehrin Sosyal Dinamikleri” başlıklı makalesinde, İslâm şehirlerinin fiziki ve sosyal modelinin Hz. Peygamberin Medine’si olduğunu belirtir ve “Bütün İslâm şehirlerinde Medine’nin bir uzantısını görmek mümkündür. Bu etkileşim öylesine geniş olmuştur ki, câmi mimarisinden, câminin o dönemdeki yüklendiği göreve kadar bütün yönüyle taklit edilmeye çalışılmıştır” der. Günümüzde, geçmişin sağlam bağlarla tuttuğu şehirlerimizi okumaya çalışırken önümüzde Medine örneğinin bulunması oldukça ufuk açıcıydı. Medine Taiba Çarşısı’nda gezerken, Türk olduğumuzu adeta alınlarımızdan okuyan esnafın Türkçe hitaplarıyla karşılaşıyor, bazen de çeşitli İslam diyarlarından buraya çalışmaya gelen Müslümanların -Osmanlı ecdadımızın bu topraklardaki hizmetlerine vefa olarak- yeniden davetlerini hissediyoruz. Çarşıda “Arap Kahvesi”nin hangisi olduğunu sorduğum yaşlı ama dinç Arap, kahvenin çeşitlerini gösterirken Filistinli olduğunu söylüyor ve dünyaya sitem, Türkiye’ye şükran ifadelerinde bulunuyor. Tanık olduğum hadiselerden bir kez daha anlıyorum ki büyük medeniyetler hiçbir zaman yok olmazlar. Büyük medeniyet tarihin bir noktasında geriye çekilse bile, ona olan özlem ve tarih içindeki varlığı, yok olmasını asla mümkün kılmaz. Bir kere var olan, ne olursa olsun zamanın behrinde yaşamaya devam eder. … Medine’deki son günümüzde, hatta son saatlerde Hamidiye Hicaz Demiryolu Medine İstasyonu’nu görmeye giderken, “Ben rüyamda Efendimizi gördüm. Benden asla orayı bırakmayacağıma dair söz aldı. Bu yüzden ben burayı terk edemem” diyen Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa’nın “Medine Müdafaası”ndaki anıları canlanıyor gözlerimin önünde. Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, “Haremeyn, yani Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere, Osmanlılar tarafından adalet ve hürmet ile idare edilip, servet harcanarak mukaddes makamlar tamir ve tezyin edildi. Haremeyn ahalisi, rahat ve refah içinde yaşadı. Bu saadet zamanı, I. Cihan Harbi’ne kadar devam etti. 1916’dan itibaren Arabistan ve Hicaz, elden çıktı” diye yazar. Akşama doğru vardığımda iki katlı bir müze olarak fakat kapalı bulduğum istasyonun etrafındaki insanlara “İstanbul treninin saat kaçta kalkacağını” soruyorum. “Kalkalı çok oldu, kaçırdın” diyorlar. “O zaman sonrakini beklerim” diyorum. “Çok beklersin” diyorlar. “Gelinceye kadar beklerim” diyorum. Söz verdim. 06.09.2023▪

 

Düşünen Şehir Dergisi 19. sayı

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.