NECİP FAZIL 25. YILINDA ANILIYOR

NECİP FAZIL 25. YILINDA ANILIYOR

İbrahim Ethem Gören/ www.dunyabulteni.net Necip Fazıl tam 104 yıl önce 1904 yılının ilkbahar sonlarında 26 Mayıs sabahı İstanbul'un Çemberlitaş semtindeki...

A+A-

İbrahim Ethem Gören/ www.dunyabulteni.net

Necip Fazıl tam 104 yıl önce 1904 yılının ilkbahar sonlarında 26 Mayıs sabahı İstanbul'un Çemberlitaş semtindeki bir konakta doğarken adını büyükbabasının babasının adından almıştır.

Küçük Fazıl'ın büyük babasının babası, Maraş müftüsüdür. Şanlı bir zattır. Halep valisi Salim Paşa, Maraş'a geldiği vakit, eşraftan birine misafir olmak usulünce yörenin köklü ailelerinden Kısaküreklerin konağına gelir. Halep valisi, Necip Fazıl'ın büyük babasındaki zekâ pırıltılarını fark eder ve İstanbul'da iyi bir eğitim göreceğine, geleceğinin parlak olacağına ailesini inandırarak, İstanbul'a beraberinde götürür.

Sultanüşşuara Necip Fazıl Kısakürek

Necip Fazıl'ın büyük babası kısa bir süre sonra paşanın gözdesi durumuna gelir, tahsil basamaklarına hızla tırmanır ve paşanın kızıyla evlenir. Necip Fazıl'ın büyükbabasının iki kızı bir de oğlu olur. Büyükbaba, iki kızdan sonra, erkek evladı olunca, erkek çocuğunu yani Necip Fazıl'ın babasını hiç incitmez. Her dediğini yerine getirir. Yaramazlıklarından ötürü Necip Fazıl'ın babasına "Deli Necip" adını takarlar. Akıllansın, diyerek de 18-19 yaşlarındayken 14-15 yaşlarındaki bir kızla evlendirirler. İşte Necip Fazıl böylece dünyaya gelmiş olur.

Günümüzde, yerinde duramayan, hareketli, afacan çocuklara hiperaktif diyoruz. Hem Necip Fazıl'ın babası hem de bizzat Necip Fazıl kelimenin tam anlamıyla hiperaktif kişiliğe sahiptirler. Necip Fazıl bir bakıma hayat hikâyesini anlattığı Kafa kâğıdı adlı eserinde, çocukluk yıllarında yaptığı yaramazlıkları teferruatlı bir şekilde anlatmıştır. Bunlardan bir kaç tanesini sizlerle paylaşalım.

Küçük Necip, köşklerinin çamaşırhanesinde yüksekçe rafta teneke bir kutu görür. İçinde ne var diye merak eder. İskemleye çıkar bir de ne görsün kaymak gibi bembeyaz bir şey. Hemen parmağını daldırır ve beyaz şeyi tatmaya başlar. Fakat yediği şey çok acıdır ve içini yakmıştır. Dadı yetişir ve çığlığı basar:

-Koşun, çocuk kireç kaymağını yiyor.

Küçük Necip, okulda öğretmenlerine yaptığı şakalardan birinde öğretmeninin korkudan bayılmasına neden olmuştur.

Necip Fazıl'ın bu tarz davranışlarını, zekâsının dışa yansıması olarak değerlendirmek doğru olacaktır.

Oyalanması ve akıllanması için Necip Fazıl'ın önüne ailesi kitapları yığar. Bu kitaplar arasında en çok macera romanları vardır. Özellikle Şarlok Holmes'dan çok etkilenir. Bir dedektif titizliği ile geçirir çocukluğunu. Sık sık hastalanan Necip Fazıl hatıratında "Çocukluğumu düşündükçe burnuma keskin bir sirke kokusu gelir" der. Bu, ateşinin düşmesi için alnına konan sirkeli bezlerin kokusudur.

Çocukluğunun geçtiği konak her yönden ihtişamlıdır. Zengin ve köklü bir aile oldukları için konaklarında hizmetçi, uşak, aşçı, dadı eksik olmaz.

O dönemde en çok sevdiği kişi büyükbabasıdır. Yaramazlık yaptığında büyükbabasına sığınır, ondan yardım ister.

Annesinin konakta pek sesi çıkmaz. Babasına ait fazla hatırası yoktur Necip Fazıl'ın. Babası 30 yaşında iken -bu arada Necip Fazıl 13 yaşında imiş- annesini boşamıştır. Babası, Necip Fazıl'la yeterince ilgilenmemiştir. Boşanmadan 4 yıl sonra babası ölür. Necip Fazıl'ın en güzel şiirlerinden biri de annesi için yazdığı şiiridir.

ANNECİĞİM

Ak saçlı başını alıp eline, Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,

Kara hülyalara dal anneciğim! Gecenin ardında yine gece var;

O titrek kalbini bahtın yeline, Çocuklar hıçkırır anneler ağlar,

Bir ince tüy gibi sal anneciğim! Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

Gözlerinde aksi bir derin hiçin,

Kanadın yayılmış çırpınmak için;

Bu kış yolculuk var diyorsa için,

Beni de beraber al anneciğim!... (1926)


Necip Fazıl, bu şiiri 22 yaşında kaleme almıştır. Babası annesini terk etmiş, annesi verem hastalığına yakalanmıştır. Şairin annesiyle ilgili hatıralarının tümünde annesinin silik kişiliğini, ürkekliğini görmekteyiz. Necip Fazıl'ın annesinin sözüne konakta pek itibar edilmez. Bu ruh hali Necip Fazıl'ın bilinçaltına öylesine yer eder ki, edebiyatımızın en güzel anne şiirinde bile acizliği, karamsarlığı, umutsuzluğu dile getirir.

