KENDİNİ ARAYAN ŞEHİR - Kâmil UĞURLU

KENDİNİ ARAYAN ŞEHİR - Kâmil UĞURLU

Biz “Kendini Arayan Şehir”leri sevdik ve onlarla ilgili yeni bilgiler aldık. Üstelik usta bir kalemden, serin kaynaklardan sular içerek.

A+A-

 

"ŞEHİR VE KÜLTÜR" dergisinin 99. sayısında; usta kalem, kıymetli şair Kâmil UĞURLU'nun, Ahmet KÖSEOĞLU'nun şehirler üzerine son çıkan kitabı "KENDİNİ ARAYAN ŞEHİR" hakkında yazdığı inceleme/değerlendirme yazısı yayınlandı. 

 

KENDİNİ ARAYAN ŞEHİR

Kâmil UĞURLU

 

Ahmet Köseoğlu, Türkiye Yazarlar Birliği’nin Konya kolunu yöneten münevver, gerçek okur-yazar, kalemi özel ve benzersiz bir kültür adamıdır. Ülkedeki “iyi belediyecilerden” biridir. Yıllarca Konya Belediyesi’nin ve Konya’nın şanını yüceltmek adına olağandışı bir çalışma yürütmüştür, yorulmadan, yüksünmeden…

Belediyede kültür ve sosyal konuları başkan adına yönetirken, dünyanın önemli isimleri hep Konya’daydılar. Hz. Mevlâna’nın muhibleri, feylesoflar hep Konya’daydılar. Hüseyin Nasr, Annemaria Schimmel, Anna Masala, Eva Vitray de Meyeroviç, Mandel Khan… Hep Konya’daydılar. Şehre girer girmez önce Hz. Pir’i selâmlarlar, sonra “Hoş geldin kahvesini” Ahmet Köseoğlu ile içerlerdi.

Belediye seviyeli, dengeli ve faydalı bir yayın serisi  tutturmuştu. Süslü, parlak ciltli ve pahalı, fakat içeriği pek de önemli olmayan yayınlar hiç yoktu o zamanlar. Türk kültürünün, özellikle Konya’nın geçmişinde gölgede kalmış eserleri, şaşırtıcı bir şekilde masaların üstüne çıkarılıyordu. Kültürel programların da niteliği ve sürekliliği kültürşinas insanlarca malumdu.

Bütün bunların altında, kendini gölgede tutmayı tercih eden (ve bunu becerebilen) genç bir kültür adamının imzası vardı. Bu adam Ahmet Köseoğlu’ydu.

* * *

Zaman geçti, bu kadar yoğun ve seviyesi yüksek üretim biraz rahatsızlık yarattı. Çevre, bu tempoya ayak uyduramıyordu. Ona, “sen biraz dinlen” dediler ve onu bir söğüt gölgesine yolladılar. “Biz senin ekmeğini, suyunu yollarız, orada kal” dediler.

Kamuda çalışmak ve hayra hizmet düşüncesi olanlar için söğüt gölgesi de bir üretim zemini olabilirmiş ki, Köseoğlu’nun dokuzuncu kitabının çıkış yeri olarak o serin ve bereketli gölgeliğin mührü bulunmaktadır.

“Kendini Koruyan Şehir”den sonra, “Kendini Arayan Şehir” Ahmet Köseoğlu’nun yazdığı şehir kitaplarının son yayınlananıdır. Şehri tarif eden, onunla selâmlaşan, fısıldaşan, zaman zaman şakalaşan, gülen, ağlayan, ilginç tespitler yapan önemli bir kitap çalışması. Tertibi, düzeni, grafiği, (fakat illâ üslubu, illâ üslubu) ve yazım şekliyle son zamanlarda ele alınabilecek üç-beş kitaptan biri olarak huzura sunulmuştur.

Üç ana başlık altında on üç şehir anlatmış Köseoğlu. “Gökte Yapılan Şehirler” demiş ve bu şemsiyenin altına Kudüs’ü, Konya’yı, Şam’ı, Şanlı Urfa’yı ve Bursa’yı dâvet etmiş.

Biraz ilerdeki şemsiyenin altında Üsküp, Kütahya, Aksaray, Tokat, Amasya ve Balıkesir’e yer vermiş. Onlara “siz, umran şehirsiniz, oturun ve beni bekleyin” deyip üçüncü şemsiyesini açmış.

Üçüncü toplanma yeri hem şehirden uzakta, hem şehre yakın bir yere kurulmuş. Bölümün adı böyle ve buraya çağırdıkları da İznik, Tuz Gölü(Kulu, Cihanbeyli, Şereflikoçhisar) ve Ereğli (Konya)

* * *

Birinci bölümde ilk şehir olarak Kudüs anlatılmış. Kudüs’ü anlatan ve ona naat düzenleyen, ağıt yakan, destan düzen çok sayıda eseri okumak kısmet oldu. Fakat buradaki gibi, “Kendini Arayan” bir şehir olarak Kudüs’ü hiç böyle düşünmemiş, hayal etmemiştik.

