Urfalı Gözüyle:KONYA(Şehirler İçinde Bir Şehir)
"Öyle ki kırgın çocuk gibi KonyalıBayramlara hep bayram ertesi çağrılmışKonyalı bir çocuk gibi, Konyalı birErgen gibi Konyalı bir adamKonyalı bir...
"Öyle ki kırgın çocuk gibi Konyalı
Bayramlara hep bayram ertesi çağrılmış
Konyalı bir çocuk gibi, Konyalı bir
Ergen gibi Konyalı bir adam
Konyalı bir kocamış kırda
Kendisi konmuş kırda gölgesi çağrılmış"
Turgut Uyar
İnsan bazen okuduğu bir kitap dolayısıyla o şehri görüp tanımak ister bazen de bir türkü sözünden hareketle... Şahsen Konya'yı sık sık dinlediğim : "Yaylalar içinde Erzurum yayla/ Şehirler içinde Konya'dır Konya" türküsünün sözlerinden dolayı merak etmiştim. Yıllar sonra Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Beş Şehir" kitabını okuyunca bu merakım daha da artmıştı.
Konya'ya girerken işte bu heyecan ve merakla girdim. Akşam karanlığında girdiğim şehir, büyüklüğü ve bir çarşaf gibi yayılışı içimde o metropol şehirlere mahsus bir korku ve merak uyandırmıştı. Aslında şehrin büyüklüğü, diğer yandan benim açımdan iyi olmuştu, çünkü "Bir şehirde kaybolmadan o şehri tanıyamazsınız" gerçeği doğrultusunda, bu kayboluşun aynı zamanda bir buluş olacağını biliyordum...
Konya, Alâeddin Tepesi'ni merkez alarak bir çarşaf gibi dümdüz ovaya serilmiş bir şehir. Alâeddin Tepesi şehrin gövdesi, Mevlâna beyni ve kalbi... Şehir, sema yapan bir semazenin uçuşan tennuresi gibi, tepenin etrafına yayılmış... Tarihte Selçuklulara başkentlik yapmış olan bu şehir, başkentlik yaptığı devletin tarihi eserlerini değişime kurban vermiş olmalı ki, dağınık şekilde ayakta duran Selçuklunun cami, medrese ve türbeleri dışında Selçuklu tarihi ve mimari eserlerini tek karede verecek fotoğrafı kaybetmiş... Buna rağmen şehir, sosyal ve kültürel yapısıyla Selçuklunun izlerini ruhunda saklıyor... Konya'nın ruhunu çözmek için ancak Selçukludan yola çıkmanız gerekir...
Alâeddin Tepesinde bütün ihtişamıyla duran Alâeddin'in sarayı değil, yaptırdığı camidir. Saray diye korumaya alınan tuğlalardan oluşmuş yıkık bir duvar... Selçukluyu, iktidar ve yönetim anlamında hatırlatacak bir şey kalmamış camiler ve mescitler dışında... Konya'da Selçukluların ve başkentliliğin izini ancak camilerinde ve Mevlâna'nın dergâhında bulabilirsiniz. Bazen bir şehri bir insan kurtarabiliyor. Bu anlamda geçmiş ile gelecek arasında bir köprü olan, hatta büyük kıyım ve yıkımlara rağmen geçmişi bütün özellikleriyle şahsında gösteren Mevlâna, Konya'nın ruh mimarı olduğu kadar, tek başına bir tarihi fısıldayan insandır da... Konya, kendini o denli Mevlâna ile özdeşleştirmiştir ki, koca bir şehir sanki bu isimden ibaret kalmış gibidir. Mütevazı ve mütedeyyin Konyalılar, bu durumdan öylesine memnun olmalılar ki, Mevlâna haricinde başka bir isme, başka bir sıfata gerek duymuyorlar sanki... Alâeddin Camii, büyüklüğü, mimarisi ve bulunduğu konumuyla güçlü bir iktidarın eseri olduğunu bütün ihtişamıyla gösteriyor. Caminin kubbesini ayakta tutan farklı başlıklı yuvarlak ve köşeli sütunlar, bu coğrafyadan gelmiş geçmiş farklı medeniyetlerin camiye birer yadigârı adeta...
Gezdiğim şehirler içinde, kadim bir geleneği temsil etmesine ve kendine mahsus bir refleksi olmasına rağmen, Konya kadar mütevazı bir şehir görmedim. Bizim halim selim diye niteleyebileceğimiz insanların bir araya toplandığı şehir Konya! Bu Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Konya bozkırın tam çocuğudur" dediği kırda yaşamanın getirdiği bir sadelik mi, yoksa şehri yüzyıllardır derinden besleyen İslami dinamikler mi bilemiyorum. Her iki halükarda da Konya kelimenin tam anlamıyla masum ve güzel Anadolu çocuklarının yaşadığı bir bozkırdır...