"Gecenin ardında yine gece var" dizesiyle şair, karanlıkların geçeceğine, annesinin kötü talihini yeneceğine, iyileşeceğine inanarak, validesinin "kara hülyalara" dalmasını istemektedir. Oysa ki kimse annesinin üzülmesini istemez, dertlenmesini arzulamaz. Şiirin son iki dizesinde şair, çaresizliğinin son safhasındadır. Annesi ölmek üzeredir, şairin elinden hiç bir şey gelmemektedir. Kadere boyun eğmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Şair annesine "Bu kış yolculuk var diyorsa için/Beni de beraber al anneciğim" diye seslenerek, kendi nazarında, annesiz bir hayatı yaşamanın hiçliğini dile getirmektedir.

Belki de baba şefkatinden mahrum kaldığı, babasına kırgın olduğu için, Necip Fazıl'ın baba sevgisini ifade eden şiirine rastlayamadım.

8 yaşında iken mektep hayatı başlar Necip Fazıl'ın. İlk olarak mahalle mektebine gider. Balkan Harbi'nin başladığı yıllardır. 1-2 ay bu mektepte okur. Ardından Fransız Papaz Mektebi'ne verirler. Papazlardan hoşlanmadığı için yeni okuluna gitmek istemez. Bu sefer de Kumkapı'daki Amerikan Mektebi'ne kaydettirilir. Amerikan Mektebi'nde rahat durmadığı için kovulur.

Aile içinde anlatılan masalları, efsaneleri, cin ve peri hikâyelerini ilgiyle dinler. Bu tarz hikâyeler kişiliğine tesir eder, pek çok şiirinde cinlerden, hayaletlerden, ölüm(ler)den bahis açmasını bu vakıaya bağlayabiliriz.

Necip Fazıl'ın annesi, belki de "bahtsızlığından" ötürü vereme yakalanır. Günümüzde olduğu gibi o yıllarda da ince hastalığın tedavisinde temiz hava, bol oksijen çok önemlidir. Annesi ile birlikte Heybeliada'ya giderler. Heybeliada Bahriye Mektebi'nde 5 yıl okur. Kendi ifadesi ile "Ne oldumsa bu mektepte oldum" der. Nazım Hikmet ile Necip Fazıl Bahriye Mektebi'nde aynı yıllarda okumuşlardır. Nazım Hikmet, Necip Fazıl'dan iki sınıf ileridedir. O yıllarda "Ben de müridinim işte Mevlana" gibilerinden şiirler yazan Nazım Hikmet'in dünyaya bakışı henüz farklılaşmamıştır. Yahya Kemal, Necip Fazıl'ın Bahriye Mektebi'nde hocasıdır, tarih derslerine girmektedir.

Necip Fazıl'ın şiire hevesi de burada başlar. Bahriye talebesi olarak, annesini yattığı hastanede ziyarete gittiği bir gün annesi "Necip, şair olmanı çok isterdim" der. Annesinin bu sözü, Necip Fazıl'a tesir eder ve şiir yazmaya başlar.

N. Fazıl, Bahriye Mektebi'nden sonra kendini işgal altındaki İstanbul sokaklarında bulur. Eski ihtişamlı günleri artık mazide kalmıştır. Konak satılmış, büyükbaba ölmüş, aile dağılmıştır. Erzurum'da polis müdürü olan dayısının yanına gider. Bir süre ticaret ile uğraşır fakat başarılı olamaz. Erzurum'dan ayrılır "çile diyarı" olan İstanbul'a döner.

Darülfünun'un Felsefe bölümüne kaydolur. Ahmet Kutsi Tecer ve Ahmet Hamdi Tanpınar ile burada tanışır. O dönemlerde edebiyat âleminde Ziya Gökalp'in kurduğu "Yeni Mecmua", peşinden "Dergah", "Milli Mecmua" ve "Hayat" dergileri söz sahibidir. Necip Fazıl bu dergilerde şiirlerini neşreder.

20 yaşına geldiğinde, Milli Eğitim Bakanlığı'nın (o zamanki ismiyle Maarif Vekâleti) açtığı sınavı kazanarak, eğitimini ilerletmek amacıyla Paris'e; Sorbon üniversitesine gönderilir.

1925'te ilk şiir kitabı olan Örümcek Ağı'nı yayımlar. Türkiye'ye dönüşünde bankacılık sektöründe çalışır. 1928 yılında Kaldırımlar'ı ardından üçüncü şiir kitabı olan Ben ve Ötesi'ni çıkarır. 30 yaşına; yani 1934 yılına kadar bohem hayatı yaşar. Bu dönem içerisinde yazdığı şiirlerinden bazılarını ya tamamıyla reddeder, o şiirleri sahiplenmez ya da şiirleri üzerinde değişikliklere gider.