Köseoğlu’nun gönül gözüyle seyredip anlattığı mekânları, duvarları ağaçları… okurken, dinlerken gerçekten bu dünya dışında bir yerde, gökyüzünde inşa edilmiş ve yere öylece indirilmiş bir varlığı (sâdece şehir değil) gördük, duyduk, hissettik…

“Bazı şehirler gerçekten insanın kanına karışır, onun bir parçası olur, insan kendini bulur sokaklarında dolaşırken...” Hz. Pîr’in ikazına kulak asılırsa, “insan, aradığıdır” O halde Köseoğlu, “kişi şehre girerken kendi ruh şehrini arıyordur belki de.” diyor.

Kitabı yazan, Kudüs’e öyle ihtişamlı bir kaftan giydiriyor veya onun sırtındaki bu kaftanı görüp bize anlatıyor ki, hayran olmamak mümkün değil.

“Taşlara sinmiş seslere kulak verdim. Çeşmelerin sulara öğrettiği şarkıları dinledim. Yaz sıcağında bir mâbedin serin gölgesinde aradım ruhumdaki şehrin kapılarını.

Şöyle devam ediyor:

“Geçmişten günümüze 124 bin peygamberin makamı, Nuh tufanı öncesi ve sonrası Âdemoğullarını kıblesi, dünyanın gözü, zamanın tanığı, ay ve güneşin yoldaşı, tarihin sırdaşı, dinlerin mezargâhı, Furkan’ın işareti, İslâm’ın İsra’sı, İbrahim’in, İshak’ın, Yakub’un, Yusuf’un, Dâvud’un, Musa’nın, Süleyman’ın, İsa’nın diyarı, Muhammed’in mirâcı, Ömer’in gözünuru, Selâhaddin’in dirilişi, Yavuz’un rüyâsı, Abdülhâmid’in haremi, Filistinli Müslümanların gözyaşı ve cenneti, “Şehirlerin Melikesi” Kudüs…”

“Kudüs’ü ziyâretim ibâdete dönüştü. Bu benim yıllarca hayalini kurduğum ve ibâdetkâr bir hâlet-i ruhiye ile bulunmayı arzuladığım bir durumdu”

Ahmet Köseoğlu, mübârek Kudüs’ü anlatırken geçmişini, geçmişteki zulüm ve beynelmilel oyunlarla şehrin nasıl perişan edildiğini basit, iğrenç ve çapsız dünya politikalarının insanların kaderine nasıl etkilerle yansıdığını, doğru, dengeli bir anlatımla sunuyor. Fakat bütün bunların arkasında coşan, kendini tutamayan bir çığlığı da hissettiriyor.

Bir şehir anlatılırken ancak bu kadar duygulu anlatılabilir.

Kitabı yazan, Feyruz’la birlikte, onun gözyaşı ve çığlığıyla şöyle feryat ediyor:

“Senin için feryad ediyorum ve ey namaz şehri / Senin için ey şehirlerin çiçeği.. Gözlerim sana gelir her gün, her zaman sokaklarını döner mâbetlerin, kiliselerin / Ve hüznü kovar camilerden.. / Ey İsrâ gecesi göğe yükselenlerin yolu, / Mağaradaki çocuk ile anası, Meryem ile oğlu, ağlayan iki yüz, / Ağlayarak, evlerinden kovulan çocuklar için / Şehit olanlar ve barış için yananlar için / Adalet yere düştü Kudüs düştüğünde, sevgi kenara çekildi / Dünyanın yüreğinde savaş var şimdi…”

Köseoğlu, duygu dolu anlatımının yanında, şehrin görülmesi gereken yerlerin derunundan bahsediyor ve ziyaretçiye faydalı notlar ikram ediyor.

* * *

“Gökte Yapılan Şehirler”in ikincisi Konya, “Huzur Şehri” alt başlığıyla yine beylik bilgilerin dışında anlatılıyor. Bilen kişinin ifadesi daima farklıdır, kendinden emin ve inandırıcıdır. Yazar, belediyesinin kültür hayatını yıllarca yönettiği şehri elbette bütün efsunu, esrarıyla ve derin bilinmeyenleriyle anlatacaktır. Öyle yapıyor. Konya’yı bütün oylumlarıyla, onu “huzur şehri” yapan sırlarıyla bile huzura çıkarıyor. Yine dinlendiren, okuyana tepeden bakmayan, yumuşacık bir üslûpla yapıyor bu işi.

Kudüs anlatılırken tutturulan “ağıt” makamı, Konya tavsif edilirken anlatılırken de haklı olarak devam ettiriliyor.