Şehir dünden bugüne birkaç işaret taşı bırakmış o kadar. Bu işaret taşlarından koca bir Selçuklu şehrini tahayyül etmek mümkün değil. Bu anlamda Konya, bugünkü haliyle geleneksel bir şehir olmaktan daha çok, modern bir şehir olarak karşımıza çıkıyor. Şehir, geniş cadde ve sokakları, tamamlanmış alt yapısı ve genel görünümü ile modern, yerlisiyle geleneksel kalıyor. Şehir merkezinin nüfusu yedi yüz bin, geneli iki buçuk milyona dayanmış ama şehre ayak bastığınızda nüfus yoğunluğunu göremiyorsunuz. Bu şehrin büyük bir alana yayılmış olmasından kaynaklanıyor: Şehir, mevcut yapısıyla bunun birkaç katı nüfusu daha barındıracak özelliğe sahip. Konya, geniş-düzgün cadde ve sokaklarıyla nizami bir şehir. İnsanı hiç yormayan bir özelliği var. Şehri ilk girişimde hissettiğim korkunun yerini bir huzur alıyor. Hayretim ise beni şehrin işaret taşlarının peşinden sürüklüyor. Sahip Ata Medresesi, müthiş çinileri, güzelim kapı süslemesiyle İslam sanatının bütün ihtişamını dışa vuruyor... Medresesinin çinilerinin restorasyonda kırılarak yerinden sökülmesi ise tam bir trajedi... Sonra şehrin ruh mimarlarından Sadreddin Konevî hazretlerinin türbesinin bulunduğu makam... Konevî hazretleri İbn Arabî'nin üvey oğlu... Büyük bir kütüphaneye sahip ve aynı zamanda İbn Arabî'yi en iyi anlayan âlimlerin başında geliyor... Mağrip'in Anadolu ile buluşmasının adıdır Arabî ve Konevi...
Burada yedisinden yetmişine herkes bisiklet kullanıyor. Urfa'da orta yaş ve üstündekilerin bisiklete binmesi ayıp sayılırken, Konya'da aksakallı dedeler ne güzel bisiklet kullanıyor. Bisikletli insanlar şehri Konya. Ayrıca, rampası olmayan yegâne şehir de diyebiliriz... Konya'yı anlamak için Konya'da uzun süre kalmaya gerek yok. Şehir, kendini bütün çıplaklığıyla ele veriyor. Sade görünümü, örtülü kadınları, cami ve mescitleri ile dindar bir şehir. Şehir kendini hep bu yönüyle öne çıkarıyor. Büyük şehirlerin olmazsa olmazı olan çıplaklık ve kadınların sokaktaki varlığı burada pek görülmüyor.
Şehrin kalbi durumundaki Mevlâna Müzesi, şehrin en canlı yeri. Şehre giren çıkan insan sayısı Mevlâna'dan hareketle belirleniyor. Mevlâna'yı bu kadar önemli ve bu denli çekim merkezi yapan şey, onun diğer klasik evliya ve âlimlerimizden farklı bir misyonu olması. Mevlâna, aşk ve feyz adamı. İlmi aşıp, onun ötesindeki âleme varmış bir sevgi ve hoşgörü insanı. Seyyid Burhaneddin'in onu kucaklayıp: "Bütün ilimlerde eşi benzeri olmayan bir insan; nebilerin ve velilerin parmakla gösterdiği bir kişi olmuşsun... Bismillah de yürü, insanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülmeyecek bir rahmete boğ; bu suret âleminin ölülerini kendi mana ve aşkınla dirilt" diyerek nasihatte bulunması boşuna değildir. O bunu Mevlâna'da gördüğü için söylemiş ve hakikat tecelli etmiştir...