1934 yılında çalıştığı bankadan Boğaziçi'ndeki evine dönerken vapurda karşısına oturan Hızır tavırlı bir adam, ona Abdülhakim Arvasi Hazretleri'nden söz eder. Eyüp sırtlarında Piyer Loti civarında yaşayan bu zatla tanıştıktan sonra hayata bakışı, sanat anlayışı değişir. "Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum/Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" dizeleriyle önceki yaşantısının kendisi için hiç bir şey ifade etmediğini, şöhrete ulaşmasını sağlayan, tüm edebiyat çevreleri tarafından övgü dolu sözlere ve yazılara boğulduğu o dönemi boşa geçirdiğini dile getirir.

Bundan sonraki dönemlerinde hayatında din ve tasavvuf felsefesi yer etmeye başlar. Tohum, Bir Adam Yaratmak, Künye, Reis Bey gibi edebiyat çevrelerince çok bilinen tiyatro eserlerini kaleme alır. Bu arada, çalıştığı bankadan istifa eder. Çünkü hayatının artık yepyeni bir yönü vardır. Eserleri ve fikirleri ile gençliğe önder olmak ister. Gençleri, İslami bir hayat tarzı yaşamaya yönlendirme azmindedir.

Eserlerinin içeriğinden ötürü defalarca tevkif edilir, hapis yatar. 1941 yılında Fatma Neslihan Hanım ile evlenir. 5 oğlu olur. 1945 yılında Büyük Doğu dergisini çıkarmaya başlar. Uzun yıllar yayın hayatını sürdüren bu mecmuada, fikir ve aksiyon zemini kurar. Büyük Doğu aracılığıyla Türk halkına seslenir. Tasavvuf felsefesini, dini duygu ve düşüncelerini bu dergide okurlarıyla paylaşır. Anadolu'nun pek çok yerinde konferanslar verir. 26 Mayıs 1980'de Türk Edebiyatı Vakfı tarafından Şairler Sultanı unvanıyla taçlandırılır. 25 Mayıs 1983'te ardında her biri tek başına şaheser niteliğinde olan 60'dan fazla eser ve milyonlarca hayran bırakarak aramızdan ayrılır. Kabri, şeyhi ile tanıştığı yer olan Eyüp mezarlığındadır.

Necip Fazıl 30 yaşına kadar, bohem hayatı diye adlandırılan, nerede akşam, orada sabah diyerek kaygısız, tasasız bir tarzda yarını hiç düşünmeden günü gününe yaşamıştır. Lükse, gösterişe aşırı denilebilecek bir şekilde düşkündür. Mina Urgan, Bir Dinazor'un Anıları adlı eserinde Necip Fazıl'ın evine konuk olduğunu anlatır. Necip Fazıl bir kokteyl vermiştir. Misafirlerin tümü mobilyaların güzelliği, antikaların ihtişamı, evin dekorasyonu karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişler, hayranlıklarını dile getirmişlerdir. Necip Fazıl misafirlerinin gece yarısından önce kalkacaklarını hesap ederek, şöhretine gölge düşürmemek için, maddi durumu hiç de iyi olmamasına rağmen mobilyacı ve antikacıdan sadece bir geceliğine yüksek bir ücret ödeyerek eşyaları kiralamıştır. Misafirlerini asaletiyle, ihtişamıyla büyülemeyi düşünen Necip Fazıl, bir şeyi hesap edememiştir. Sohbet koyulaştıkça vakit ilerlemiş, misafirler ikramdan memnun kaldıkları için Necip Fazıl'ın evinde sabahlamışlardır. Oysa, üstadın mobilyacı ile yaptığı anlaşma sabaha kadar geçerlidir. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte mobilyacı, üstadın evine gelir, misafirlerinin gözü önünde ne var ne yoksa alır götürür. Bu olay, Necip Fazıl'ın lükse ve gösterişe düşkünlüğünün alamet-i farikasıdır.

Şahsiyetlerin şekillenmesinde kişilerin yetiştiği aile ortamı, ekonomik durum, sosyal çevre son derece etkilidir. Aynı yüzyılda yaşamalarına rağmen Fuzuli ile Baki'nin, hayata bakışları, sanat anlayışları tamamen farklıdır. Fuzuli mezhep kavgalarının yaşandığı (günümüzde de bu çatışmalar devam ettirilmektedir) bir ortamda sefalet ve yoksulluk içerisinde büyümüştür. Bu yüzden acı çekmekten hoşlanır. Aşk acısının insanı olgunlaştıracağına inanır. Izdırap şairidir. Baki ise Osmanlının başkentinde Kanuni'nin himayesinde yaşadığından şiirlerinde beşeri aşktan söz eder. Fuzuli'nin şiirlerindeki karamsarlığın yerini Baki'nin şiirlerinde yaşama sevinci almıştır.

Buradan Necip Fazıl'a gelecek olursak... Köklü ve zengin bir aileye mensuptur. Çocukluk yıllarındaki konaklarında ihtiyaç duydukları her şey mevcuttur. İsteklerine büyükbabasının aracılığıyla kolayca ulaşabilmektedir. Çocukluk döneminde arzulayıp da aldıramadığı hiç bir şey yoktur. Bana göre bu hayat tarzına alışan, dadılarla, bakıcılarla müreffeh bir ortamda yetişen Necip Fazıl, maddi yönden sıkıntı çektiği anlarda bile lüksünden ödün vermemiştir.