“…Konya’nın yıkım döneminde sâdece surlar değil daha birçok tarihi eseri de yok ediliyor. Konya Köşkü, yirmi şehir hanı, Türbe Hamamı, Konya Bedesteni, Dede Bahçesi, Millet Bahçesi, Sultan Selim İmareti, Türbe Kahvehanesi, Sulu Kahve, Kayıklı Kahve, Bimarhaneler, Buğday Pazarı, Baruthane, Muvakkithane, Eflatun Mescidi, Anber Reis Camisi, Türbesi, Tacü’l Vezir Türbesi, Hankâhı, Mescidi, Medresesi, İnce Minareli Mescid, Medrese ve hücreleri, Gazezler (İpekçiler) Tekkesi, Söylemez’in Konağı ve Tekkesi, Nalıncı Baba Türbesi, Ayabakan Dede Türbesi ve Tekkesi, Küçük Karatay Medresesi, Sultan Veled Medresesi, Nizamiye Medresesi, Ziyaiye Medresesi ve yüzlerce eski ev, sivil mimarinin şaheseri evler, konaklar, köşkler..”

Yazarın tespitleri tamamen doğrudur. Aynı şehirde uzun süre yaşayan ve çalışan fakiri de, bu “tarihi yıkımın” büyük bir bölümüne şahit olmuştur.

Kitap, sonra, okuyucunun elinden tutarak onu Konya’nın güzelliklerine doğru uzun bir geziye çıkarıyor. Yine bilinmeyen veya az bilinen, tevatüren bilinen birçok hususu, doğru kaynaklarla anlatıyor, gezdiriyor ve “Gökte Yapılan” bu şehir ile Hz. Pîr’in alış-verişini yine özel bir üslup ile insanlara sunuyor.

* * *

“İbn Arabî’nin Fütuhat-ı Mekkiye’sinde ‘Belde-i muhayyere’ olarak belirtilen üç şehirden biri olan şehrim Konya’ya muhabbetimin artmasında, onun adının da Medine, Şam gibi seçilmiş şekilde bile anılmasının payı büyüktür” diyor Köseoğlu. “Hz. Peygamber’e (s.a.v.) hicreti öncesinde üç şehir bildirilmiş ve o, Medine’yi tercih etmişti. Çünkü fakiri çoktu Medine’nin. Bu mealdeki hadiste adı anılan Şam’a giden ilk Konyalı değildim. Ama benim için bu ilk gidişti...” Yazarı Şam şehrinin heyecanlandırması, Hz. Mevlâna’nın Şems’i anlamak için bu şehre gelmesi ve tarihinin en heyecanlı arayışına sahne olması, İbn Arabi’nin, nâmını duyduğu âlim ile görüşmek için Şam’dan çıkıp Konya’ya gelişi gibi esrarı çözülmeyen hâdiselerden ötürüdür.

“Gün ağardı. Dönüş için hazırlık yapılırken, defterimdeki ziyaret ettiklerimize baktım: Hz. Zekeriya, Hz. Yahya, Hz. Zeynep, Emevi Camisi, Hz. İsa’nın dili Aramiceyi yaşatan bir köy, Nurettin Zengi’nin kabri, Selahattin Eyyubi’nin Türbesi, Hz. Hüseyin, Halid bin Velid, Hicaz Demiryolu’nun Şam İstasyonu, Sultan Vahidettin, Yavuz Sultan Selim, Halep, Şam, Hama’nın ünlü su değirmenleri, Busra, Süleymaniye Külliyesi, Türk Hava Şehitleri, birçok kapalı çarşı, Halep Kalesi, kiliseler, medreseler, Bilâli Habeşi, Muhiddin İbn Arabi, Cafer-i Tayyar, Abdülhamid Han, Osmanlı, Selçuklu, bedava hastane, ucuz mazot, ucuz taksi, koşmayan insanlar, nargile, karadut, dondurma, Zeynel Âbidin, Halep kebabı; Ebu Hureyre, Refia Sultan, Bediüzzaman Said Nursi, Mevlâna, Şems, Şam’ın şekeri…”

* * *

Yazar, “Efsane Şehir” olarak nitelediği Urfa’dan bahsederken tarihi bir olayı hatırlar ve heyecanlanır: Urfalı büyük şair Nâbî hacca gitmeye niyetlendiğinde manevî koruyucusu, hâmisi Mustafa Paşa onu destekler. Şair ve beraberindekiler Urfa, Kudüs ve Mısır tarikiyle Hicaz’a ulaşırlar. Medine’ye yaklaştıklarında, Hz. Peygamber’i rahatsız etmemek için şehrin dışında gecelemeyi ve sabah güneşini beklemeyi düşünürler.