Konya'da ilgimi çeken iki büyük cami oldu. Birisi Selçuklu Dönemine ait olan Alâeddin Camii, diğeri Osmanlı Dönemine ait olan Aziziye camii... Alâeddin Camii, Alâeddin Tepesi üzerine oturtulmuş bir cami olarak, başkentlik günlerinden kalma bir havası var. İktidarını kaptırdığı Osmanlı'ya tepeden bakıyor adeta... Aziziye Camii ise, küçük esnafın oluşturduğu çarşılar içinde sanki sığıntı olarak duruyor. Alâeddin Camii, şehri yukardan keserken, Tanpınar'ın "Bir başkent daima başkenttir, ne kadar susturulsa susturulsun, yine konuşur" sözünün gerçekliğini gösteriyor... Aziziye Camii'nin doğu batı senteziyle yapılan mimarisi, oldukça ilgi çekici... Geleneksel Osmanlı ve Barok tarzı üslubun birleşiminden oluşan mimari süsleme oldukça zenginlik katmış... Aziziye Camii'nin belki de en büyük özelliği, güzelliği ve farklılığı bu sentezde yatmaktadır... Caminin yan tarafında evcil güvercinlerin cami ile bütünleşen uçuşları Aziziye'ye bambaşka bir anlam katıyor... Dış süsleme de en az iç süsleme kadar zengin ve çarpıcı... Kendine mahsus çift minaresi, bana Halep-Şam ve Kahire'deki camileri hatırlatıyor... Güzelliğinin farkında olan ama bunu ifşa etmek istemeyen bir kadın gibi, çarşı içine saklanmış bir cami... Sultan Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Valide Sultan'ın maddi katkılarıyla 1874 yılında yaptırılmış...
Konya'yı ilk defa gören insan, şehrin sadeliği karşısında bu şehrin yalnızca görünen yüzünden ibaret, mutaassıp ve kapalı bir şehir olduğunu sanır. Öyle ki, Konya'nın bu sade ve güzelim görüntüsü, şehrin zevk ve eğlenceden uzak hissi uyandırır insanda... Şehrin ruhuna sirayet etmedikçe de bu kanaatiniz değişmez... Bunu Ahmet Hamdi Tanpınar daha iyi görmüş. Şöyle yazıyor: "Konya insanı ya sıtma gibi yakalar, kendi âlemine taşır yahut da ona sonuna kadar yabancı kalırsınız. Meram Bağlarının tadını alabilmek için ona yerli hayatın için gitmek lazımdır. Konya tıpkı Mevlevilik gibi bir nevi initiation ister." Şehirlerin aziz ve berduş yüzleri vardır... Aziz yüzlerinde dinî ve mistik yanlarını, berduş yüzlerinde ise zevk ve eğlence yönlerini görürsünüz... Özellikle dinî şehirler bu yüzlerini kolay kolay dışa yansıtmazlar... Mesela Urfa'ya ilk adımı atan kimse şehrin, güçlü dinî ve mistik havası karşısında kendini kaybeder. Hiçbir yerde görmediği dinsellikle karşılaşır. Bu ilk görüşteki sarhoşluk, şehirde uzun süre kalındığında yavaş yavaş kaybolur. Şehrin dini ve mistik havasının ötesinde bir başka yüzünün de olduğu ortaya çıkar. Şehir artık sizi başka bir yüzle karşılar... Konya'nın da böylesine bir yüzü olduğunu Meram bağlarının eğlence yüzünde görmek mümkündür... Bu, şehrin kendini daha çok tanımlamak istediği kimliğiyle alakalı bir durumdur. Konyalı bunun farkında olduğundan Meram'daki eğlence âlemleriyle değil de, Mevlâna ile kendini tanımlıyor. Özellikle İslam şehirleri, insanlar gibi mahremiyetlerine dikkat ederler. Ve bu yüzden bir öne çıkan kimlikleri vardır bir de geride kalan... Urfa, Konya gibi şehirler, bu tür hassasiyeti olan şehirlerdir...
Konya, sanayileşmiş bir şehir. Mevlâna civarında halen küçük esnaf iş yapıyorsa da, şehrin girişindeki fabrikalar, büyük iş merkezleri şehrin havasını değiştirmiş. Koca Selçukludan geriye kala kala birkaç parça çini, birkaç mescit ve cami kalmış. Bu yüzden Konya'da gelenek belli bir yerde kesintiye uğramış. Geçmişten gelen birkaç tarihî mekânı, bu yüzden hassasiyetle koruyorlar. Alâeddin Tepesi'nin hemen aşağısında bulunan Karatay Müzesi bu anlamda güzel bir örnektir. Karatay Medresesi, Sultan İzzettin Keykavus II. Devrinde, Emir Celaleddin Karatay tarafından 1251 yılında yaptırılmış. 19. yüzyılın sonlarına kadar kullanılan medrese daha sonra yalnızlığa terk edilmiş... Bugün müze olarak kullanılan ve içinde Selçuklu dönemine ait çinilerin sergilendiği medrese, farklı kubbesi ve çini süslemeleriyle Selçuklu mimarisinin özelliklerini taşıyor. Kubbedeki ışıklandırma takalarıyla ve ortasındaki havuz zamanın teknik bilgileriyle inşa edilmiş. Güneşin medreseye düşüşüyle zaman işleyişi gösterilmiştir. Mardin'deki Kasımiye Medresesi'nin ortasında böyle bir havuz mevcuttu. Kasımiye Medresesi'ndeki havuzun sembolik anlamı, insanın anne karnından dünyaya gelişini, oradan da ahirete doğru gidişini anlatıyor. Anlaşılan her ikisi de zaman eksenli... Hem de güneş, su ve mekân eksenli bir üçleme... Karatay Medresesi'nde çini süslemelerde kitap inmiş dört peygamber ve İslam'ın dört halifesinin ismi yer almakta... Karatay Medresesi'nin ihtişamı çinilerinin güzelliğinde yatıyor. Ama ne yazık ki, bu çini süslemelerinin bile büyük bir kısmı tahrip olmuş...