Bu dönemde kumar tutkusunun esiridir Necip Fazıl. Varını yoğunu kumara yatırır ve kaybeder. Kaldırımlar şiirini bu dönemde kaleme almıştır. Paris'e eğitimini ilerletmek amacıyla gönderildiği dönemde bir gece kumar masasında tüm parasını kaybeder. Otel parası bile kalmamıştır. Kumarda kaybetmenin verdiği sıkıntı ve memleketinden uzakta olmanın ezikliği ile o geceyi sokaklarda, kaldırımlarda geçirir. Bu ruh hali en güzel şiirlerinden biri olan Kaldırımların vücut bulmasına zemin hazırlamıştır.

KALDIRIMLAR

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;

Yürüyorum arkama bakmadan yürüyorum. Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.

Yolumun karanlığa saplanan noktasında, İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;

Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum. Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor; Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;

Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler.. Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.

Üstüme camlarını, hep simsiyah dikiyor, Kaldırımlar, duyulur,ses kesilince sesi;

Gözüne mil çekilmiş bir ama gibi evler. Kaldırımlar içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim,yol gitsin

Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum! İki yanımdan aksın seller gibi fenerler.

Aman, sabah olmasın bu karanlık sokakta; Tak, tak ayak sesimi aç köpekler işitsin;

Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum! Yolumun zafer takı gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim; Uzanıverse gövdem taşlara boydan boya

Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları! Alsa buz bibi taşlar alnımdan bu ateşi.

Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim; Dalıp sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,

Örtün, üstüme örtüm serin karanlıkları. Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi... (1927)


Necip Fazıl tüm şiirlerinde olduğu gibi Kaldırımlar şiirinde de muhayyilesinin, hayal gücünün zirvesine çıkmıştır. O, soyut kavramları rahatça ete kemiğe büründürmüş, somutlaştırmıştır. Hayal dünyasının genişliğini anlamak için, şiirlerine göz atmak yeterli olacaktır.

Memleketinden uzakta, kimsesiz bir sokak ortasında, ardına bakmadan yürüyen Necip Fazıl, karanlığın derinleştiği noktalarda kendini bekleyen bir hayal görmektedir.

Şair,sokakları, kaldırımları öylesine güzel bir üslupta anlatmış tasvir etmiştir ki, şiiri okuduğumuzda kendimizi birden kaldırımların, kimsesiz sokakların içinde buluruz. Necip Fazıl'ın şiirlerinde Kaldırımlar şiirinin "İn cin uykuda yalnız iki yoldaş uyanık" dizesinde olduğu gibi, cinlerle, perilerle, destansı yaratıklarla her an karşılaşmak mümkündür. Çocukluk döneminde aile içi sohbetlerde anlatılan hikâyeleri, efsaneleri, "Ne derlerse desinler,-Yakın dostlarım cinler-Havanın ve alevin-Kemiksiz çocukları-Yüz bir odalı evin-Haşmetli konukları-Kum gibi kalabalık-Bin şekil ve bin kılık..." dizeleriyle şiirleştirmiştir.

Necip Fazıl, sokakları, başları kesilmiş devlere benzettiği ve böyle bir sokakta tek başına olduğu için, artık korkmaya başlamıştır. Üstadın muhayyilesi burada sazı eline alır ve tasvirlerini konuşturur. Evleri, gözlerine mil çekilmiş insanlara benzetir Necip Fazıl. Gözlerine mil çekilen insanlar nasıl karanlığa mahkum edilirlerse, gözlerinin ferini, canlılığını nasıl kaybederlerse, ışıkları söndürülen evler de aynı şekilde gözüne mil çekilmiş insanlar gibi ziyadan, nurdan, aydınlıktan uzak bırakılmışlardır."Üstüme camlarını hep simsiyah dikiyor-Gözüne mil çekilmiş bir ama gibi evler."

"Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi" dizesinde üstadın hislerinin, idrak gücünün büyüklüğü ile irkiliriz. Bir sesin duyulması ancak ve ancak o sesin varlığı ile mümkün olur. Ses çıkmalı ki biz de o sesi duyalım. Fakat kaldırımların sesini duymaya gelince iş farklılaşır. Kaldırımların sesini duymak her yiğidin harcı değildir. Tüm sesler kesilince duyulan kaldırımların sesini, ancak Necip Fazıl gibi hisli insanlar duyabilir.

Şiirin ilerleyen bölümlerinde şair, içinde biriken korkulardan kurtulur. Kaldırımlardaki yolculuğunun hiç bitmemesini ister. "Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim-Gündüzler size kalsın verin karanlıkları-Islak bir yorgan gibi sımsıkı bürüneyim-Örtün üstüme örtün serin karanlıkları" dizelerinde dile getirdiği üzere sabahın olmasını istemez, karanlıktan mesuttur. Çünkü sabah olduğunda gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Hâlbuki gecenin karanlığı, kaldırımların şefkati Necip Fazıl'a dertlerini unutturmaktadır.

Nasıl ki aşık sevgilisinin kucağında, sevgilisinin kollarında ölmeyi arzularsa, Necip Fazıl da şiirin son dörtlüğünde kaldırımlar üzerinde tüm dertlerinden azade bir şekilde can vermek istemektedir. Aşık Veysel'in kara toprağa, Mecnun'un Leyla'ya, Attilla İlhan'ın Pia'ya olan aşkı gibi Necip Fazıl da kaldırımlara sevdalanmıştır.