Gece kafile istirahatta iken, yorgun yolculardan biri ayağını Ravza’ya doğru uzatmış iken, büyük şair bu durumdan ve dikkatsizlikten ziyâdesiyle üzülür. O hüzünle dilinden şu harika mısralar dökülür:

“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbubu Hüdadır bu

Namazgâh-ı ilâhidir, makam-ı Mustafa’dır bu.”

Beş beyitlik müthiş bir kasidedir.

Sabah vakti, müezzinler, ezandan önce bu naat-ı şerifi okuyunca, halden haberi olmayan kafile şaşırır. Fakat Nabi daha çok şaşırır, perişan olur. Bunu okuyanlara sorar Nâbi: “Bu şiiri kim söylemiş ki siz ezandan önce onu okursunuz?”

Onlar söylerler: “Hz. Peygamber-i ekber dün gice düşümüzde bize dedi ki: Yarın ümmetimden Nâbi gelecek beni ziyarete. Onu bu kelimelerle karşılayın..” Nâbi perişan, “Ümmetimden mi dedi, bunu iyice duydun mu?” Onlar, “İyice duyduk” dediler ve Nâbi gözyaşı seli içinde kaldı. Şükretti, ayakları yere basmaz oldu...”

* * *

Bursa’nın adı, yazarın dilinde “Tarih Kokulu Şehir”dir. Bursa’da yine sırlı keşifler yapar Köseoğlu. Şehir için bir güzelleme yapar. Küçük, şirin bir şehrengiz oluşturur.

Sonra Umran şehirlere geçer.

Üsküp’ü, Kütahya’yı, Aksaray’ı, Tokat’ı, Amasya’yı ve Balıkesir’i anlatır. Bu şehirlerdeki tespitlerini ve hissiyatını, temiz diliyle ve tavrıyla anlatır. Her şehirde bir efsun keşfeder. Az bilinen, hatta bilinmesi muhal olan birçok halden bahseder.

İznik, Tuz Gölü ve Ereğli onun, zaman içinde gezdiği, gördüğü az bilinenlerden bahsedilir.

Kitabın son bahsi “Şehrin Yerlisi Olmak” üzerinedir. En ilgi çekici tespit buradadır. Yazar, İbni Haldun’dan naklettiği bir bölümde, ezcümle öyle denilmekte olduğunu söyler:

“Bugün şehirlerimizi yönetenlerin, şehirlerde ve yönetimlerde liderlik edenlerin büyük çoğunluğunun kırsaldan gelenler olduğu…”

Bu fevkalâde tespiti hazırlayan sebepler şöyledir:

“Bedevilik (yani kırsal kesim insanı) tüm sosyal düzenin, yerleşik halkın ve şehirlerin, şehirlilerin kökenidir.

Ancak şehirlilik sadece bir son olabilir, bu, kültürün son aşamasıdır ve dolayısıyla parçalanmaya başladığı noktadadır. Aynı zamanda bu bozulma ve iyiden uzaklaşmanın da son aşamasıdır.

Yerleşik insanlar hazlarıyla meşguldürler. Lüks ve başarıya alışmışlardır. Ve dünyevî isteklerinin peşinden giderler. Bu sebeple onların nefisleri yerilmiş ve fena özelliklerinin, renkleriyle boyanmışlardır. Ne kadar çok şeye sahip olurlarsa, iyinin yoluna ve bilgeliğe de o nispette uzaktırlar.

…..

Bedeviler ise (köylüler, dağlılar, kırsal kesim halkı) toplumdan kendilerini soyutlamış vaziyette yaşarlar. Yalnız başlarına, açık arazide, askerlerin koruması olmadan yaşamaktadırlar. Bu sebeple kendilerini yine kendileri korurlar, başka korumalara itimat etmezler. Silahları hep yanlarındadır. Yolların her tarafını gözlerler, her sese duyarlıdırlar. Sadece kendilerine güvenerek çölün içlerine doğru giderler. Erkeklik onların temel özelliği, cesaret doğaları haline gelmiştir.”

İşte bu sebeple onlar, şehirleri yönetmeye gözü kapalı talip olurlar. Çünkü “gözü karadırlar...”

* * *

Biz “Kendini Arayan Şehir”leri sevdik ve onlarla ilgili yeni bilgiler aldık. Üstelik usta bir kalemden, serin kaynaklardan sular içerek.

Ahmet Köseoğlu iyi bir iş çıkarmış, eline sağlık olsun.

web-yakalama-27-9-2022-174317.jpegweb-yakalama-27-9-2022-17255.jpegweb-yakalama-27-9-2022-172818.jpegweb-yakalama-27-9-2022-172847.jpeg​​​​​​​​​​​​​​web-yakalama-27-9-2022-172918.jpeg​​​​​​​​​​​​​​

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.