Konya kültürel olarak çok zengin bir şehir. Bir şehrin kültürel canlılığını o şehirde yayımlanan kitap, dergi ve gazete sayısıyla anlamak mümkün. Konya bu anlamda büyük bir birikime sahip. Şehirde yedi veya sekiz tane yerel gazete mevcut. Gazeteler yayın kalitesi ve içeriği ile göz dolduruyor. Tıpkı ulusal gazetelerde olduğu gibi yazarlarına telif ödüyorlar. Köşe yazarları Konya çevresinde turlar düzenleyerek bunları gezi notu şeklinde ele alıyorlar. Okuduğum köşe yazıları ve dizi yazılarda şehrin kimliği üzerinde duruluyor. Yazarları, "şehirlilik" bilincinin farkında ve bunu daha da canlı tutmak için de çaba harcıyorlar. Şahsen bir şehirde kitapçılar çarşısı varsa eğer, o şehir kültürel birikimi farklı yerlere ve zamanlara taşıyabilir diye düşünüyorum. Konya'da kitapçılar çarşısıyla bunu fazlasıyla gösteriyor. Yine İl Kültür ve Turizm Müdürlüğünün seksenin üzerinde yayımladığı kitap, aynı şekilde Belediye Başkanlığının kırkın üzerinde yayımladığı kitap ve Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi'nin yaptığı kültürel faaliyetler ve yayınlar bunun en güçlü göstergesidir...
İtalo Calvino'nun söylediği gibi her zaman bir şehirden başlayarak başka şehirleri anlatmak gerekir. Hiç kuşkusuz başka bir şehri anlatmaya Urfa'dan başlarım. Kubilay Han, Marco Polo'ya gezdiği şehirleri anlatmasını ister. Marco Polo da başlar Venedik'i anlatmaya. Kubilay Han, 'Ben sana gezdiğin şehirleri anlatmanı bekliyordum' dediğinde, Marco Polo: "Ben sana şimdiye kadar sana neyi anlatıyorum?" diye sorar. Çünkü Maco Pola'ya göre Venedik'i anlatmak bütün şehirleri anlatmaktır. Yani bütün şehirler birbirine benzer demek ister... Konya söz konusu olunca ben de Urfa'dan bahsetmeden edemedim. Çünkü Urfa Konya'yı, Konya Urfa'yı hatırlatır...
Bu anlamda Urfa'dan Konya'ya baktığımda, tarihi kimliğini kaybetmemiş Urfa'nın yanında Konya'nın fazla bir tarihsel dokusu kalmamış ama kültürel birikimiyle birçok şehri geride bırakmıştır. Urfa'daki kültür ve sanat ortamının canlılığına ve büyük birikimine rağmen özgünlüğe ulaşamamasının nedeni, Konya gibi büyük bir hafıza kaybına uğramamasıdır. Konya'da Selçuklunun izlerini silmek için sanki bir silindirle şehir yerle bir edilmiştir. Bu gelen iktidarın öncekini yok etme silme kaygısından kaynaklanmış olabilir. Ama Urfa'da hüküm süren devlet ve medeniyetler uzun süre şehirde kalamadıklarından bu kısa dönemler içinde her biri diğerini bir şeyler ekleyerek çoğulcu bir kimlik miras bırakmışlardır. Yalnızca başkentlik yapmış olan Harran'ın bugün eski ihtişamının yerinde yeller esmesinin nedeni Moğol istilasıdır ve şehir ilelebet dirilmemek üzere yok edilmiş... Konya kaybettiklerinin farkında olan bir şehir olduğundan şehirlilik kimliğini fazlasıyla önemsiyor ve üzerinde duruyor. Ayrıca büyümesine ve göç almasına rağmen, belli bir duyarlılık oluşturduğundan gelen göçü kendi içinde eritmiş, şehrin yerli kimliğini muhafaza etmiştir...