At yarışlarına da büyük ilgi duymuştur. Kadir Mısıroğlu "Necip Fazıl'a Dair" adlı eserinde bu konuya değinmiştir. Üstad'ın sık sık kendisini Veliefendi'ye at yarışlarını izlemeye ve at yarışlarında bahis oynamaya götürdüğünden söz eder. Öyle ki sadece dönüş parası kalana kadar at yarışı oynamaktan kendini alamamıştır Necip Fazıl. O yıllarda Necip Fazıl maddi yönden sıkıntı çekmektedir. Tanıdıklarına, samimi olduğu kişilere hatır senetleri imzalatarak ekonomik sıkıntılarını giderme çabasındadır. Bu suretle Akbank'a 30.000 lira borcu birikir. Akbank genel müdürü Erol Dallı, Necip Fazıl'ın borcunu ödeyemeyeceğini gayet iyi bilmektedir. Borcun da ödenmesi gerekir. Necip Fazıl'a at hakkında bir kitap yazmasını, kitabın telif ücreti ile de borcunu ödeyebileceğini söyler. Erol Dallı'nın bulduğu formül üstada cazip görünür, ancak eski borcun üzerine yeni bir şeyler de katmak ister. Neticede 32.000 lira karşılığında Ata Senfoni adlı eserini kaleme alır. Bu eser maddi sıkıntıların temini için sipariş üzerine yazılmış bir kitaptır.

Necip Fazıl narsist bir karaktere sahiptir. Kafakağıdı adlı eserinden okuduğum kadarıyla kendinden başka kimseyi kolay kolay beğenmez. Tanzimat'tan başlayarak, cumhuriyet dönemine değin yazılan hiç bir romanı başarılı bulmaz. Oysa, Türk romancılığı Servet-i Fünun döneminde altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde yazılan romanlar, roman tekniği, dili kullanma becerisi, olay örgüsü gibi pek çok açıdan çok başarılıdır.

Edebiyat tarihçilerimiz Halit Ziya'yı Türk romanının batılı anlamdaki kurucusu olarak kabul eder. Halit Ziya'nın eserlerini başarılı bulurlar. Yahya Kemal Sessiz Gemi, Mehlika Sultan, Süleymaniye'de Bayram Sabahı, Ok, Akıncılar... gibi pek çok şiiriyle ölümsüzlüğü yakalamış geniş kitleler tarafından beğenilmiş, takdir edilmiş bir şairimizdir. Necip Fazıl'ın Bahriye Mektebi'nde tarih öğretmenliğini de yapmıştır. Necip Fazıl Yahya Kemal'i de beğenmez. Onun "şapırşupur" bir istekle yenen yemek gibi ağzının iki yanından salyalar akıtıcı bir lezzet edası içinde ballandıra ballandıra tarih anlatmasından hoşlanmadığını ifade eder. Sınıfa hâkim olamayışından yakınır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Necip Fazıl çalkantılı, tezatlarla yüklü bir hayat sürmüştür. Değişken bir karaktere sahiptir. Çocukluğunu şöyle tarif etmektedir: "Zalim taraflarım da vardı. Zalimden mazluma ve mazlumdan zalime her an yer değiştiren bir karakter... Tezatlar kumkuması (kötü bir vasfı kendinde fazlasıyla toplayan kişi)... Bir, kutup iklimlerinde beyaz ayıları kovalayan; bir, ekvator sıcaklarında ceylanlarla ağlaşan, neşede de kederde de son derece mübalağalı garip bir mahlûk..."

Eserleri ve fikirleriyle toplumları derinden etkileyen kişiler, genelde fırtınalı bir hayat yaşamışlardır. Düşünce dünyalarındaki çalkantılar, fikirleri doğrultusunda eserler vermelerini sağlamıştır. Tevfik Fikret, sanat hayatına başladığı ilk yıllarda münacatlar, naatlar; 2.Abdülhamit Han'ı öven kasideler yazmıştır. İlerleyen dönemlerde dini hassasiyetten tamamen uzaklaşmıştır. Oğlu Haluk'un papaz olması manidardır. Ermeni komitelerince 2. Abdülhamit Han'a yapılan bombalı suikast için, "Attın da tutturamadın ey şanlı avcı" dizesini söyleyerek, Ermenilere karşı duyduğu sevgiyi dile getirmiştir. İşte o Ermeniler emellerinden, isteklerinden yüzyıllar boyunca hiç taviz vermemişler, hedefleri doğrultusunda hiçbir zaman geri adım atmamışlardır. O dönemde olduğu gibi günümüzde de başımızı ağrıtmaya devam etmektedirler.

Aydın insanlar milletine, milli çıkarlarına zarar verecek söylemlerden kaçınmalıdır. Tevfik Fikret'in hayatında da düşünce iklimindeki değişiklikleri kolayca gözlemlemekteyiz. Nazım Hikmet'in Necip Fazıl ile Bahriye Mektebi'nde aynı yıllarda okuduğunu belirtmiştim. Nazım Hikmet o dönemlerde "Ben de müridinim ey Mevlana" gibilerinden şiirler yazmaktadır. "Beni Stalin yarattı!" diyeceği günlere henüz 30-35 yıl uzaktadır. Hülasa kendi ifadeleriyle "Ah şu benim, zıt kutuplar arası en keskin ve mübalağalı grafikler çizen yaratılışım" diye yakınan Necip Fazıl, neticede İslami bir hayat tarzını benimsemiş, bu uğurda mücadeleler vermiştir.

Necip Fazıl 30 yaşından sonra tasavvuf şairi kimliğine bürünür. Tasavvuf edebiyatının kurucusu Hoca Ahmet Yesevi'dir. Hoca Ahmet Yesevi kolay akılda kalabilecek tarzda söylediği şiirlerle Türklerin Müslümanlaşmasına katkıda bulunmuştur. Yetiştirdiği talebeleri Anadolu'ya göndererek Ortaasya'dan sonra Anadolu'nun da İslamlaşmasında etkin rol oynamıştır.

Tasavvuf şairleri dil, din, cinsiyet, ırk ve sınıf farkı gözetmeksizin herkesi İslam dinine davet etmiştir. Mevlana'ya göre insan, geçici bir süreliğine asıl mekânı olan ahirete hazırlık yapması için dünyaya gönderilmiştir. Akıllı kişi, geçici dünya hayatının eğlencesine dalmadan, ahiretine hazırlık yapan kişidir.

Tasavvuf ehlinin başlıca temalarından biri de ölümdür. Mevlana, hepimizin korktuğu, ürktüğü, bilinmezliklerle, gizemlerle dolu ölüm gerçeğini düğüne benzetmiştir. Nasıl ki sevgililer düğünlerinin bir an önce olmasını sabırsızlıkla beklerlerse, Mevlana da gerçek sevgiliye, Allah'a kavuşma anı olan ölümü,aynı heyecan ve sevinçle beklemiştir.

Necip Fazıl da şiirlerinde ölüm gerçeğiyle yüzleşmiştir. "Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber... Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?..." dizeleriyle ölümden korkmanın (eğer hazırlıklıysak) yersiz olduğunu ifade etmiştir.

İtalyan aktör Roberto Benigni'nin en iyi erkek oyuncu oskarını aldığı Hayat Güzeldir filmi bir babanın savaş gerçeğini oğluna oyunlaştırarak anlatmasını konu edinmiştir. 2. Dünya Savaşı yıllarında toplama kamplarında, tankların, işkencelerin, açlık ve sıkıntıların içerisinde geçirilen günlerde, baba oğluna tüm yaşananların aslında bir oyun olduğunu, oyunda en sabırlı olanın ve yaşama azmini kaybetmeyenin galip geleceğini anlatır. Baba, böylece oğlunun hayata sıkı sıkıya sarılmasını sağlamıştır.

Necip Fazıl "Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var; Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var!" dizeleriyle ölümü bayram gününe, tabutu da çocukların oynadıkları tahta ata benzetmiştir. Bir nevi ölümü oyunlaştırmıştır. "Altımda gacır gucur kişner durur cansız at... İşte servili çukur ve ölümsüz hakikat" dizelerinde de aynı benzetmeye rastlamaktayız. "Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir! Mezarda geçer akçe neyse ondan biriktir." beyti ahirete hazırlık yapmamız gerektiğini çarpıcı bir şekilde vurgulamaktadır.

Kaldırımların sesini duymakta zorlanmayan Necip Fazıl, Ölüler adlı şiirinde ölülerin feryatlarını dile getirmiştir.

ÖLÜLER

Ölüler bağrıyor mezarlarından: Yolcular uzanın yere upuzun;

Yolcular, oturun taşlarımızda! Dayayın taşlara başlarınızı!

Biz attık onları böyle ayağa, Tüy yastıklar kadar rahat taşımız,

Onları deviren biziz toprağa; Birleşsin bir lahza orda başımız!

Sakın atlamayın kenarlarından! Bizdedir cevabı kuruntunuzun

Ölüler bağrıyor mezarlarından... Yolcular uzanın yere upuzun;

Ben de bir gün böyle haykıracağım:

Yolcular oturun mezar taşımda!

Yolcular önümde fısıldaşacak,

Yolcular aşılmaz yollar aşacak.

Taşımı yerlere yatıracağım

Ben de bir gün böyle haykıracağım!


Bilemeyiz belki de mezarlıklardan geçerken ölüler aynı şiirdeki gibi yolculara, bizlere sesleniyordur. Taşlarına oturmamızı istiyorlardır. Necip Fazıl, mezar taşlarını tüy yastıklara benzeterek ölülerin huzur içinde yattıklarını vurgulamıştır. Ölüler huzur içindedirler, çünkü gerçek sevgiliye, Allah'a kavuşmuşlardır.

Necip Fazıl İstanbul şairidir. İstanbul'un destansı tarihini, doğal güzelliklerini,kültürel yapısını şiirlerine konu edinmiştir. O, İstanbul'da yaşamaktan son derece memnundur.

CANIM İSTANBUL

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; Tarihin gözleri var surlarda delik delik

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. Servi, endamlı servi ahirete perdelik...

İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim; Bulutta şaha kalmış Fatih'ten kalma kır at;

O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim. Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale; Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;

Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale. Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

İstanbul benim canım; O manayı bul da bul

Vatanım da vatanım... İlle İstanbul'da bul

İstanbul, İstanbul... İstanbul, İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!

Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği. Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...

Oynak sular yalının alt katına misafir; Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,

Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir. Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.