Konya büyük şehir, ama büyük şehirlere mahsus olan koşuşturma ve telaştan eser yok. Şehrin akışı da sakın insanı da... Sorduğumuzda, adresi tarif etmek yerine, bize mihmandarlık edip yol gösteriyorlar. Böylesine yabancıya karşı saygılı. Türk geleneksel misafirperverliğinin en canlı örneğini Konya'da görmek mümkün... Şehirlerin ruh mimarları vardır ve bu ruh mimarları zaman içersinde şehri kendilerine benzetirler. Hatta ölümlerinden sonra bile bu tasarrufları devam eder. Mevla'nın da Konya üzerinde böylesine güçlü bir tasarrufu olduğunu düşünüyorum. Şehrin yerlisine sirayet etmiş olan sevgi ve hoşgörü, işte bu büyük mütefekkir ve ermiş Mevlâna'dan kaynaklanıyor olsa gerek... Çünkü Konyalı, Mevlâna'yı o denli içselleştirmiş ki, hangi mekâna girerseniz girin onun ismiyle, onun sözüyle onun resmiyle karşılaşıyorsunuz... Popülizmin her gün bir yüz her gün bir çehre sunduğu günümüzde, yüzyıllar ötesinden seslenen ve düşünceleriyle insanları etkileyen Mevlâna'nın, zamanın unutkanlığına karşı halen hatırlanıp ve canlılığını koruması üzerinde durulmaya ve düşünülmeye değerdir... Bu anlamda Konya, Mevlâna'dan müteşekkil bir ruh, bir kalıptır. Bu şehre girenler o ruhtan fazlasıyla feyiz alabilir...
El yazma eserlerin bulunduğu kütüphanesi ise kelimenin tam anlamıyla büyük bir hazine. Türkiye'nin birçok vilayetinden toplanan yazma eserler burada korunuyor. Eserlerin tümü muhafaza altına alınmış ve CD'lere yüklenmiş. Konya bu iş için biçilmiş kaftan...
Konya mimarisi, tuğla ve çiniden müteşekkildir. Nerede bir tuğla ve çiniye dayalı bir yapı varsa orada hiç kuşkusuz Selçuklu vardır. Öyle ki, bu tarz mimarisiyle şehirlerde silinmez mührünü basmıştır Selçuklu... Çünkü Selçuklu nerede hüküm sürmüşse orada aynı tarz ve sitilde tuğla ve çiniden eser bırakmıştır... Selçuklunun Konya'da ve benzer yerlerdeki izlerinin bir anda silinmesi, ondan sonra gelen güçlü Osmanlı İmparatorluğundan kaynaklanmıştır. Ayrıca Konya, Timur istilasından korunmuş istisna bir şehirdir. Mimarisi tuğla ve çini gibi yumuşak ve zarif bir özellik arz etmesinden dolayı, zamana direnme anlamında çok güçlü değildir... Eğer Selçuklar da yaptığı mimari eserlerde Diyarbakır'a hâkim olan bazalt taşı Urfa'ya hâkim olan beyaz kesme taşları kullanmış olsaydı hiç kuşkusuz bugün Selçuklu Dönemine ait mimari eserlerin daha fazlasını görme imkânını yakalayabilirdik. Ama Selçuklular, tıpkı Mevlâna'nın fikirlerinde olduğu gibi çoğulcu, zarif, yumuşak ama daha derin anlamları olan bir mimari bırakmıştır... Fiziksel olarak varlıkları görülmese de şehrin derinlerinde onların ruhlarını fısıldayan bir iz, bir işaret görmek mümkündür. Kal (söz) ile ifadede aciz kaldığımız duygu ve düşüncelerimizi en güzel hâl (eylem) diliyle ortaya koyan Mevlâna'nın fikirleri gibi Konya'da kendini daha çok hal diliyle ortaya koyan bir şehirdir. Konya'yı okuyarak ve dinleyerek değil, ancak yaşayarak tanıya ve anlayabilirsiniz...
Konya'nın yalnızca bende yarattığı çağrışımlarıyla değil, sımsıcak güzel insanlarıyla da cezp etti. Konya'nın büyüklüğüne ve makineleşmesine rağmen, özündeki kadim ruhu ve insani özelliklerini muhafaza etmesi gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir olaydır. Bu anlamda insana yabancılaşan, insanı yalnızlaştıran büyük şehirlerimizin Konya'dan alacağı çok şey olduğunu düşünüyorum. Özelliklede her şeye rağmen bozulmama ve özünü koruma anlamında...
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.