Her akşam camlarında yangın çıkar Üsküdar, Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından

Perili ahşap konak koca bir şehir kadar... Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.

Bir ses, bilemem tambur gibi mi, ud gibi mi? Ana gibi yar olmaz İstanbul gibi diyar;

Cumbalı odalarda inletir 'Katibim'i... Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Kadını keskin bıçak, Gecesi sümbül kokan

Taze kan gibi sıcak Türkçesi bülbül kokan

İstanbul, İstanbul... İstanbul, İstanbul...

İstanbul, Necip Fazıl'ın ruhudur. Zaman, mekân aşıp gelmiş sevgilisidir. Derebeylik sistemini ve Ortaçağ'ı, tarihin tozlu sayfalarına gömen Fatih Sultan Mehmet, Necip Fazıl'ın şiirinde tekrar vücut bulmuştur. Kuşatmanın anıları olarak varlığını günümüze değin koruyan surlardaki gedikler, tarihin gözlerine benzetilmiştir.

Necip Fazıl İstanbul'un fethini anlattığı bir başka beytinde şöyle diyor: "Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes-Ey kahpe rüzgâr artık nereden esersen es". Bulutları çoğu zaman türlü şekillere, varlıklara benzettiğimiz olur. Necip Fazıl İstanbul semalarındaki bulutlara baktığında, Fatih'i kır atının üzerinde askerlerine emirler yağdırırken görmektedir. Beyoğlu, o dönemlerde de eğlence hayatının kalbinin attığı yerdir. Beyoğlu tepinirken Karacaahmet ağlamaktadır. Karacaahmet İstanbul'un en meşhur mezarlığıdır. Mezarlıkta da insanların ağlaması doğaldır. Üstad, bir ressam titizliği ile gördüklerini mısralara aktarmaya devam etmektedir. Üsküdar deyince hepimizin aklına "Katibim" şarkısı gelir. Bu şarkı eşliğinde fesli delikanlılar volta atarlar, yeldirmeli kızlar da şemsiyelerini döndürerek delikanlıların akıllarını başlarından alırlar. Katibim şarkısı, şiirde cumbalı odalarda söylenmektedir. Günümüzde cumbalı ev görmek neredeyse imkânsızdır. Estetikten uzak, sanat kaygısı taşımayan beton bloklarda hayatımızı sürdürüyoruz.

Hayatın her alanında karşılaştığımız yozlaşmayı, şahsiyetsizliği, tekdüzeliği günümüz mimarisinde de görmekteyiz. Üstad çocukluğunun geçtiği, şahsiyetinin şekillendiği,hatıralarıyla avunduğu mekanı Evim adlı şiirinde şöyle anlatıyor:

EVİM

Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan! Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı;

Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün, arkan! Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı...

Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada... Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;

Garanti yok senin gibi faniye sigortada! Sular cömert,'temizlik imandandır' bilinmiş..

Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın! Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler.

Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın! Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler...

Bir köşede anneannem, dalgın, Kur'an okurdu; Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu;

Ve karşıda annem, sessiz, gergef dokurdu. Komşuluk, mana ve ruh,ne varsa heder oldu.

Bir yeni nesil geldi, üst üste binenlerden; Şimdi git, mahkemede hesap ver,iki büklüm;

Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden... Cezan,susuz,ekmeksiz,olduğun yerde ölüm!..

Seninle sarmaş dolaş, kökten bozuldu denge; Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!

Vuran kimse kalmadı bu davayı mihenge... Tadım, rengim, ışığım,anne kucağı evim!

Şair, kişileştirmeler yaparak İstanbul'u tanımamızı kolaylaştırmaktadır. Eyüp, genelde garibanların yaşadığı bir yer olması hasebiyle öksüzdür. Kadıköy ve Moda zengin muhitler olduğu için, buraların ahalisi de süslü ve kurumludur. "Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz" atasözünü Necip Fazıl, "Ana gibi yar olmaz İstanbul gibi diyar-Güleni şöyle dursun ağlayanı bahtiyar" dizeleriyle değiştirmiştir.

İstanbul konuşmasının ahengini,ritmini bülbülün şakımasına benzeterek şiirini sonlandırmıştır. Kültürel yozlaşma bütün milli, ahlaki ve insani değerlerimizi kemirmektedir. 1983'te yazdığı bir şiirinde dilimizdeki yozlaşmadan şöyle yakınmaktadır: "Renk renk hatıralarım oda oda silindi-Anne kokan bir Türkçem vardı, o da silindi."

Necip Fazıl, dava ve cemiyet adamıdır. İnançları doğrultusunda yaşamayı ilke edinmiş, bu uğurda mücadeleler vermiştir. Arzuladığı, görmek istediği gençlik tipini, kuşaklar arasındaki görüş farklılıklarını, toplumları felaketlere sürükleyen yanlış batılılaşmayı Muhasebe adlı şiirinde okuyucularıyla paylaşmıştır. Yakup Kadri, Kiralık Konak adlı eserinde üç ayrı kuşak arasındaki görüş, duygu ve yaşayış ayrılıkları üzerinde durmuştur. Bu ayrılıklar yüzünden aileler çözülmeye başlamıştır. Kiralık Konak'ta aşırı batı hayranı züppe tipi, başarılı bir biçimde yansıtılmıştır. Necip Fazıl ,Yakup Kadri'nin roman sınırlarında anlatmaya çalıştığı kültürel yozlaşmayı, 30-35 mısralık bir şiirde gözler önüne sermeyi başarmıştır.

MUHASEBE

İşte bütün meselem, her meselenin başı, Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!

Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı! Üst kat: Elinde tespih ağlıyor babaannem,

Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden, Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,

Daha keskin eliyle, başını ensesinden, Alt kat: Kız kardeşimin (Tamtam)da çığlıkları.

Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına; Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;

Yerleştirse başını, iki diz kapağına, Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim

Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi? Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!

Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi? Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş...

Dışımda bir dünya var zıp zıp gibi küçülen, Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!

İçimde homurtular inanma diye gülen... Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım!

Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;

Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana.

Necip Fazıl, tasavvuf şairi kimliğine büründükten sonra, ilahi aşkı konu edinen şiirler yazmıştır. Beklenen şiiri, beşeri aşktan ilahi aşka geçişin anlatıldığı meşhur bir şiiridir.

BEKLENEN

Ne hasta bekler sabahı, Geçti, istemem gelmeni,

Ne taze ölüyü mezar, Yokluğunda buldum seni;

Ne de şeytan bir günahı, Bırak vehminde gölgeni,

Seni beklediğim kadar. Gelme, artık neye yarar?

Leyla ile Mecnun hikâyesini hepimiz duymuşuzdur. Asıl ismi Kays olan bir delikanlı, ilkokulda Leyla isimli bir kıza âşık olur. Kız da Kays'ı sever. Aileleri bu işe karşı çıkar ve gençleri birbirlerinden ayırırlar. Leyla'sından uzak kalan Kays, aşk acısı ile çöllere düşer. O kadar çılgına döner ki halk arasında adını deli anlamına gelen Mecnun koyarlar. Aradan yıllar geçer, Leyla'yı zorla evlendirirler; fakat sevgililer birbirlerini asla unutmazlar. Leyla, kocası ölünce aşığını, Mecnun'unu, bulmak için çöllere düşer. Nihayetinde Mecnun'unu bulur. Mecnun yanına gelen Leyla'yı tanımaz. O, artık Leyla'sını kendi ruhunda bulmuştur. Beşeri aşktan ilahi aşka yönelmiştir. Necip Fazıl da ilk dörtlükte delice arzuladığı, tutkuyla beklediği kadını ikinci dörtlükte tanımamazlıktan gelir, sevgilisini istemez.

Aşksız bir hayat düşünülemez. Aşk olmadan hayatın tadına varılamaz. Necip Fazıl,aşk adı altında sunulan iğrençliklerden,gençlerin uzak durmasını istemektedir.

Eski aşklara günümüzde rastlamak maalesef mümkün değil! Her alanda olduğu gibi aşkta da geçmişe duyulan bir özlem var. Eski bayramların güzelliğinden, vefalı dostlukların kalmayışından, dürüst insanların nesli tükenen canlılar gibi günümüzün çıkarcı ilişkileri arasında yitip gittiğinden dem vururuz çoğu zaman. Aşkın nostaljisi ise, başka hiç bir şeye benzemiyor!

Deli Dumrul'a canını veren eşine, aşkı için dağları delen Ferhat'a, askerde şehit olan nişanlısının yasını ölene dek tutan yiğit Türk kadınına (eşi değil nişanlısı) günümüzde rastlayan var mı acaba?

Necip Fazıl'a göre aşkın ve şirin tek gayesi, mutlak hakikat olan Allah'ı aramak, tanımak ve tanıtmaktır. Şiir, Allah'ı sır ve güzellik yolundan arama işidir. Şair, cemiyetin sıkıntılarını dile getiren kişi olmalıdır. Fildişi kulelerde etliye sütlüye dokunmadan hamasi nutuklar atmak şaire yakışmaz.

Şair, toplumun ihtiyaçlarını, beklentilerini yansıtan bir ayna olmalıdır. Necip Fazıl, Sakarya Türküsü adlı şiirinde,Türk toplumunun çektiği dertleri destansı bir tarzda dile getirmiştir.

SAKARYA TÜRKÜSÜ

İnsan bu su, misali, kıvrım kıvrım akar ya; Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;

Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Su iner yokuşlardan hep basamak basamak; Mermerlerin nabzında hala çarpar mı tekbir?

Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir; Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;

Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir. Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kainat; Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya

Şu çıkan buluta bak, şu inen suya inat! Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne? İnsan üç beş damla kanırmak üç beş damla su;

Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine; Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu. Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için. Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin? Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur, Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!

Sırtına Sakarya'nın Türk tarihi vurulur. Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana düştü bu yük? Sakarya saf çocuğu masum Anadolu'nun,

Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!.. Divanesi ikimiz kaldık yalnız Allah yolunun!

Ne ağır imtihandır başındaki Sakarya! Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;

Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya? Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız! İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal, Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;

Hamallık ki, sonunda ne rütbe var, ne de mal, Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan; Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan. Sen kıvrıl, ben gideyim Son Peygamber Kılavuz! Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an; Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;

Kehkeşanlara kaşmış, eski güneşleri an! Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;

Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu

Yaşadığı dönemdeki şairlerin ve eleştirmenlerin tümü tarafından övgü dolu sözlere ve yazılara mazhar olan Üstad Necip Fazıl Kısakürek'i hayır ve rahmetle rahmetle yâd ediyoruz. Mekânı cennet olsun.

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.